Tayland’ın sıcak ve nemli havası, uçağın kapıları açıldığında yüzüme çarptı. Çok farklı kokular ve bu tropik atmosfer, zihnimde yeni bir başlangıcın resmi gibiydi. Havalimanından otelin transfer aracına bindiğimde, büyük bir heyecanla camdan dışarı baktım. Palmiye ağaçlarının sıra sıra dizili olduğu yollar, egzotik çiçeklerle süslenmiş sokaklar ve yerel pazarların rengarenk görüntüsü bana daha önce hiç yaşamadığım bir dünyayı vaat ediyordu.
Transfer aracı, adeta bir tropik cennet gibi duran otele yaklaştığında nefesim kesildi. Girişte altın renkli heykeller, devasa palmiye ağaçlarıyla süslenmiş geniş bir bahçe ve ortasında lotus çiçekleriyle dolu bir gölet vardı. Otelin ana binası, Tayland’ın geleneksel mimarisinden ilham almıştı; çatılar yukarıya doğru kıvrılıyor, altın ve yeşil tonları birbirine karışıyordu. Girişteki ahşap oymalar ve lotus çiçeği motifleri, her detayın özenle düşünüldüğünü gösteriyordu.
Kapı görevlisi, nazik bir şekilde aracın kapısını açıp gülümseyerek beni karşıladı. “Welcome to Siam Lotus Resort, ma’am” (Siam Lotus Resort’a hoş geldiniz, hanımefendi.) dedi hafif bir Tayland aksanıyla. Gülümseyerek teşekkür ettim. İngilizceyi iyi bilmem buradaki yolculuğumu kolaylaştıracaktı, bundan emindim. Görevlilerden biri bavulumu aldı ve resepsiyona doğru yöneldim.
Resepsiyona adım attığımda, yüksek tavanlı geniş bir lobide buldum kendimi. Ortada büyük bir mermer masa, masanın üzerinde egzotik çiçeklerle dolu bir vazo vardı. Lobinin diğer tarafında bir şelale detayı ve yanında rahat koltuklar yer alıyordu. Tavandan sarkan kristal avizeler, doğal ışıkla parlıyor, mekana bir ihtişam katıyordu.
Resepsiyonist, beyaz üniforması ve yüzündeki nazik gülümsemeyle beni karşıladı. “Good afternoon, ma’am. Welcome to our resort. How can I assist you?” (İyi öğlenler, hanımefendi. Tesisimize hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?) dedi.
Pasaportumu uzatarak rezervasyonumu söyledim. “I have a reservation under the name Defne Soylu” (Defne Soylu adına bir rezervasyonum var.) dedim. Resepsiyonist, bilgisayara hızlıca göz attı ve ardından başını kaldırarak sıcak bir şekilde, “Yes, Ms. Soylu. Your room is ready. We hope you enjoy your stay” (Evet, Bayan Soylu. Odanız hazır. Umarız konaklamanızdan keyif alırsınız.) dedi.
Anahtarı uzatırken ekledi: “Your room is located on the top floor with an ocean view. If you need anything, don’t hesitate to call our concierge service.” (Odanız en üst katta, okyanus manzaralıdır. Herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa, lütfen müşteri hizmetlerini aramaktan çekinmeyin.)
Teşekkür ederek anahtarı aldım ve bavulumu alıp bana yol gösteren görevliyi takip ederek odama doğru ilerledim. Asansör yolculuğu sırasında camdan dışarı baktığımda, otelin arka tarafında bir sonsuzluk havuzu ve arkasında deniz manzarası dikkatimi çekti. “Aradığım cennet burası olmalı.” diye düşündüm kendi kendime.
Odamın kapısını açtığımda, karşımda geniş camlardan masmavi okyanus görünüyordu. Oda, modern ve zarif bir şekilde tasarlanmıştı. Geniş bir yatak, ince detaylarla süslenmiş nevresimler ve tam karşısında minimalist bir masa vardı. Masanın üzerinde bir meyve tabağı ve otel yönetiminden bir karşılama notu duruyordu. Yatak başındaki duvara oyulmuş lotus çiçeği figürleri, mekana geleneksel bir dokunuş katıyordu.
Balkona çıkıp derin bir nefes aldım. Altın renkli kumlar ve yeşil-mavi tonlarda dalgalanan okyanus önünde uzanıyordu. “Nihayet buradayım.” dedim kendi kendime. Burada olmak, yıllardır üzerimde biriken tüm yorgunluğu silip süpürecekmiş gibiydi.
Otele yerleştikten sonra 24 saatlik uçuşun acısını çıkarırcasına uyumuştum. Keskin bir baş ağrısıyla uyandığımda baş ucuma koyduğum ilaçlarımı hızla alıp içmiştim. Ara sıra başıma giren şiddetli ağrılar yüzünden sürekli tetikte olmak zorunda hissediyorum. Doktoruma yolculuk planlarımı anlatıp 6 ay yetecek kadar ilaç temin etmiştim. Hava alanımda raporlarımı gösteremeseydim yeşil reçeteli ilaç taşıdığım için tutuklanabilirdim. Neyse ki raporu gören görevli sonrasında bana acıyan gözlerle bakmaktan öteye girmemişti.
Ağrının hafiflemesinden sonra üzerimden pikeyi atıp banyoya doğru ilerledim. Banyodaki mermer detayları oldukça güzel görünüyordu, altın varaklı aynaya baktığımda soluk yüzüme birkaç dokunuş yapmam gerektiğini düşündüm. Banyodaki işlerimi halledip tekrar odaya döndüğümde planladığım gibi Tayland’ı keşfetmek için araç kiralamaya karar verdim. Lobiye inip otelin müşteri hizmetlerinden bilgi aldım. Görevli kadın nazik bir şekilde beni dinledi ve ardından elindeki broşürlerden birini çıkararak önüme koydu.
“Ma’am, we work with a trusted car rental service. You can choose from economy cars to luxury vehicles. Would you like me to arrange one for you?” (Hanımefendi, güvenilir bir araç kiralama servisiyle çalışıyoruz. Ekonomik araçlardan lüks araçlara kadar seçim yapabilirsiniz. Sizin için bir araç ayarlamamı ister misiniz?) diye sordu.
“Sure. A mid-size SUV would be fine” (Elbette. Orta boy bir SUV uygun olur) dedim. Kadın, hızlıca bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra bana döndü. “The car will be ready within 30 minutes. It will be delivered right outside the lobby.” (Araç 30 dakika içinde hazır olacak. Lobi önüne teslim edilecek) dedi.
Araç geldiğinde, siyah renkli bir SUV kapının önünde bekliyordu. Araç kiralama şirketinin temsilcisi, bana araçla ilgili tüm bilgileri detaylı bir şekilde anlattı. İngilizce konuşmasındaki açıklık, burada iletişim konusunda hiçbir zorluk yaşamayacağımı bir kez daha kanıtladı. Evrakları imzaladıktan sonra araca bindim ve içime dolan özgürlük hissiyle yola çıktım.
İlk durağım, otelin yaklaşık 15 kilometre uzağında bulunan bir tapınaktı. Yol boyunca palmiyelerin gölgelediği dar ve kıvrımlı yollar, renkli sokak pazarları ve küçük dükkanlarla çevriliydi. Tapınağa vardığımda, devasa altın bir Buda heykeli beni karşıladı. Tapınağın etrafında rahipler, ellerindeki tütsülerle dua ediyordu. O an, sessizliğin içinde derin bir huzur kapladı içimi.
Tapınağı gezerken, yaşlı bir keşiş üzerindeki tutuncu urbasıyla yanıma yaklaştı. Yüzündeki kırışıklıklar yıllar boyunca yaşadığı iyisiyle kötüsüyle anların hatırasıydı. Hafifçe eğilerek, “Hallo, ma'am. Where are you from?” (Merhaba hanımefendi. Nerelisiniz?) diye sordu. “Hi! I’m from Turkey” (Merhaba Türkiye’denim) dedim. Rahip, başını sallayıp gülümseyerek, “Welcome. There is a deep pain in your eyes. I hope may this journey bring you peace” (Hoş geldiniz. Gözlerinizde derin bir acı var. Umarım bu yolculuk size huzur getirir.) dedi dedi ve usulca uzaklaştı. Bense keşişin arkasından öylece bakakaldım. Bu adam acımı nasıl görmüş olabilir ki. Bu anın etkisinden bir süre sonra anca çıkabilmiş ve gezime devam etmiştim.
Tapınağın serin taş duvarlarına dokunurken, buraya gelmenin bana ne kadar iyi geldiğini fark ettim. Tayland, sadece bir ülke değil, ruhumun yeniden doğuşu için bir kapı gibiydi.
Bu yeni başlangıç için hazırdım. Tayland’ın keşfedilecek daha çok yeri vardı ve ben bu yolculuğun her anını hissederek yaşamaya kararlıydım.
Buradaki on günlük süreyi böyle böyle geçirirken içimdeki keder beni terk etmiş gibiydi. Günlerim bir rutine oturmuştu. Sabah kalkıp kahvaltı yapıyor ve otelden çıkıp akşama kadar gezmeye devam ediyordum. Bu geziler yeri geldiğinde bir plajda, yeri geldiğinde bir müzede, veya sokak lezzetlerini tadarak geçiyordu. Kendime bir sınır çizmiyor dilediğimce yaşıyordum. Şimdiye kadar yaptıklarımı tek tek kırmızı kaplı defterimde yer alan ölmeden önceki yapılacaklar listemde tiklerken tarifsiz bir mutluluk duyuyordum. Ölüm beki de kendimi bulmam için bir fırsat olmuştu.
Taki onuncu günün akşamına kadar. Elleri tanımadığım bir adama kalp masajı yaparken onu kurtarmak için içimden dualar ediyordum. Adam yerde kanlar içerisinde yaşama tutunmaya çalışıyordu. Ben ise ölüme teslim olmuşken ölümün kıyısında olan bu adamı yaşatmak istiyordum.