PROLOG
KARANLIKTA BEŞ GECE…
Ölümün sessiz çığlıklar attığı gecede, rüzgâr eski ahşap pencereyi savuruyor, perdeleri uçuşturuyor, lekeli toprakları örten saf kar tanelerinden bazıları havalanıp bu dar pencereden genç kızın odasına süzülüyordu.
Kar küresine benzeyen odanın köşesinde oturmuş bir tilki, beyaz tüylerini kabartmış, onu korumak için yapabileceği bir şey olmamasına rağmen yatağında uyumakta olan genç kızı izliyordu. Genç kız, bedeninin kontrolünü yavaş yavaş ele geçiren kötücül ruhun kontrolünde, hep aynı kâbusu görüyordu… Gördüklerinin kâbus değil de bir ön görü, uyarı olduğunu ise çok daha sonraları anlayacaktı.
“Bir.”
“İki.”
“Üç.”
“Dört.”
Saymaya en başından başlamıştı. Artık düşüncelerini toparlayamıyor, ne kadar süredir nefes alamadığını ve ne kadar zamandır orada olduğunu bilmiyordu. Aklına kazınan tek düşünce, tek bir istek vardı. Diğer tüm ihtiyaçlarının üstünde, onu içten içe tüketen, kemiren…
Derin bir nefes alma ihtiyacını bastırdı. Ağzını her araladığında içeri giren, midesine ve ciğerlerine doğru yapış yapış, buz gibi ilerleyen sıvıdan bıkmıştı. Midesini bulandırmıyordu çünkü tat almıyor, koklayamıyordu. Yoğun sıvının içinde nasıl pislikler olduğunu düşünmek bile onu tiksindirmiyordu. Beyni neredeyse tamamen tek bir şeye odaklanmıştı.
Saymayı bir kenara bıraktığını fark etmedi bile. Bataklığın dibinde, karanlık bir hiçlikte yapayalnızdı. Kollarını dizlerine dolamış, görememesine rağmen gri gözlerini sonuna kadar açmıştı; O ise içinden haykırıyordu.
Açlık, açlık, açlık…
İstese çok rahat kurtulabileceğinin farkındaydı. Bir bataklıkta olması, okyanusun dibine batması ya da binlerce metre yükseklikten yere çakılması önemli değildi. Ölmezdi. Onu öldürmek o kadar kolay değildi. Bataklığın çevresinde, onun başını dışarı çıkarmasını bekleyen adamlar da bunu gayet iyi biliyordu.
Açlık, açlık…
Artık iki kişiydiler. Diğerleri gitmişti. Kalplerinin atışının o senkronize sesini duyabiliyordu. Bir karganın ağacın dalına konduğunu, rüzgârın giderek hızını arttırdığını, birkaç sineğin yüzeydeki bir dal parçasından havalanışını… Bir de sönmek üzere olan ateşin son çıtırtılarını… Ateş söndüğünde dudakları yukarı doğru kıvrıldı ve saymaya yeniden başladı.
“Bir… İki… Üç…”
Adamlardan biri ateşin sönmekte olduğunu fark etti. Saymayı bırakıp durakladı. Dikkati dağılır dağılmaz göğsünden “Açızzzz,” diyen bir isyan yükseldi yine. Çok ama çok açtı. Adamların gitmesini istiyordu. Gitmeliydiler. Eğer gitmezlerse kendini tutamayacağını biliyordu.
Zihninde adamın kaburgalarını parçalamıştı. Bir eline kalbini, diğerine ise kapkara, yumuşacık, sıcacık kanla dolu ciğerini almıştı. Dişlerini önce kalbe mi yoksa ciğere mi geçirmeliydi? Kararsız ve aşırı açtı. İkisini birden ağzına alıp iri parçalar kopardığını, kanın dudaklarından sızarak çenesine, oradan da göğsüne doğru süzüldüğünü hissedebiliyordu.
Yutkundu. Dışarıyı dinlemeye devam etti. Biri derin uykudaydı. Kalbi neredeyse durmak üzereydi. Soğuk, onun sıcacık kanını vücudunda, damarlarının içinde donduracaktı. Buzdan bir ağaca dönüşecekti yemeği.
“Yemeyeceğim!” diye kendini azarladı ve saniyesinde yeniden açlığını düşünmeye başladı. Hemen sonra başını sağa sola salladı. Sivri dişlerini dudaklarına geçirip kanının pis sıvıya karışmasını izledi. Renkler ve ışık yoktu ancak bir şekilde kanı takip edebiliyordu.
Adam ateşi yeniden harlamayı başaramayınca arkadaşını uyandırmak için yanına gitti. “Kalk. Diğerlerini ara! Nöbet değişim zamanı! Daha fazla kalırsak donacağız.”
Diğerleri… Acaba kaç kişi geleceklerdi? Her adam bir kalp, bir ciğer… Kaç kalp geliyordu yemesi için?
Düşüncelerini fark eder etmez daha fazla bekleyemeyeceğini anladı. Ne kadar zaman geçerse geçsin ölmediğini biliyorlardı. Onun çıkmasını bekleyecek, asla gitmeyeceklerdi. Şimdi çıkmazsa daha fazla insan öldürecekti. İnsan öldürmek istemiyordu ama ölmek de istemiyordu.
“Yarım saate gelecekler. Onlar gelene kadar ateşi harla. Kız çıktığında demirin soğuk olmasını istemezsin!”
“Bence kız çoktan öldü.”
“Bir keresinde kızın biri, on gün dayanmayı başarmıştı. İnan bana dışarı çıktığında kemikleri görünüyordu ve aşırı açtı. Gruptaki adamlarımdan bazılarının kalbini elleriyle söktü. Ve o dişleri… Gördüğüm en keskin şeydi. Ama artık tecrübeliyiz. Ne kadar süre aşağıda kalacağını biliyoruz. Açlığa ne kadar dayanabileceğini…”
“Korkmuyor musun?” dedi acemi olan. Bu işe çok iyi para verdikleri, artık orduda çalışamadığı için dahil olmuştu. Diğeri kadar korkusuz değildi. İlk seferinde, aç olanların ne yapabildiğine şahit olmuştu.
“Şimdiye kadar onlardan on iki tanesini ele geçirdim. Artık korkmuyorum. Ne kadar güçlü oldukları önemli değil, hepsi açlığa yenik düşüyor. Çıkar çıkmaz ilk yapacağı şey bize saldırmak olacak. Ve kalbine kızgın demiri yiyecek.”
“Demir olmazsa?” dedi acemi sakalında meydana gelmiş bir buz parçasını koparırken. Karanlıkta simsiyah parlayan gözlerini soğumakta olan sivri demire dikmişti. Demir parçası şömineyi karıştırmak için kullanılan basit demirler örnek alınarak şekillendirilmişti. Yeterince sağlam, yeterince uzun ve yeterince sıcak mıydı? Uç kısmına bakmaya başladı. İlk gördüğünde neden küçük bir konserve kutusu gibi olduğunu anlamamıştı ancak kullanılırken görmüştü. Kızın buzdan, camdan ya da elmastan -neden oluştuğundan asla emin olamamıştı- kalbini sökerlerken, kalbe zarar vermemek için bu şekilde yapılmıştı. Kalp onlara sağlam bir şekilde lazımdı. Ve kalbi ancak kızgın bir demirle dağlayarak sökebiliyorlardı.
“Belki de buzdandır?” diye mırıldandı. Hemen sonra başını sağa sola salladı. Buz o kadar sağlam olamazdı?
“Demir olmazsa kalp de olmaz. Paramızı alamayız. Büyük ihtimalle ölürüz.”
Kız dışarı çıktı. Onların aptal konuşmalarına daha fazla tahammülü kalmamıştı. Yoğun sıvının içinde yüzen bir hava baloncuğu gibi yavaşça yüzeye ulaştı. Ciğerlerine dolan iğrenç sıvı, yavaşça dudaklarının kenarından dışarı süzülürken uzun saçları boynuna, yüzüne, sırtına ve göğsüne bir zehirli sarmaşık gibi yapışmıştı. Bataklığın kenarına ulaştığında, çıplak ayakları çamurlu zemine tüy hafifliğinde değdi. Rüzgârın uğultusu kat kat arttı. Islak ve kirli elbisesi vücudunu ikinci bir deri gibi sardı. Üşümüyor, acı çekmiyordu.
Adamlara doğru hareket ettiğinde ikisinin de arkası dönüktü. Öyle hızlıydı ki içinden geçtiği havayı tutuşturmuş, ardında kısa süre hayatta kalan, alevden bir yol bırakmıştı. Daha önce hiç bu kadar hızlı hareket etmeye ihtiyaç duymamıştı. Ama hayatta kalmak için içindeki canavarın zincirlerini kırmalıydı. Daha önce kimseyi de öldürmemişti. Ancak dediği gibi hayatta kalmalıydı. Annesine bunun için söz vermişti. Hayatta kalacaktı.
Adamların birini boğazından havaya kaldırıp bir diğerinin kaburgasını uzun tırnaklarıyla paramparça ederken annesini düşünmüyordu. O düşünce diğer tüm mantıklı düşünceleri gibi yüzyıllar öncesine aitti artık. Büyük kırmızı bir sisin ardında, silik birer hayaletti. Düşündüğü, canavarın düşündüğü, tek bir şey vardı. Artık nefes alıp konuşabildiği için dilinden tıslama gibi dökülüyordu:
“Açım, çok ama çok açım…” dedi dudaklarının arasından kurtulan, kendine ait olmayan, korkutucu bir ses…
Adamlar korkuyla açılmış gözlerini 155 cm boyunda, 40 kilo civarındaki genç kıza dikmişti. Kızın iri gri gözleri ay gibi parlıyordu artık. Dişleri uzamış, sivrilmişti. Acemi olan genç, korkuyla son nefesini vermeden hemen önce onu, cehennemden gelmiş bir zebaniye benzetti. Hemen sonra yüzündeki ifade, boynundan çıkan korkunç çatırtıyla eş zamanlı olarak dondu kaldı. Onun kalbini bekletmeden yemek isteyen kız diğer adamı sürüklemeye başladı. İki metre ilerideki çadırlarına kadar getirdi. Çadırın yanında duran, metal ipi alıp adamı ağacın sağlam görünen bir dalına astı. Baş aşağı sarkan adamın dili tutulmuştu. Öleceğini biliyordu çünkü önceki on iki kızın hiçbiri bu kız gibi değildi. Hiçbiri Wendy kadar aç kaldıktan sonra böylesine mantıklı hareket etmemişti.
Kız yine havada alevden bir iz bırakarak aynı saniye içinde aceminin yanında göründü. Ağaçta asılı olan, aceminin kaburgasını açan kızın elini takip bile edememişti. Onun saniyeler içinde kendi önünde belirmesiyle son nefesini aldı. Kız henüz soğumadan diğerinin icabına bakmıştı. Ölümü bekleyerek gözlerini kapamak istedi ama olduğu anda donmuştu. Kaburgaları kırılırken acıdan kalıbına, bir erkeğe hiç de uygun gelmeyen tiz çığlıklar attı. Ölmemişti.
“Taze et!” dedi kız. Şimdi az öncekinden daha uzun görünüyordu. Acıdan ve korkudan yanlış gördüğünü düşünebilirdi ancak efsaneyi biliyordu. Artık doğru olduğundan şüphesi kalmamıştı.
“Beni öldür,” diye hıçkırdı. “Lütfen!”
Kız onun ciğerinden kopardığı bir parçayı çiğnerken uzun tırnaklı elleriyle dudaklarının kenarını sildi. Başını yana eğip öne doğru eğildi. Kanlı dudakları alayla kıvrıldı.