Tayland’ın o güneşli sabahında, ünlü bir adalarından James Bond adası tekne turuna katılmıştım. Turkuaz suların üzerinde süzülen tekne, beni hayalini kurduğum cennete taşır gibiydi. Beyaz kumlarla çevrili plajlar, egzotik kuşların sesi ve hindistan cevizi ağaçlarının gölgeleri… Zaman burada sanki yavaşlamıştı. Kendi varlığımı unutup doğayla bütünleşmiştim adeta. Adanın plajından engin maviliklere doğru koştum. Kendimi serin sulara attım ve bu güzel anın tadını doyasıya çıkardım. Plaja doğru dönerken hafif bir meltem saçlarımı okşayarak geçerken gözlerimi kapattım.
Akşama doğru ada turunu tamamladıktan sonra tekne, güneşin yavaşça batmaya başladığı saatlerde ana karaya dönmüştü. Zihnim hâlâ adanın eşsiz güzellikleriyle doluydu. Altın sarısı kumsallar, kristal berraklığındaki deniz ve palmiyelerin gölgesinde geçirilen saatler, ruhumu şefkatli bir dokunuşla okşamıştı. Dalgaların sakin melodisi, içimdeki kargaşayı biraz olsun susturmuş gibiydi. Ama o akşamın, hayatımda bir dönüm noktası olacağından habersizdim.
Otobüsle otele dönüşüm sırasında, yol boyunca dışarıyı seyrettim. Gece çökmeye başlamıştı ve Tayland’ın ışıl ışıl sokakları hareketlenmişti. Pazarlarda egzotik meyveler satan tezgâhlar, yemek dumanlarının yükseldiği sokak standları, her köşede farklı bir hikâye vardı. Bedenimde hafif bir yorgunluk hissiyle otelime vardığımda, hiçbir yere bakmadan otele doğru ilerledim.
Bir an önce kaldığım odaya çıkmayı düşünüyordum ki dışarıdan gelen acı bir fren sesiyle irkildim. Arkama döndüğümde otel girişinin hemen önünde bir grup insan toplanmıştı. Kalabalığın arasından zayıf bir kadın sesi yükseldi: “Help! Someone help!” (Yardım edin! Birisi yardım etsin!)
Nefesim hızlanmıştı. İçimdeki hemşirelik refleksi beni duraksamadan harekete geçirdi. Yıllardır hastanenin acilinde çalışmış bir hemşire olarak elimdeki çantayı lobiye bırakarak aceleyle dışına çıktım. İnsanları kenara çekip olay yerine yaklaştığımda, yerde yatan bir adam gördüm. Adamın gömleği, omuz hizasında kana bulanmıştı. Kanlı siyah saçları anlını kapladığı için yüzü görünmez haldeydi. Bedeni oldukça iriydi fakat bu yapılı haline rağmen o kadar çaresiz ve savunmasız görünüyordu ki… Bu kadar güçlü bir auraya sahip birinin yerde yatması bana imkânsız gibi gelmişti. Ama bu sahne tüm gerçekliğiyle gözlerimin önüne serilmişti. İçimde bir şeyler sarsıldı, sanki tanımadığım bu adamın hayatı bir anda benim sorumluluğummuş gibi hissediyordum. bu adamda beni kendine çeken bir şeyler vardı. Gözlerini görmemiştim ama içimden gözlerini rengini görmek için inanılmaz bir istek vardı.
Adamın yanındaki biri sürekli, “He needs help! He’s not breathing!” (Yardıma ihtiyacı var! Nefes almıyor!) diye bağırıyordu. bu bağırış beni kendime getirirken adamın yanına diz çöktüğümde tüm eğitimlerim, tecrübelerim bir anda zihnimde uçuşmaya başlamıştı. Ellerim titriyordu ama durumu değerlendirmek için içimdeki korkuyu bastırmam gerekiyordu. “Everyone, step back!” (Herkes geri çekilsin!) diye bağırdım. Kalabalık biraz olsun geri çekildi ve o boğucu katastrofik alan biraz olsun ferahladı.
O esnada “Excuse me, ma’am, I’m his assistant!” (Afedersiniz hanımefendi, ben onun asistanıyım!) diye bağıran bir ses duyduğumda kafamı kaldırdım. Yerde yatan adamın yanına doğru hızla bir adam koşuyordu. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, siyah bir takım giymiş, elinde bir evrak çantasıyla gelen adamın kısa sarı saçları, güneşte parıldıyor, yüzündeki ifadeden bir profesyonellik ama aynı zamanda bir panik okunuyordu. Mavi gözleri, yerde yatan adamın halini gördüğünde korkuyla açıldı.
Dizlerinin üzerine çökerken ellerini Ethan’ın yüzüne doğru uzattı ama ne yapacağını bilmez gibiydi. “Oh my God, Ethan, can you hear me?” (Aman tanrım, Ethan, beni duyabiliyor musun?) diye devam etti. Sesindeki çaresizlik dikkatimi çekti. Gözleri bir yandan Ethan’ın üzerinde, bir yandan benim yaptıklarımı inceliyordu.
“Please stand back!” (Lütfen geri çekilin!) dedim, ellerimi kaldırarak. “I'm trying to save him.” (Onu kurtarmaya çalışıyorum.)
Bana şaşkın ama itaatkâr bir bakış attı, ardından hemen telefonunu çıkarıp bir yerlere arama yapmaya başladı. Parmakları titriyor, İngilizce hızlıca birilerini bilgilendiriyordu. Ama her şeyden önce, gözleri Ethan’ın yüzündeydi. O bakış, hem derin bir saygı hem de bir dostun acısını taşıyordu.
Adamı görmezden gelip yerde yatan adının Ethan olduğunu öğrendiğim adama odaklanarak nabzını kontrol ettim. Kalbi durmuştu. Derin bir nefes alıp hemen göğsüne doğru ellerimi yerleştirdim ve kalp masajına başladım. Her baskıda, “Hadi! Lütfen dayan!” diye içimden geçiriyordum. Çevremdeki insanların sessizliğini duyabiliyordum, herkes korku dolu bakışlarla beni izliyordu.
“Did someone call an ambulance?” (Birisi ambulans çağırdı mı?)
diye seslendim. Kalabalığın içinden bir ses, “Yes, they’re on their way!” (Evet, yoldalar!) dedi.
Adamın yüzüne baktığımda, hayatla ölüm arasındaki o ince çizgiyi gördüm. “Can you hear me?” (Beni duyabiliyor musun?) diye sordum. Tabii ki cevap yoktu. Ama benimde pes etmeye niyetim yoktu. Kalp masajına devam ederken, kendi soluk alıp verişlerimin hızlandığını hissettim. Her bir baskıda, içimdeki bir parçanın da onunla birlikte yaşama tutunduğunu hissediyordum.
“Dayan!” dedim alçak bir sesle, adamın yüzüne bakarken. “Bırakma kendini, burada kal! Mücadele et!” Sesim titriyordu, ama bu sözleri sadece ona değil, kendime de söylüyordum sanki.
Bir süre sonra, adamın göğsü hafifçe hareket etti. Önce bir kez, ardından bir kez daha. “He’s breathing!” (Nefes alıyor!) diye bağırdım. Kalabalığın içinde bir rahatlama dalgası yayıldı. Ama ben hâlâ ellerimi göğsünden çekmemiş, onun düzenli nefes alıp almadığını kontrol ediyordum. Gözlerim dolmuştu, ama ağlayamazdım. Şu anda tek önemli şey, onun yaşamasıydı.
Adamın gözleri hafifçe aralandığında, kısa bir süre sonra ambulans sirenleri duyuldu. Sağlık görevlileri geldiğinde, hızla durumu anlatıp adamı onlara teslim ettim. Biri bana dönüp, “You did great. Without you, he wouldn’t have made it.” (Harika iş çıkardınız. Sizin sayenizde hayatta kaldı.) dedi. Başımı sallayıp yavaşça oradan uzaklaştım.
Ben olay yerinden uzaklaşırken arkamdan bir adam bana yaklaşarak “Thank you ma'am. Can I know your name? I'm sure our boss will want to thank you when he wakes up.” (Teşekkürler hanımefendi. İsminizi öğrenebilir miyim? Patronum uyandığında eminim size teşekkür etmek isteyecektir.) dediğinde ona baktım. Adam oldukça telaşlıydı. Büyük ihtimalle patronunu peşinden gitmesi gerekiyordu. Bende onu daha fazla tutmadan adımı ve iletişim numaramı söyleyip otele girdim. Gerçi beni aramayacaklarından emindim. İçimde o anın yaşanmışlığının hüsranıyla odama gittim.
Buraya geldiğimden bu yana yanıma uğramayan o uğursuz yaşama arzusu ellerimdeki kanla kendini tekrar hatırlatmıştı. Lavaboya gidip ellerimi kanatana kadar yıkadım. Bu ellerle bir hayatı kurtarırken kendi hayatımın ellerimden kayıp gitmesine katlanamıyordum. Gözlerimden yaşlar boşalırken dizlerimde derman kalmamışçasına yere oturdum. Ellerim tezgahta başım banyo dolaplarına yaslıyken içim dışıma çıkana kadar ağladım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sonunda gözyaşlarım dindiğinde yerimden kalkıp yatağa attım kendimi. Beyaz tavana bakarken aklımdaki kesif karamsar düşünceleri def etmeye çalışarak uyuya kaldım. Halbuki yarınlar bana çok daha ağır düşünceleri getirmek için sıraya girmişti. Bense her şeyden habersiz derin bir bekleyiş içerisindeydim.