Sabah uyandığımda ilk işim Umut'un gidip gitmediğini anlamak için evi kontrol etmek oldu. Gitmişti gitmesine ama ardında bir kağıt ve flaş kapağı bırakmıştı. Masaya doğru eğilip kapağı elime aldım ve kağıdı okumaya başladım.
'Beni buna sen zorladın Aslı. Bana inanmıyorsan gelip kendi gözlerinle göreceksin. Bilgisayarındaki tüm dosyalarını flaşa aktarıp yanıma aldım. Eğer onları bir daha görmek istiyorsan kağıdın arkasındaki adrese gelirsin.'
Bu belki canlı bir varlıkla tehdit değildi ama o dosyalar benim her şeyimdi. Okul ve iş hayatım oradaydı. Bu aptalın bazen aklı çalışıyordu. Sadece bazı ihtimalleri atlıyordu, ben her şeyimi internete de kaydederdim. Hesabımı açıp onları geri yüklemem yeterli olacaktı.
Telefonu mu çıkarıp Google Drive'a girdim ve dosyalarımı aramaya başladım. Onlarca dosyanın yerine sadece tek bir Word dosyası vardı. Bunu gördüğüm an gerim gerim gerildim desem yeriydi. Onlarca dosyanın kendiliğinden yok olmayacağını, bunun Umut'un işi olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Geriye kalan tek Word dökümanını açıp baktığımda dudaklarımın kenarları gerilerek kıvrıldı. Bunu yaparken Umut'un nasıl da sırıttığını hayal ettim. Sonunda bir iş başardığı için muhtemelen çok memnundu. Gerçekten bazen aklı tam anlamıyla çalışıyordu. Gerçi çok uzun sürmüyordu, genel olarak salağın önde gideniydi fakat bu kez zekası onu yarı yolda bırakmamıştı.
Word dökümanında, 'Silinenlere kadar her şeyi yok ettim. Onları kurtarmak istiyorsan en kısa zamanda adrese gelirsin.' yazıyordu. Altında da yüzlerce otuz iki diş emojisi vardı. Aptal Umut.
Kağıdı yanıma alıp, hazırlanıp evden çıktım. İlk önce okula gitmem gerekiyordu. Bunun için biraz daha rahat giyindim. Bol sweetshirt ve tayt ile gayet rahattım. Bunlarla Umut'u çok rahat pataklardım. Sonra da elindeki her şeyi alıp onu ıssız bir yol kenarına bırakırdım. Açlıktan ve soğuktan geberirse bu benim suçum olmazdı değil mi?
Evden isteksiz bir şekilde sürünürcesine çıkarak arabama binmek için garaja ilerledim. Garaj binanın eksi birinci katındaydı ve içeriye sadece bina sakinleri giriş yapabiliyordu. Bunun için özel anahtarlar vardı.
Garajın siyah kapısının önünde durdum ve elimi çantamın içine atarak anahtarı bulmaya çalıştım. Bir süre çantayla debelendim, elime anahtarın metal ucunun ya da anahtarlığın tanıdık dokusunun değmesini umut ettim ama hayır, ikisinden de eser yoktu.
Bu iş sinirlerimi bozmaya başladığında çantamı omuzumdan çıkardım ve içini tamamen görebileceğim şekilde açtım. Çantanın tamamını alt üst ettiğimde gözüme tanıdık olmayan bir şey çarptı. Top haline getirilmiş bir kağıt toparına benziyordu. Onu elime alıp içini açmaya başladım. Sekiz- dokuz tane boş kağıdı açıp onları çantamın içine attığımda daha da çıldırmak üzereydim. Sanki özenle, öfkelenmem için hazırlanmıştı her şey!
Kağıdın son katmanını açtığımda dişlerimi kıracak kadar sıktım ve burnumdan solurken kağıdı yeniden topar yapıp siyah kapıya doğru fırlattım. Ayağımı yere öfkeyle vurup kendi kendime debelendim ve hemen ardından sakinleşmek için derin nefesler alıp bırakmaya çalıştım. Çok sakin bir insan değildim ve bu durum beni şimdiden çileden çıkarmıştı.
Kağıtta, 'Adrese gelmen için bir sebep daha. Yeterince sinirlenirsen öldürmek için gelirsin diye düşündüm. Ölmeden önce sana göstereceğim bir şey var Aslı.' yazıyordu. Gerçekten onu öldürmek için adrese gidebilirdim!
Öfkeli, zemini delip geçen adımlarımla caddeye çıktım ve bir taksi aramaya başladım. O sırada telefonum çalmaya başladı ki daha kimin aradığını görmeden bunun önem arz ettiğini anladım. Benim boş, sohbet aramalarım olmazdı. Bütün konuşmalarım ciddi ve bir iş üstüneydi.
Telefonu elime aldığımda ve ekrana baktığımda Ömer'in aradığını gördüm. Ömer, okulda birlikte ödev yaptığım bir arkadaşımdı. Birlikte iyi iş çıkarıp uyum sağladığımız için bölüm hocamız kendi derslerinde bizi hep aynı gruba koyardı. Hatta son ödevi birlikte yapıyorduk. Bir saniye...
Gergin tavrımdan ödün vermeyerek aramayı yanıtladım ve telefonu kulağıma yasladım. Ömer benim aksime her zamanki rahat tavrıyla, "Sunum dosyasını hocaya göndermek için son tarihin bugün olduğunu hatırlatmak istedim. Senin bilgisayarından yapmıştık, ben de kopyası yok. Sen atar mısın?" dediğinde dudağımı dişledim. Gerçekten kendimi, ya da hayır Umut'u kesmek istiyordum.
"Sana da günaydın." diyerek konuyu değiştirmeye çalıştığımda bir süre sessizlikten sonra, "Bununla ilgili bir sorun yok değil mi? Sen klişe günlük konuşma cümlelerinden pek hoşlanmazsın." diye sorduğunda gözlerimi sorunları yok edebilirmiş gibi kapatarak derin bir nefes aldım. Bahsettiği, bir şey için birini ararken başta ya da sonrasında konuşulan şu klasik cümlelerdi. Nasılsın, ne yapıyorsun, duruma göre günaydın veya iyi geceler.. Her neyse. Doğrudan olanı söyleyip samimiyetsiz ve içten gelmeyen soruları sormak benim için saçmaydı. Soğuk kişiliğimle de alakalı olabilir tabii.
"Sadece günaydın demek istedim. Merak etme bugün ödevi atacağım."
"Garip." dedi, sesinden bile bunu garipsediği anlaşılıyordu. "Umarım iyisindir ya da başına taş falan düşmemiştir. Ya da düşse iyi olur, senden günaydın almak hoşuma gitti. Günaydın ve görüşmek üzere Aslı." diyerek telefonu kapattığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Büyük sıçmıştım... Çok büyük sıçmıştım!
Normalde streslenmeyen, her şeyi anında veya daha da öncesinde çözen biriydim. Sorunlar beni korkutmazdı çünkü ben çözüm odaklı çalışırdım. Daha gerçekleşmeden bütün aksaklıkları belirler, çözümleri ayarlardım ama bu kez beklemediğim yerden gelmişti.
Ödev işini nasıl halledeceğimi düşündüğüm sırada şirketteki asistanım Hilal'den bir mesaj aldım. Hilal ile genel olarak mesajlaşarak anlaşırdık, beni aradığı zaman ortalık gerilebiliyordu ve bu şekilde çok daha kolay anlaşıyorduk.
Hilal'in mesajını sinirden titreyen ellerimle düşünmeden açtığımda aslında yeni bir sorunun beni karşılayacağını düşünememiştim. Mesajı gördüğüm an sinirden çıldırmamak için bir sebebim kalmamıştı. Mesaj iş ile ilgiliydi. Şirketle ilgili gözden geçirip düzenlediğim ve imzaladığım raporları yapacakları toplantı için şirket mailine göndermemi istiyordu. Toplantıları girmek için yeterli vaktim olmuyordu ve genelde girmek istemiyordum. Bu yüzden sunulacak raporları, düzenlemeleri ve imzaları atıp yetki verdiğim kişilere bırakıyordum.
Başka çarem kalmamıştı, bunları düzeltmek için yeterli vaktim yoktu.
Daha fazla bu konular hakkında düşünmedim ve önümden geçmekte olan taksiyi durdurarak bindim. Şoföre Umut'un bana bıraktığı adresi söyleyerek sinirimin beynimi yediği yarım saat boyunca varış noktasına varmayı bekledim. Adrese vardığımda taksiciye beklemesi gerektiğini ve birazdan geri döneceğimi söyleyerek taksiden indim. İşim çok uzun sürmeyecekti. Umut'u elime geçen ilk sert cisim ile pataklayıp ardından benden aldığı her şeyi geri alacaktım ve hemen geri dönecektim.
Taksiden indiğimde eski bir fabrikanın önünde olduğumuzu fark ettim. Duvarlar gri ve kirliydi. Camlar kırık, yerler pis ve çöp doluydu. Burada uzun zamandır iş olmadığı belliydi ama birilerinin gelip buraları harabeye çevirdiği de belliydi. Hiç güvenilir gelmiyordu, dışarıdan bakınca bile insan geriliyordu. Tehlike kokuyordu bir kere.
Belli ki Umut yine kafayı çekmişti ve beni kafayı çektiği mekanlarından birine çağırmıştı. Bu yaptığı aptallık için bile onu dövmekten beter edebilirdim doğrusu.
Bütün gerginliğime, tehlikeli hislerime rağmen fabrikanın açık kapılarından içeri emin adımlarla girdim. Gün ışığında bile karanlık kalmayı başaran fabrikanın içine çatık kaşlarla baktım. Her yer gölgeliydi ve bazı noktalar dışında içeri pek ışık girmiyordu. Pencereler çok yukarıdaydı ve bazılarının üstleri naylonla kapatılmıştı. Kapıdan giren ışık içeriyi yeterince aydınlatmıyordu. Gerçi aydınlatmasa daha iyiydi, bu çöplüğü daha net bir şekilde görmek istemezdim. Harabeydi, insanların durabileceği bir yere benzemiyordu. Rutubetli, pis ve açıkçası idrar kokuyordu.
Bu pis fabrikada daha fazla zaman geçirmek istemediğim için etrafta hızlıca göz gezdirdim ve Umut'u aradım. Fakat çok büyüktü ve ben ne tarafa ilerleyeceğimi tam olarak bilmiyordum. İçerilere de daha fazla dalmak istemediğim için Umut'a seslenmeye karar verdim. Sesime gelirdi, o gelince ise istediğimi alırdım.
"Umut!" diye adını bağırdım önce, sesim boş fabrikada yankılandı. "İstediğin oldu, ayağına kadar geldim. Şimdi bana benden çaldıklarını geri ver."
Ben konuşunca sağ taraftan bir tıkırtı ve birkaç ayak sesi geldi. O tarafa dikkat kesilirken içimi bir korku kapladı. Ne zamandan beri buralar korku filmi havasına girmişti bilmiyorum ama içimi kaplayan tek şey korkuydu şu an. Sinirimi bile bastırabilirdi biraz daha zorlasa.
Ayak sesleri yaklaşmaya başladığında bir kez daha seslendim. Birinin buradayım demesine ihtiyacım vardı.
"Umut!" Sesim öncekine nazaran daha yumuşak çıkmıştı. "Dalga geçiyorsan hiç komik değil."
Öne doğru bir adım atıp topuğumu yere sağlam bastım ve cesaretli görünmeye çalıştım. Normalde cesaretimi doruklarıma kadar hissederdim fakat şu anki hava beni tedirgin ediyordu. Bilmediğim bir yerde olmak ister istemez cesaretimi kırıyordu ve bu mekan cesaretimin kırılması için çok müsaitti.
İti var kopuğu var havasına giremeden ayak sesleri kesildi ve biri göründü. Yüzünü daha iyi görebilmek için birkaç adım ilerlemiştim ki o da bana biraz yaklaşıp fabrikanın içine giren birkaç ışıktan birinin içine girdi sanki. Işık yüzünü aydınlatırken toz zerrelerinin havada uçuştuğunu görebiliyordum. Bu ben de hapşırma isteği uyandırsa da önce kaşlarımı çattım ve birkaç saniye gördüğüm anı düşündüm. Bu nasıl mümkün olabilirdi?
"Senin burada olmaman gerekiyordu." Tok ve bir o kadar sert sesi beni tedirgin etse de omuzlarımı dikleştirip ona doğru bir adım daha attım. Şimdi bütün cesaretim yerine gelmişti ve bütün tedirginliğim uçup gitmişti. Hatta daha da öfkelenmiştim, dahasının mümkün olmadığını sanıyordum ama onu görmek öfkemi zirveye taşımıştı.
"Asıl senin burada olmaman gerekiyordu." diye dişlerimin arasından cevapladım. "Yine nasıl bir oyun çeviriyorsunuz?"
Sesimin onun gibi çıkması için çabaladım. Onu beklemediğim için şaşırmıştım ve ne yapacağımı bilmiyordum. Umut'la bir ilgisi olamazdı, ondan çok bağımsızdı. Bunun bir denk gelme de olduğunu sanmıyordum, olanlardan sonra biz denk gelemezdik. Ona 'Umut'u gördün mü?' diye de soramazdım, sorarsam onun açısından gülünç duruma düşebilirdim ve bunu hiç istemiyordum.
"Oyunu sen başlattın Aslı." diyerek gülümsediğinde kaşlarımı iyice çattım ve tam karşısına dikildim. Onu yumruklamak, laflarını ağzına tıkmak istiyordum fakat bu pis, idrar kokan çöplükte bir de onun için vakit harcayamazdım. Parmağımı omzuna götürüp onu uyarırcasına ittim.
Gözleri kehribar gibi parlıyor ve ateşi anımsatıyordu. Bana o kadar cesaretli, kendinden emin bir halde bakıyordu ki biraz korkak olsam geri çekilebilirdim. Soğuktu, daha önce kimse de görmediğim soğukluğu onda görebiliyordum. Gülüşünde bile soğukluk vardı fakat bu garip bir şekilde duygu hissettiriyordu. Gülüşü kazancını simgeliyordu, soğukluğu bile bunu gizleyemiyordu. Onu ilk gördüğümden beri soğukluğunun farkındaydım fakat şimdi tam karşımda dikilirken daha net anlayabiliyordum.
"Oyununu bozarım Asaf." diye hırlarcasına sert bir şekilde yanıtladım. "Bütün bunları sen mi planladın?" diye sordum hemen ardından, tahammülüm yoktu. "Umut nerede, ona ne yaptın?"
Onun omzundan çekmek üzere olduğum elimi yakaladı ve beni bir anda kendine doğru çekti. Onun göğsüne çarptığımda başını eğdi ve gözlerime daha yakından baktı. Birkaç saniye gözleri yüzümde dolandı, sonra yeniden güldü ve bu kez çok daha içten güldü.
"Poyraz'ın hayatına karşılık arkadaşın Aslı." Dudakları keyifle kıvrıldı. "Karar senin, hiç tanımadığın bir adamın hayatı mı yoksa arkadaşının mı?"
Burnumdan solurken ona nefretle baktım. Beni bıraktığı ikilem için onu pişman edecektim.