Sırıtarak içeri girdim ve etrafa göz gezdirmeye başladım. Birçok kişinin zannettiği gibi duman altı, keş dolu bir mekân değildi bizim bar. Rahat bir kafe havası vardı. Dekorları çok şatafatlı değildi, göz yormuyordu. Duvarları koyu mavi ile yeşil arasında, rahatlatıcı bir etkiye sahipti. Masalar arasında kişisel alanı ve konuşulanların gizliliğini koruyacak kadar mesafe vardı. Arada dedikodu yapardık biz de ama zararsız. Ne yapalım doğamızda var. Tüm masaları tek tek taradım. Arkadaşlardan burada olan varsa, hiç olmazsa hasret giderirdim. Zaten ailemin yanına gidemiyorum, bari arkadaşlarımı göreyim.
Ne bahtsızım ya, hiçbir arkadaşım yok etrafta. Olmamaları daha iyidir belki de. Hem görünce dayanamaz ağlarsam? Bir an aptal düşünceme gülümserken buldum kendimi. Ağlayışımdan tanıyacaklar sanki...
“Salak mısın kızım Melisa?” deyip gittim her zamanki yerimize oturdum. Bacak bacak üstüne attım. Küçüklüğümden beri annem “hanımlar otururken bacak bacak üstüne atarlar,” derdi. Biraz büyüyünce eteğim açılmasın diye böyle söylediğini anlamıştım. Zira bacak bacak üstüne atmayı hele ki karşınızda bir yetişkin, bir büyük varsa saygısızlık sayardı toplumumuz.
Kimse servis için ne istediğimi sormayınca ben de Murat'a yanıma gelmesini belirten bir el işareti yaptım. Murat benim yaşlarımda, egosu tavan yapan bir arkadaş ve okula başladığından beri burada çalışıyor. Eskiden benimle aynı sınıftaydı ve çok uyuz olurdum bu çocuğa. Bana bir saygısızlığı falan yoktu ama davranışlarını sevmiyordum niyeyse. O yüzden kendimi azıcık eğlendirmek, onu da sinirlendirmek için en gıcık olduğu şeyi yaptım. İnsan gibi seslenmek yerine eliyle artist artist hareket yapıp bunu çağıran zengin çocukları gibi hareket ettim ben de. Somurtarak yavaş yavaş zoraki bir şekilde yanıma geldi. Kara kaşlarını çatmış, kahve gözlerini kısmış bana kötü kötü bakıyordu yürürken. Zengin imajımı bozmamak ve onu da daha çok sinirlendirmek için klasik film cümlesi kurdum. En pahalı içkiyi istedim. Şöyle bir baktı desem yalan olur. Baştan aşağı küstahlıkla beni süzdü. Bu hareketine daha çok sinir olurken bir de kimlik sordu.
Yahu bu tipe kimlik sorulur mu?
Ben yine istifimi bozmadan yavaş hareketlerle kimliğimi çıkardım gösterdim. Küçük olduğumu düşünmüş olacak ki kaşla göz arasında kimliği gördüğünde yüzünden hayal kırıklığı geçip gitti. Yine de benden kaçmamıştı bu durum. Onun değişken mimikleri ve hâlâ aristokrat bir soydan gelen veliaht kadar asil tavırları beni yine sinirlendirir diye beklerken kendimi gülümserken buldum. Kısa bir süre sonra Murat elinde bir şişe ve küçük bir kadeh ile yanıma geldi. Bir başkası o sırada masama çerez, meyve falan getirmeye başlamıştı. Murat içkiyi ve kadehi masaya bırakıp gitti.
Kendi kendime servis yaparak şimdilik onu daha fazla zorlamamaya karar verdim. Bir kadeh, iki kadeh derken bitti şişe. Tık yok. Ne bir baş dönmesi ne akılda bulanıklık; ne gereksiz bir neşe ne de hüzün... Kafam hâlâ bana ait bir şekilde işlevini yerine getiriyordu. Yıldızları görmekle uzaktan yakından alakam yoktu.
Yine Murat'ı çağırdım ve listeye bakıp yine fiyatı yüksek bir içki söyledim. İçtim içtim, hâlâ bir şey yok. Ya bunlar alkolsüz mü ne? Dalga mı geçiyor bu benimle? Boş şişeye kaşlarımı çatıp birkaç saniye baktıktan sonra Murat'ı üçüncü kez çağırdım. Artık sinirden çöllere salınmış kutup pandasına benzemeye başlamıştı. Yüzü mor ile yeşil arası bir renk almıştı. Biraz da kararmıştı galiba. Bu kez biraz daha hızlı adımlarla yanıma geldi.
“En sert içkinizi getirin; bunlar bozuk mu ne, hiçbir şey anlamadım.”
Cadı gibi kurduğum bu cümleler karşısında Murat'ın yüzü daha farklı renkler almaya başlamıştı. Ben sadece kızarabilirken onun bu kadar çok renk değiştirmesi garip gelmişti. Belki de hastaydı bilemiyorum. Daha ne kadar renk değişikliği yaşayacağını merak etmeye başladım. Esmer fonda daha ne renkler görecektim acaba?
Bir dahaki çağrışımda ismini sorup “Murat,” deyince “Hangi Murat Kara Murat mı?” diyerek sinirlendirmeye karar verdim. Kaslı maslı ama o surat bu malda var oldukça buna kimse bakmaz, dedim içimden.
Murat bana yönelik bir şey söylemeden başıyla tamam anlamında bir işaret çakıp söylene söylene gitti. Geri geldiğinde elinde başka bir şişe vardı. Epeyce kişinin ilgisinin bize kaydığını fark etmek için sağa sola bakınmama gerek yoktu. Gördüğüm kadarıyla neredeyse herkes bize bakıyordu. Diğer çalışanların da dikkatini çekmiştim artık. Önceleri kaçamak bakışlar atarken şimdi saklamaya çalışmadan arkalarına yaslanmışlar bize bakıyorlardı.
“İçine mi tükürdünüz yoksa, ondan mı bakıyorsunuz?” diyeceğim de şişe açılmamış ki.
Etrafı umursamayıp Murat'a baktım. Önceleri yaptığı gibi gitmek yerine tepemde dikiliyor. Kaşımı kaldırdım “Ne ayaksın sen?” dedim. İçimden tabi, cici kızım ya bozmayalım imajımızı değil mi?
Şişeyi açıp yeni getirdiği temiz bardağa doldurdu. Minik bir bardak getirmiş. Rakı şişesinin kapağı kadar var, yok.
“Bu ne?” diye sordum.
“En sert tekilamız,” dedi sırıtarak. İçemeyeceğimi sanıyordu herhalde. Aklınca beni rezil edip intikam alacaktı. Dur, ben hevesini o kursağına geri sokayım da gör sen. Kara Murat, hıh.
Minik kapağı aldığı kadar doldurdu elindekinden, yanına limonla tuz getirdi bir başkası. Limonu getirene baktığımda tanıdık gelmedi. Yeniydi galiba. Murat'ın aynı çakallıkta güldüğünü görünce bardağı aldım limon ve tuza gerek duymadan alt dudağımın bir kenarından diğer kenarına kadar döndürerek ilerlettim yavaşça. Gözlerine bakarak shot yaptım.
Pür dikkat bana bakan Murat'ın gözünün önünde parmaklarımı şaklattım. Transta gibi bana ve elimdeki bardakcığa gözlerini dikmiş bakıyordu. Ölmemi falan mı bekliyorlardı bilemem ama ben sakince “Bir şey anlamadım tekrar doldur,” deyince sırıttı ve beyaz dişlerini göstererek tekrar doldurdu.
“Bu sefer kesin ölür,” diyordu içinden, biliyorum. Ölümümü düşünüp gülümsüyordu böyle haince. Ben de ona sırıttım ve doldurduğu bardağı dudaklarıma götürüp başımı arkaya atarak tekrar shot yaptım. Sürekli olarak boşalan bardağımı masaya kokuyor ve “tekrar” diyordum o da dolduruyordu.
Yavaş yavaş millet geriden bakmayı bırakıp başımıza toplanmaya başlamıştı. Bu kız ne zaman birden düşüp başını masaya vuracak diye bekliyorlardı. Kenarda bir grup kendi aralarında bahse tutuşmuştu bile. Dört gözle bana bakıyorlardı. İçinden biri bizim bir alt sınıftan Tamer'di. Selen'in kardeşi. Velet hep bahse girer kaybederdi. Gaza gelip olmayacak rakamlar atardı ortaya.
Yeniden doldur derken onlara yaklaşmaları için hafifçe elimi salladım. Alışkanlık olmaya başlamıştı galiba bu el ile işaretler gönderme işi bende. Grup yanımıza geldiğinde diğerlerine şöyle bir bakıp gözlerimi Tamer'e çevirdim.
“En yüksek rakam ne?” dedim direkt. Lafı dolandırmaya gerek yoktu. Burada herkes ne yaptıklarını biliyordu ve ufak şeyler üzerine bahse girdikleri için önemsenmiyorlardı.
Tamer utanarak “Dört şişe,” dedi.
“Kim söyledi bunu?” diye sorunca, bu hafiften gözünü kaçırıp tam tahmin ettiğim gibi cevap verdi.
“Ben”
İsmini sordum bilmiyormuş gibi söyledi. Umursamazca onaylayarak kara Murat'a döndüm ve başımla bardakların yan yana dizili durduğu yeri işaret ettim. İçlerinde en büyük bardak bira bardağıydı.
“Bira bardağı getir,” dedim.
Murat'ın yüzü artık morarmaktan öteye geçmişti. Çok farklı güzel bir renk olmuştu. O da keyif almaya başlamıştı bu işten. Beklemeden sırıtarak gitti.
“Eee, engel olamıyorsan zevk almaya bakacaksın değil mi?” dedim. İçimden tabii ki yine. Zarif kız imajımı bozamazdım.
Kara Murat elinde bira bardağı ile geldi. Şişeden içmek zarafetime zeval verir diye düşünmüştüm ve ondan bardak istemiştim. Yoksa şişeden içmek daha kolay olacaktı benim için. O minnacık kapak kadar şeyle de tek tek sabaha kadar bitmezdi o dört şişe. Murat, şişeyi aldı bardağa döktü komple. Gitti kalan üç şişeyi de getirip önüme koydu. Beklentiyle herkesin bana baktığını görebiliyordum. Bardağı aldım tek dikişte içtim. Normalde çok içmeyen birine göre fena halde bayılmam gerekiyordu ama hâlâ alkol almış gibi hissetmiyordum. Murat ben söylemeden dolduruyordu bardağımı artık, akıllı şey seni!
Dördüncü şişe de bitince Tamer'e göz kırptım. O da neşeyle gülümseyip uzaklaştı. Arkadaşlarıyla hesabı öderlerken gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. Gruptan biri hesabı ödediğinde çıktılar. Tamer, Selen'den paparayı yiyecekti kaybetse, biliyorum. Kaybetmesine o yüzden gönlüm razı olmamıştı. Kara Murat hâlâ bir şeyler olmasını bekleyen gözlerle bana bakıyordu.
“Daha sert bir şey yok mu?” dedim mızmızlanarak, çocuk gibiydim biliyorum ama içmemin bir eğlencesi kalmamıştı Tamerler de gidince.
Ya cidden hiç içmemiş gibi hissediyordum. Son derece kendimdeydim. Söylediklerimi duyanlar çekinmeden aynı anda kahkahayı bastı. O da dayanamadı, gülerek “bakarız,” diyerek yanımdan uzaklaştı. İyi yorulmuştu çocuk yazık ya.
Kalabalık bir grup girmişti içeri, herkes benim masamın etrafında yığılı olunca direkt dikkatler üzerimize yoğunlaştı tabii. Gruptakiler bizden tarafa bakıp boş bir masaya kuruldular. Onları boş verip yeni sahneye çıkan ve şarkı söyleyen kızın sesiyle başımı ve omuzlarımı hafif sallayarak oturduğum yerde şarkıya kısık sesle eşlik ediyordum. Eskiden çok severdim şarkı söylemeyi ama sesim şimdiki kadar hoş değildi. Sesimi bile değiştirmişler. En çok da bu şaşırtmış ve rahatsız etmişti beni. Alışana kadar günlerce şarkı söyleyerek evde dolanıp durmuştum.
Murat'ın sert olduğunu düşünerek getirdiği kokteylleri deniyordum ve hâlâ hiçbir şey hissetmiyordum. Arada bir lavaboya gidip gelmek dışında hâlâ şarkı söyleyen kızı dinlemekten başka bir şey yapmıyordum. Sarhoş da olamıyordum. Bu iyi bir şeydi galiba. Her içkiyi bitirişimde Murat sırıtarak farklı bir şey getiriyordu. Bende keyifle içiyordum.
Hâlâ tık yok.
Yeni bir şey daha getirince “Gerek yok başka getirme sonra deneriz siz daha sert bir şeyler bulmaya çalışın o arada,” diyerek göz kırptım.
“Peki, okey,” dedi.
Uyuz gitti, yeni gelen grupla ilgilenmeye başladı. Kızlar ilk kadehten sonra kıkırdamaya başlamış, ahtapot gibi kollarını erkeklere doluyorlar, karga gibi sesleriyle sahnedeki kıza eşlik edip kızın şarkısının içine tükürüyorlardı.
Sahnedeki zavallı kız sinirlenmiş şarkıyı doğru düzgün söyleyemez olmuştu. Kovulmadan olaya el atmalıydım. Sonuçta burada çalışanlar ihtiyaçları için çalışıyorlar. İhtiyacı olmayan biri olsa akşam akşam gelip ne diye şarkı söylemeye zaman harcasın ki?
Kızı tanıyordum. Yine bizim okuldan ama konservatuardan bir kızdı ve sesi çok güzeldi. Yeni bir şarkıya girmeden beş dakika kadar mola vermeye çıkmıştı. Kara Murat'a el işareti yaptım ve geldi yine. Sahibini görünce kuyruk sallayan köpeklere dönmüş gibi sırıtıyordu.
Masanın altında ellerimi sessizce çırparken “iki saatte eğittim valla helal bana alkış,” dedim. Yine içimden olduğunu belirtmeden geçmeyeyim şimdi.
“Şarkı söyleyebilir miyim?” dedim hevesli bir sesle. Müdürüne sorması gerektiğini söyleyip kayboldu kalabalığın arasında. Bir süre sonra geri görüş açıma girdiğinde artık izleyicilerimin arasında müdürleri de vardı. Adam izin vermiş olacak ki benim Kara Murat sırıtarak geldi yine.
“Sahne senindir,” dedi.
Tüm zarafetimle sahneye çıktım. Hareketli, hızlı bir şarkıydı söyleyeceğim şey. Yutkundum, elime mikrofonu aldım. İşte bakmayan bir kişi kalmamıştı artık, herkes bana bakıyordu. Son gelen grupta kenarda oturan kişiye gözümü kısıp baktım. Dikkatle bakınca tanımıştım.
Selim!
Kenardaki siyah saçlı, spor ile klasik karışımı giyinmiş kişi Selim'di. Hani şu korumakla görevli olduğum ve evine baktığım çocuk. O zevzek kızlardan biri resmen koluna sarmaşık gibi yapışmış. O ise kıza aldırmadan bana bakıyordu. Yanındaki kızların ilgisini çekmemesi hoşuma gitmişti. Kızlara antipati duymaya başlamıştım bile. Mutlulukla hafifçe gülümseyerek girdim şarkıya. Kısık bir sesle, ağırdan başladım. Sesim, kulağıma mikrofonda biraz farklı gelse de alıştım kısa bir süre sonra. Sesimi yavaş yavaş yükseltmemle, o zilliler bu kez de bana eşlik etmeye başladı. İğrenç sesleri vardı ve uyumsuz söylüyorlardı.
İyiden iyiye gıcık oldum ve sesimi daha da yükseltip şarkının kilit yerinde koptum. Kendimi bırakıp dans ederek oynayıp zıplayarak şarkıyı söyledim. Bittiğinde alkışlardan dolayı resmen şok olmuştum. Ben neymişim be abi! Sahneden indiğimde gözüm duvardaki saate ilişti. Epey geç olmuştu. Bunlar ayaklanırken ben de hesabı ödemeye gittim. Müdür beni yanına çağırıp kartını verdi.
“Ne oluyor oğlum! Kelinden, yaşından utan iki kırıttım, şarkı söyledim, deli gibi içtim diye kolay kız mı sandın beni sen?” dedim, yine içimden. Kartı alıp adama tek kaşımı kaldırdım.
“Hayırdır oğlum ne oluyoruz?” demekti bu benim dilimde.
Kelli felli müdür, o iğrenç yalaka sesi ile konuşmaya başladığında ağzından çıkacak kelimelerden korkuyordum. Kelimelerden de değil aslında; o kelimeleri duyduktan sonra imajımı çizebilecek bir hareket yapmaktan korkuyordum.
“Sizin gibi güzel sesli bir hanımefendiyle çalışmaktan onur duyarız,” dedi. Cidden ne söylemişim yahu, assolist muamelesi yapıyorlar resmen. Neyse korkmama gerek kalmadı.
“Hanım efendiden hesap almayın,” dedi. Tam dönecek ve odasına gidecekken atıldım hemen.
“Gerek yok,” dedim.
Hesaba bakıp nakit olarak ücretini verdim. Ben ne içmişim öyle? Bir aileyi, üç ay çok rahat geçindirecek parayı oraya bıraktım. Müdüre de “düşüneceğim,” dedim gizemli bir sesle. Hep filmlerde hatunlar yapar ya, ben de nasıl yapıyorlar acaba derdim. İzlerken bir gün onlar gibi havalı olabilmeyi isterdim. Öldükten sonrasına kısmetmiş, idare edeceğiz artık.
Kapıya gelince arabamın kapıda olduğunu görüp Tolga abiye gülümsedim. Teşekkür ettim. Ne kadar kazandıklarını biliyordum. Paraya ihtiyacı olduğunu da biliyordum, anahtarlarımı alırken içeride ödediğimden daha fazlasını bahşiş olarak ona bıraktım. İtiraz edecek gibi olunca bakışlarımla susturup arabama yerleştim.
“İnci'm kızım Tolga abine iyi baktın mı gezdiniz mi İstanbul'u?” diyerek birkaç saattir ayrı kaldığım arabamı azıcık sevdikten sonra bastım gaza ve kestirmeleri kullanarak attım kendimi eve. İki saat sonra okul vardı ancak süslenirdim ben ya.