Seni bırakıp geri dönmemi isteme! Sen nereye gidersen ben de oraya gideceğim, sen nerede kalırsan ben de orada kalacağım. Sen nerede ölürsen ben de orada öleceğim ve orada gömüleceğim. Eğer ölümden başka bir nedenle senden ayrılırsam…
Eski ahit/ Rut 1
❄
Ormandan çıkıp şehre daldı. Caddeleri, sokakları, buzla kaplı küçük göletleri hızla geçip gitti. Hareket ederken ilk zarar verdiği şey küçük bir ağaçtı, ağacı kırıp geçtiğini fark etmedi bile... İkinci dağıttığı şey bir çocuğun saatlerce emek verdiği tatlı bir kardan adamdı. Üçüncüsü, arabasını yol kenarına park etmiş, soğuğa aldırmadan deliler gibi sevişen sarhoş bir çiftti.
Bir sinek yutan yaşlı bir kadın tanıyorum,
Neden sineği yuttu, bilmiyorum.
Sanırım ölecek.
Wendy'nin tüm telaşına rağmen canavarın keyfi gayet yerindeydi. Boş bir odanın tam ortasına bağdaş kurarak oturmuştu. Başını eğmiş, uzun siyah saçlarını önüne dökmüştü. Eline aldığı metal bir törpüyle testeresini zağlıyordu. Törpüyü testerenin üzerine serpilmiş kalın telli saçlarına da sürtüyordu ama bunu pek de önemsemiş gibi değildi. Şarkısına keyifle devam etti.
Bir örümceği yutan yaşlı bir kadın tanıyorum.
Kıvrıldı, sallandı ve onu içinden gıdıkladı.
Sineği yakalamak için örümceği yuttu;
Neden sineği yuttu bilmiyorum.
Sanırım ölecek...
Wendy bir katliam yapmaya ilerliyordu. Nefes almayı bırakalı çok olmuştu. İnce bir çizgiye dönüşmüş vişne rengi dudakları, yüzünde keskin bir bıçakla atılan kanlı bir kesik gibiydi. Annesinin sesini duyduğu anda nefesini tutmuş, düşünmeyi unutmuştu. Tüm kaslarını geren bir zorunlukla hareket ediyor, canavarın kıkırtılarını bile işitmiyordu. Rüzgâra karışan gri bir kumaş, isli bir duman huzmesi gibi hareket ediyordu. Ayakları neredeyse zemine temas etmiyordu.
Bir kuşu yutan yaşlı bir kadın tanıyorum.
Bir kuşu yutmak ne kadar saçma!
Örümceği yakalamak için kuşu yuttu,
Kıvrılan, sallayan ve içinde gıdıklayan sineği yakalamak için örümceği yuttu,
Neden sineği yuttu bilmiyorum.
Sanırım ölecek...
Canavar o sıkıcı kadının sonunda bir işe yarayacağını biliyordu. Şimdiye kadar ona saldırmamasının tek nedeni buydu. Onun için geleceklerini biliyordu. Kendi düşüncelerine sahipti. Wendy'nin aksine... Kızın kendisine ait tek bir düşüncesi yoktu. Düşünceleri çarpıtılmış, bastırılmış, değiştirilmişti. Kafasının içinde dolanan her şey annesinin ona anlattıkları ve canavarın kendisinin empoze ettiklerinden ibaretti. Kızın düşünmeye başladığını hisseder hissetmez ayaklandı. Odada hızlı adımlarla gezinirken şarkısına devam etti.
Kediyi yutan yaşlı bir kadın tanıyorum,
Bir kediyi yutmak, bunu hayal edin!
Kuşu yakalamak için kediyi yuttu,
Örümceği yakalamak için kuşu yuttu,
Kıvrılan, sallayan ve içinde gıdıklayan sineği yakalamak için örümceği yuttu.
Neden sineği yuttu bilmiyorum.
Sanırım ölecek...
“Kes sesini artık!” diye çığlık attı Wendy. Aniden durmuştu. Kafasında çağlayıp duran aptal şarkıya artık tahammülü kalmamıştı. Canavarın neşesi onun hüznünü, nefretini baskılıyor, sesi düşünmesine engel oluyordu. Keşke ağlayabilseydi. Ağlamak istiyordu. Nasıl yapacağını bilse yere çöküp şuursuzca bağırarak ağlardı. Bir an duran canavar yeniden şarkısına başladı.
“Sonunu söylemeliyim,” dedi tıslayarak. “Yarıda bırakmak olmaz.” Ve “Kadın tabi ki öldü!” diyerek şarkısına son verdi. “Annen öldü. Onu öldürdüler. Etlerini kemiklerinden ayırdılar. Kanını tertemiz halınıza yayarak dışarı sürüklediler. Kapıyı açmak için durakladıklarında kanı eşiğe yığıldı. Koyu kırmızı leziz bir çorba gibi... Bedeninin hemen yanına ellerine bulaşan kan damlaları düşmeye başladı...”
“Kes sesini dedim sana!” dedi Wendy. Canavarın dudaklarını yalayarak anlattığı tasvir gözünde canlanmıştı. Aceleyle koşmaya başladı. Yalnız bu kez önceki gibi hızlı hareket edemiyordu. Canının yandığını hissediyordu. Ayakları acıyordu. Bacağındaki, özellikle baldırlarındaki kaslarının devam etmemesini, yorulduğunu bağıran gerilmelerini görmezden gelemiyordu. Nefes alışı sıklaşmıştı. Hava değil lav soluyormuş gibi hissediyordu. Ciğerlerine giren hava onu yakarak ilerliyor, boğazını parçalayan pençeleriyle içini kanatıyordu sanki. Göğsü acıyordu. Buzdan kalbi erimeye başlamış, buzdan ayrılan her bir soğuk su damlası asit gibi düştüğü yerleri yakıyordu. Başı zonkluyordu. Görüşü hızına oranla daha kötüydü. Uyanmıştı ve bir yangınla baş başa kalmıştı.
Canavar susmuştu. Susmuştu ve köşesine çekilip derin bir uykuya dalmıştı.
Canavar gitmişti.
Geldiğinden beri ilk defa kaybolmuştu.
Bu farkındalıkla hareketleri sarsaklaştı. Bir ağaç dalına takılıp yere düştü. Avuç içleri kanla kaplandı. Kuru bir dal, parçalayıvermişti narin tenini. Elini bacaklarına dolanan geceliğin eteğine attı. Zorlukla uzun eteği yırttı. Derin nefesler alıp ayaklandı. Dizi de kanıyordu. Çok canı acıyordu.
Koşması bir ömür sürdü. Evini görmeye başladığında tüm yorgunluğunu unuttu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Yağan yağmur şiddetlenirken nefesinin havada bıraktığı izi fark etti. Sıcaktı nefesi. Üşüyen bedenine inat alev üflüyordu.
Canavar yokken böyle oluyordu işte. Kanı akan narin, kristal bir balerin biblosuna dönüşüyordu. Yüksekten bırakılınca zerrelerine kadar dağılan, savunmasız, ruhsuz bir biblo...
“Canavar benim ruhum değil!” dedi kendi kendine. Dilini kuruyan dudaklarında gezdirdi. Canavar onun ruhunun parçasıydı oysaki... Sadece fark etmemişti işte.
Botunun teki kayıptı, uzun beyaz saçları ise düğüm düğüm olmuştu. Tutamların içine yapraklar, çamur ve dal parçaları karışmıştı. Giydiği gecelik paralanmış, yer yer tenini açığa çıkaracak şekilde yırtılmıştı. Kaşında ufak ama derin bir kesik vardı, kesikten süzülen kan yanağını kırmızıya boyayıp çenesinden aşağı süzülüyordu. Kıyafetleri sırılsıklam bir şekilde, evin giriş kapısını açarak içeri girdiğinde tıpkı bir intikam meleğini andırıyordu.
Havayı soluyan canavar başını kaldırdı. Kız yeniden güçlendiğini hissederken narin elleri kaldırdı. Kanlı avucu dışarı bakacak şekilde gözüne gelen küçük, kanlı sızıntıyı kenara itti.
“Anneeee!” diye bağırarak olduğu yerde dikildi. “Anne, neredesin?”
Gözleri tüm evi tarıyor, düşmanların nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Annesi neredeydi? Ona saldıran adamlar neredeydi. Düşman neredeydi.
“Yemekler nerede?” diye tısladı canavar. Sabırsızca havayı kokluyordu. “Açız, açız, yemekler nerede?” Her iki eliyle de orta parmaklarının tırnaklarını baş parmaklarının uzun tırnaklarını hızlı hızlı sürtüp, tık tık tık diye bir ses çıkarıyordu. Bu ses Wendy'nin titreyen çenesi yüzünden birbirine vuran dişlerinin çıkardığı tak tak sesleriyle uyumsuz bir müzik gibiydi.
Wendy'nin dikkati tuzla buz olmuştu. Vahşi bakışları, canice annesine saldıran adamları aradı. Ortada kimsecikler yoktu. Tüm vücudu titreyerek evi gezmeye başladı. Annesinden tek bir iz bile bulamadı. En son kendi odasına geçti. Ve nefesini tuttu.
Tilkisi paramparça olmuştu. Yatağının üzerine atılmış parçalara bakarken büyük bir, uluma ve tıslama karışımı çığlık bıraktı. Beyaz kürkü kanla kaplanmış zavallıcığa elini uzattı. Kanlı ellerine bakıp durakladı.
“Bunu biz yapmadık değil mi?” dedi korkuyla nefesi tıkanırken. “Kâbus mu görüyoruz? Kâbus mu görüyorduk? Farkında olmadan onu öldürmedik değil mi?”
Sık sık kâbus görüyordu. Kanlı kabuslar, aşırı detaylı kabuslar. Ve aşırı gerçekçi... Bazı günler annesini katlettiğini bile görüyordu.
Başını sağa sola salladı.
“Hayır, hayır, hayır,” dedi. Bir kanlı ellerine bir de kanla kaplı yatağına bakıyordu.
Onun biz diye konuşmaya başlamasıyla gülümseyen canavar kıkırdadı. “Biz değildik. Avlarımız yapmış. Yemeklerimiz yapmış. Anneyi de götürmüşler. Anneyi severdik. O bize yemek yapardı. Bize bakardı.”
“Avlarımız?”
“Evet, onlar bizim avlarımız!”