Adına ihtar mı, ihbar mı denmesi daha doğru bilemem ama bizim buralarda "imtihan" olarak hissedilen sürem çok şükür doluyor. Eski müdürüm son günlerimde burayı asla ve asla özletmemeye, geri dönmeme ihtimal bırakmamaya yemin etmişçesine canıma okuyor, sağ olsun. Sayesinde takım arkadaşlarımla, iki damla timsah göz yaşı bile akıtamadan ayrılıyoruz. Evet, birbirimizin yüzüne gülüp arkadan kuyusunu kazardık ama düşmanın bile tanıdığından ayrılmak zor neticede. Şimdi kim bilir benim yerime kim gelecek, Allah korusun benden iyi biri mi diye üzülemedi bile zavallılar? Gelen gideni inşallah aratır kuzucuklarım, canımcımlarım(!).
Bir öğle arası tek gerçek dostum olan Elif ablanın yanına kaçıyorum neyse ki, bir yolun açık olsun duasını ve demli çayını eksik etmiyor. Görüşmek için sözleşerek ayrılıyoruz onunla da.
Günler bir şekilde o ilk pazartesiye kavuşuyor, Nehir'i düşünüp gaza gelmiştim ama işler ciddiye binince bir ufak tırsıyorum. İnsanları; tek seferde anlatılanı anlayabildiğine, onlarla asla samimi olmayacağına ve işinde iyi olduğuna en baştan ikna et şimdi. Bütün bunları yaparken bir yandan da Ali Özay'ın aslında Nehir'e aşık olduğunu fark etmesini sağlamam gerekiyor. Şimdi düşününce, siktir et kariyeri ya. Önceliklerimizi unutmayalım lütfen Hazal'cığım, biz oraya CEO olmaya değil baldız olmaya gidiyoruz. Her şey Nehir için!
Aynaya son bir kez bakıp Nehir'i tekrar arıyorum; o da yolundan sadece beş dakikacık eksildiğini, patlamamam gerektiğini, daha çok vaktimiz olduğunu anlatıyor bal gibi (!) bir ses tonuyla. Evlilik stresi diyeceğim ama daha haberi de yok ki bu kızın.
On beş dakika sonra Nehir geldiğinde, oturup kalkmaktan kırışmış olan elbisemin eteğini yok saymaya çalışıyorum. Burada cici bir insan olmaya çalışıyorum ama bırakmıyorlar ki. İyi siber güvenlik uzmanları hiç etek, elbise giymesin; hiç hanım efendi olmasın. Çantamı aldıktan sonra kapıyı kilitleyip aşağı iniyorum.
Nehir beni "Kimin iş arkadaşı buuuuğ...." Cover'ı ile karşılıyor. Bir süre gülüşüp anın gerçekliğini sorguluyoruz sonra bizim kız gaza basıyor. Hadi bakalım.
"Hala inanamıyorum ya. Ay, çok mutluyum Hazal. İlaç gibi geldin, ilaç."
"Daha masama bile oturmadım Nehir'im. Bir siyah ekranınızı bile görmedim henüz."
"Görürsün görürsün, belanı çağırma şimdiden. Direkt bizim ekip olsaydı keşke ama buna da şükür. Ömer Bey biraz serttir ama çok iyi bir insan. Seveceksin bence."
Hiç umurumda değil ama bizim anasının gözü uyanmasın diye doğal davranıyorum. "Bakalım, inşallah iyi anlaşırız. Aman zaten eskisi ile bahar bahçe miydi sanki aramız, ondan kötü olamaz bence. İnsanlık suçuna girer öylesi."
"Deli. Olmaz, olmaz. Ben sana her şeyi anlatırım zaten, kimseye ihtiyacın yok. Kapı gibi ben varım ya!" Şu öz güvenin onda birini Ali de görsün valla başka bir şey istemiyorum Allah'ım, potansiyelini verimli kullanamıyor bu sen de biliyorsun.
"Herhalde kızım, sen varken ne yapayım insanları. Biz bize yeteriz."
"Her zaman."
Sabah kadın kuşağı programı tadındaki sohbetimizi bağırarak söylediğimiz Türkçe pop şarkılar ile taçlandırıyoruz. Nihayet şirkete vardığımızda, güvenlikteki abi bizi yine güler yüzüyle karşılıyor. Şimdi arabaylayız diye tanışamasak da kendisini en kısa zamanda tanımayı kafama yazıyorum. Belli ki biz iyi anlaşacağız, bekletmeye ne gerek var?
Nehir arabasını otoparka bırakıyor, asansöre giden yolda benimle masama gelip gelmemesi konusunu hala netleştiremiyoruz. Cuma akşamından beri neticelendiremediğimiz konuyu iki dakikada çözmemiz beklenemezdi zaten. En son taş-kağıt-makasta karar kılıyoruz, asansörün boşluğundan faydalanıp hızlı bir üç el atıyoruz. Ben kazanınca Nehir kuyruğunu kıstırıp kendi masasına gidiyor. Şükürler olsun, utanmasa öğle aralarında sırtıma bez de koyar bu kız.
On üç kişilik ekibin gelmiş olan bölümü ile tanışıp bana ayrılan masayı öğreniyorum. Dakika bir gol bir bana müdürün en rahat görebileceği masayı ayırarak sevgilerini göstermişler. Bir yandan da iyi gerçi balık baştan koksundu.
Teşekkürler eşliğinde masama geçiyorum, benim için kurulumu vesaire yapılmış bilgisayarımı açıyorum. Bugün birkaç oryantasyon toplantısı dışında işim olmayacak muhtemelen ama adettendir. Yan masa sakini Alp ile olan kolay sohbetimizi muhaberattan gelen telefon bölüyor. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor. "Kargonuz ulaştı Hazal Hanım, dilediğiniz zaman uğrayıp alabilirsiniz." cümlesini en az bir on beş kez duyuyorum. Ayy sevilmek ba-şa be-la!
Masanın üzeri kişisel bir seraya dönüyor. Gerçekten değer verdiğim insanlardan gelen çiçeklerle neşelenmeden duramıyorum. Normalde iyi bir insanım aslında ama iş hayatındakilerle yürütemiyoruz bir türlü. Aynı dili konuşamadığımızdan oluyor herhalde, benim yalancam onlar kadar iyi değil maalesef (!). Koridordan çıkış yaptığını gördüğüm Melek, kimse duymadığı için hiçbir işe yaramayan laf sokmamı bölüyor. Az önce muhaberata inerken tasarladığım planımı uygulamak için kalkış yapıyorum. Kısmetse Nehir, Ali ve ben kahveye çıkacağız; sonra "Aaa bana bir telefon geldi, tüh oturamayacağız ama siz bozmayın lütfen." oynayacağız. Klişe ama çalışır, yani öyle umuyorum.
Nehir'in masasına yaklaşırken bile isteye sesimi yükseltiyorum, "Ben geldim, dünya güzeli." Ne kadar güzel olduğunu görüyorsun ya Ali. Heh kaldırdı kafasını, artık gerçekten görüyor. Aynen buradan devam ediyorum, bir maniniz yoksa.
Nehir bu hamlelerimden habersiz, "Bağırmasana kızım." diye beni paylıyor. Ya adam buraya koyarken çirkefleşemezsin, teyzemin mahsulü. Daha fazla abartmasın diye geri basıyorum. Zaten gerekli ilgiyi çektik, bu kadarı işimi görür.
"Tamam tamam, hadi gel bir kahve içelim."
Dudaklarını büzüp ekrana bakıyor, sonra dönüp bana bakıyor. Ben kazanıyorum, hafiften mırın kırın etse de ayağa kalkıyor.
"Aslında bir raporu devreye alacaktım ama, çok oyalanamayız bak."
"Tamam canım, ben de oyalanamam zaten ilk günden arazi oldu demesinler arkamdan." Nehir tam sessiz sedasız gideceğimizi sanırken şovumu yapıyorum, "Ali, kahveye iniyoruz sen de gelsene!"
Nehir kaldırdığı kaşlarıyla bana bakıyor, kafamı çevirip bakamasam da o ifadeyi ne zaman, nasıl yapar ezbere biliyorum. Ali de sanki dünyanın en ilginç şeyini söylemişim gibi duraksıyor, bizim yabani nasıl bir hiç çağırmıyorsa çocuğu. Hızlı toparlıyor neyse ki, "Olur, gelirim tabi."
Üçümüz yan yana yürümeye başlayınca Nehir'e yanaşmayı gözüm yemediği için Ali'ye yakın konumlanıyorum. Kollarım morarsın istemeyiz.
"Hayırlı olsun Hazal. Nehir bahsetti sabah, siber güvenlikte başlamışsın." diyerek güzel bir giriş yapıyor Ali.
"Teşekkür ederim, inşallah."
"Ömer Bey, biraz serttir ama iyi bir insan. Birkaç ortak projede yer almıştık, ekiptekiler de fena değil."
"Ben dipten geliyorum Ali, daha kötüsü mümkün değil zaten." diyip gülüyorum. Ben öyle söyleyince ne dese olmayacağından o da gülüyor sadece. Asansöre binerken Nehir'im oltaya düşüyor, olması gerektiği gibi.
"Domuzluk yapma, sen insanlara fırsat vermiyorsun ki. Bunun yaptıklarını bir bilsen Ali, emin ol karşı tarafa acırdın. İnsanlar geçmiş olsuna geldi ayağını kırdığında, uyuyor dedirtti kendine çıkmadı karşılarına." derken bakışlarını benden çekip Ali'ye döndürüyor. Eee daha daha neler var tatlı kız anlatsana?
Ali Nehir'e bakarken bir an duraksasa da cevap vermeyi çok geciktirmiyor, "Takdir ettim." Yaa, ağzın bal yesin eniştem be! Ayy eniştem mi dedim, Allah söyletti valla.
Canım, Nehir'e bilmiş bilmiş bakışlar atıp "Baaak, gördün mü?" demekler çekse de en önemli task'ıma uygun ilerlemeyi sürdürüyorum. "Nehir'in beni anlaması mümkün değil Ali, kendisi nefes alan tüm canlıları seviyor. Ailenin iyi ve güzeli o, kötü özellikleri bana yüklemişler o öyle gitmiş*."
Ali esprimi hiç duymayıp ilk cümlemin peşinden gidiyor, belli ki gaza gelmiş. En sevdiğim. "Gerçekten Nehir'in arkasından kötü konuştuğu bir tane insan olmadı ya, ben bize söylemiyor herhalde diyordum ama sen de öyle diyorsan."
"Hem de nasıl öyle, anlayamazsın."
Biz dedikodumuzu da alıp asansörden inerken Nehir tatlı bir el sallayışla bölüyor konuşmamızı, "Ben buradayım yalnız."
Ben "Farkındayız." diye cırlarken Ali ağzının içinde "Farkında olmamak mümkün mü?" minvalinde bir şeyler söylüyor. İşte böyle Ali'ciğim, bir dahaki sefere biraz daha yüksek sesle dökül ki ablalar da duysun.
Nehir aveli her şeyden habersiz yürümeye devam ediyor, gerçekten gözünün önündekini göremiyor bu kız. Tam kahve kuyruğunu atlatıp boş bir masaya yönelecekken telefonum çalıyor. Allah Allah, kim ki bu? Az önce mesaj atıp beni aramasını rica ettiğim Simay mı, acaba?
"Efendim Alp, hmmm. Tamam geliyorum ben, yok yok kahve almaya inmiştim sadece. Sen de ister misin?..Tamamdır, görüşürüz." Repliklerimi tek ezberde verdikten sonra her şeyden habersiz kurbanlarıma dönüyorum.
"Kusura bakmazsanız benim kata dönmem gerekiyor. Sonra telafi edeceğim olur mu, siz takılın?"
Nehir dur nereye diyemeden, Ali'nin kabulleniş cümlelerini tam dinleyemeden vedalaşıyorum kendileriyle. Yemek bölümünden çıkmadan dönüp bir bakıyorum, ikisi bir masaya geçmiş gülerek konuşuyorlar. Neyim ben ya, Pyhton bilen ilk Eros mu?
Telefonuma gelen mesaj sesiyle gözlerimi onlardan ayırıp asansöre yürüyorum.
"Bahçıvan çağırmalı mıyız?" Ömer Sancaktar 10:30
Aaaa, müdürüme de bakın siz? Hani sertti bu adam, bir şakalar bir komiklikler?
Ayıp olmasın diye cevap yazıyorum. Tamam, evet güzel bir espri olduğu için cevap yazıyorum. Ayıp olmasın diye parmağımı oynatmam.
"Çok naziksiniz, bey babam az önce yola çıkardı." 10:31
Bu sırada asansör kata ulaştığını söylüyor, gözüm telefonda çıkmaya çalışırken birine çarpıyorum. Elimdeki sıcak kahve biraz bana sıçrasa da büyük oranda karşımdaki beyaz gömleğin sahibine dökülüyor. Panikle konuşurken bakışlarımı telefondan çekiyorum,
"Ben çok özür dilerim, aptal gibi telefona dalmışım. Yandınız, hemen-" diyemeden Ömer Bey'le göz göze geliyorum. Bu kez içimden söylediğimden emin haykırıyorum, Hassiktir!
Ömer Bey gömleği teninden uzaklaştırmış bana bakarken alakasız bir gülümseme oluşuyor yüzünde. Adamı yaktıktan sonra düştüm de rüya mı görüyorum acaba diye şüphelenirken sesini duyuyorum.
"Yandım, gerçekten yandım."
*
Merhaba,
Bizim Thelma & Louise geldi.
Beğenirseniz yıldız çakın, yorumlarınızla da epey mutlu olduğumu bilmenizi isterim!
Yaldızlar, yıldızlar, öpücükler :*