Dakikalar elinde evirip çevirdiği telefonun notlarına kadar bakınmıştı ama hayır, babasının deyimiyle melez karısının tek bir gizli saklı işi, tek bir sırrı ya da yanlışı yoktu. O bu kadar ahlaklıyken boşanma davasında hakim gözünün yaşına bile bakmazdı ki bu da babasıyla karşı karşıya gelmesi demekti.
Sahi bu kadar sadık olmak zorunda mıydı? Yüzü, fiziği, sesi ve hatta huyu bile o kadar güzeldi ki, bu kadın resmen kusursuzdu. Böyle olmazdı, olamazdı. Onu sıkıştırıp boşanmasını önleyecek, sahnelere gerçek manada dönüşünü engelleyecek bir hamleye ihtiyacı vardı.
Kendisini terk etmesine izin veremezdi. Aşkından mı, kesinlikle hayır.
Sahra'yı severdi evet, ama asla aşık olmamıştı. O hem sosyete camiası karşısında hem de ailesinde en ön planda olmasını sağlıyordu. Onun dikkat çekici güzelliği, oturup kalkarken gösterdiği ince zarafet Tarık'ı da yüceltiyor, ailesinin televizyonda daha uzun süre yer almasına yardımcı oluyordu. Sahra ilk günden beri ilerleyişi için muhteşem bir fırsat olmuştu.
Üstelik sözünü dinler, kendisine her zaman saygılı davranırdı. Babası Arap olabilirdi ama Türk annesi sayesinde tam bir Türk kızı gibi yetiştirilmişti. Tüm bunların yanı sıra bilgiliydi de, Gizem gibi podyum torpili değildi.
İşte bu yüzden de kendisini terk etmesine izin veremezdi, vermeyecekti.
Tabii Han'ın elinden canlı bir şekilde kurtulabilirse...
Aniden elindeki telefonun çalmasıyla ekrana bakıp kısa bir göz devirmeden sonra koca telefonu kulağına götürdü.
"Efendim." dedi ciddi bir ses tonuyla
"Sah... Tarık, sen misin?" diye cevap veren Sahra'nın yakın arkadaşı ve aynı zamanda menajeri olan Banu'ydu. Bu kadından haz etmiyordu Tarık. Sahra'yı sürekli küçük işler lafıyla sahnelere sürüklüyordu.
"Benim, bir şey mi diyecektin?" diye aynı umarsız, ciddi tonda sordu Tarık. Şu bu kadınla telefonda görüşmesi bile onun için ciddi anlamda vakit kaybıydı.
"Dünden beri kırk kere aradım ya, Sahra nerede?" diyen kadınla yeniden gözlerini devirip:
"Ne yapacaksın Sahra'yı?" diye sordu. Telefonu açalı birkaç saniye anca olmuştu ama Tarık daha şimdiden sıkılmıştı.
"Arap iş adamlarına bir konser işi vardı, onu konuşacaktık." demesiyle oturduğu yerde bedeni dikleştirip:
"Ne konseriymiş bu, Sahra şarkıcılığı bırakmamış mıydı?" diye söylendi.
"Tam olarak değil, biliyorsun." diyen Banu ile iyice sinirleri tepesine çıkmıştı. Kollarını masaya dayayıp gözlerini sabırla kapatarak:
"Küçük işler diyordunuz. Bu Arap iş adamları konserleri küçük bir iş gibi görünmüyor." diyerek gözlerini araladı.
"Sakin olur musun, yeni bir şey değil." diye umursamaz bir ses tonuyla cevap verdi Banu. O da en az Tarık'ın kendisini sevdiği kadar seviyordu bu adamı.
"Sahra ile bir iki aydır konuştuğumuz..."
"Bir iki aydır." diye hayretle sesini yükseltti Tarık. Banu telefonu kulağından hafifçe çekmişti bile. Tarık ise derin bir nefes alarak:
"Sahra yok." diye hışımla söylendi. Ardından daha da sakin olma çabasıyla:
"Bu meseleyi daha sonra seninle ben..." diyecek olmuştu ki, daha cümlesini tamamlayamadan Banu sözünü kesiverdi.
"Üzgünüm ama senle ben diye bir şey yok." dedi kesin bir tonla.
"Ben Sahra'nın menajeriyim, senin değil. Şimdi telefonu Sahra'ya ve..."
Bu kez de genç kadının cümlesi yarıda kesilmişti. Telefonu kapatıp sertçe masaya bıraktı Tarık.
"İnatçı melez." diye söylendi sinirle. Bu kadın iyice raydan çıkmıştı.
...
Ağır adımlarla kalktığı yere geri döndü Cengiz. Yanında yürüyen kardeşleri hala Şahin meselesini tartışırken sakallarını çekiştirmeyi bırakıp karşısındaki boş ağaca baktı.
"Nerede?" diye sordu ortaya doğru. Herkes bir anda baktığı yere odaklanıp ayaklanırken her birine sinirle bakıp hiçbir şey söylemeden ileri atıldı.
Yürümüyor, koşuyordu. O kadar hızlıydı ki öfkeden ısınmış bedeni ya da şimdiden hızını artırmış kalbi zerre kadar umurunda değildi. Ağaçlar etrafında kayıp giderken keskin bakışları mümkün olan her bir yanı tarıyor, kulakları hiçbir hareketi kaçırmamak üzere her bir sesi pür dikkat dinliyordu.
Sahra ise saatlerdir koşuyordu ya da ona saatlerdir gibi geliyordu. Dakikalarca koşmuştu ve gücünün son raddesindeydi. Üstelik yolu da bilmiyordu, şimdiden kaybolmuştu.
Durdu, soluklarını düzene sokmalıydı.
Hangi tarafa ilerleyecekti? Hangi taraf gerçek anlamda bir yola çıkıyordu?
Solukları düzensizce devam ederken atan kalbinin telaşıyla sık ağaçların bulunduğu tarafa son bir bakış atıp tam tersi istikamete hareket etti.
Yanlış tercihti.
Birkaç adımlık koşuştan sonra çıplak ayağının yapraklar üzerinden kaymasıyla çok dik olmasa da uzun bir yamaçtan aşağı yuvarlanmaya başladı.
Gözlerini sıkıca yummuş, kollarını geç de olsa yüzüne siper etmeyi akıl edebilmişti. Buna rağmen yanaklarında ve şakağındaki sızıdan anlaşıldığı kadarıyla kolları ve bacakları da dahil yüzünün birçok yeri çizilmişti. Yuvarlanmayı bırakıp bir yana yıldığında çalı çırpının dolduğu dağılmış kıvırcık saçlarının arasından karşıya bakındı. Tam burnunun dibinde bir taş parçası yer alıyordu. Kafasını çarpmaya ramak kalmıştı ama neyse ki böyle bir şey olmamıştı.
Şükrederek yeniden ayaklanmaya çalıştı Sahra.
Oysa çok daha kötüsü olmuştu.
Duyduğu çığlıkla olduğu yerde kalıp ilerlemeyi bıraktı Cengiz. Peşinden gelen kardeşlerini elini havaya kaldırarak susturup ses çıkarmalarını engelledi. Dinledi sonra, ama pek bir şey duyamamıştı. Yine de çığlık sesinin geldiği yöne doğru adımlamaya başladı. Adımları birazdan koşuya döndüğünde adamları da etrafa yayılmıştı.
Az evvel Sahra'nın yuvarlanarak indiği hafif dik yolu hızlı bir şekilde indiğinde ileride bir siluet görür gibi oldu. Hızını daha fazla kesmeden genç kadının peşine takılırken beline uzanıp çıkardığı silahını havaya yönelterek bir el ateş etti.
Silah sesiyle olduğu yerde kaldı Sahra. Soluk alıp verişleri kendi kulağına dolarken hızlıca geriye dönüp bakmış, kendinden yana ağır adımlarla ilerleyen Cengiz'i görmüştü.
Aniden hızlanmasıyla:
"Dur!" diyerek peşinden koşmaya başladı Cengiz de. Koşmaya başladıkları yol az önce indikleri yerin tersine daha da dikti. Sahra elbisesini toplamış olarak saçlarının önüne gelmesini umursamadan koşuyor, başını bir an olsun geriye çevirmediği gibi kaldırıp ileriye de bakmıyordu. Sadece basmakta olduğu ağaçlık alana bakıyordu ki bu da hızını kaybetmemesini sağlamaktaydı. Hatta birkaç saniye sonra Cengiz oldukça gerisinde kalmıştı.
Fakat bu da kaçışının sona ermesini engelleyemedi. Sıklaşmaya başlayan ağaçların arasından yüzüne değen dalları umursamadan çıkabildiğinde gökyüzünü görmüştü. Bir an için ana caddeye ya da bir araç çevirebileceği herhangi bir yola çıktığını zannetmişti ama hayır. Vardığı yer oldukça dik bir uçurumun tepesiydi. Üstelik ilerisi masmavi bir denizle kaplıydı.
Bir silah sesi daha geldiğinde yerinde sıçrayıp uçsuz bucaksız gibi görünen maviliklerden gözünü alarak geriye döndü.
"Üçüncü kurşun beynini dağıtsın istemiyorsan buraya gel." diyen Cengiz karşısındaydı. Hıh diye bir ses çıkarıp burukça güldü Sahra. Dönse ne olacaktı ki, yine ölmeyecek miydi?
Onun bunun için kaçırmamışlar mıydı?
Her halükarda ölecekti zaten.
Ayakları geri geri gitmeye başladığında:
"Buraya gel dedim." diye öfkeyle söylenerek kendisinden yana adımladı Cengiz. Dönüp önce uçurumun dibindeki sulara, ardından tekrardan Cengiz'e ve elinde sıkı sıkıya tuttuğu silahına baktı Sahra.
Öyle ya da böyle ölecekti. Lakin bunun bir intikam uğruna gerçekleşmesine izin verecek değildi. Onun üzerinden iş yapamayacaklardı. Canını onlar vermemişti, onlar alamazdı.
"Ölümüm senin elinden olmayacak." dedi ağlamaklı bir şekilde.
Ve atladı!