ÖLÜMLE TANIŞMA
Okyanus, gözlerimin önünde sonsuz bir masal gibi serilmişti. Tayland’ın bu küçük ve gözden uzak adasında, gökyüzünün turuncu ve pembeye büründüğü bir gün batımında, kulaklarımda dalga seslerinin yankısı vardı. Ayaklarımın altındaki incecik kum, ellerimi okşayan ılık bir meltem ve burnuma gelen tuzlu deniz kokusuyla her şey öylesine kusursuzdu ki, neredeyse bunun bir rüya olduğunu düşünecektim.
Ama gerçekti. Gerçek olmalıydı. Çünkü şu an içinde, acılarım ve geleceğimin belirsizliğiyle bir ben vardım. Hayatım boyunca hep böyle bir manzara hayal etmiş, özgürlüğü iliklerime kadar yaşayıp, mutluluğu doya doya tatmak istemiştim. Fakat şimdi bu huzurun bir illüzyon olduğu düşüncesi tüm benliğimi sarmıştı.
Gözlerim ufuk çizgisine takıldı. Maviliklerin arasında, sanki kendi içimde kaybolmuş gibiydim. Buraya gelmeden önceki halimi düşündüm. Yıllarca süren keskin baş ağrılarım dayanılmaz bir hâl aldığı o günleri, hastane koridorlarında gezerken aniden yere yığıldığımda hayatımın alt üst olacağını hiç düşünmemiştim. Hayatımın sona yaklaştığını öğrendiğim o korkunç günden sonra kendimi burada bulmuştum. Oysaki okyanusla baş başa, ömrümün son zamanlarını yaşamaya çalıştığım bu topraklarda aşkı bulacağım aklımın ucuna gelmezdi.
Arkamdan gelen yumuşak bir sesle irkildim. "Defne…" dedi.
Ethan! Aşık olduğum adam… Ölümün kıyısındayken yaşamayı tekrar istememi sağlayan bu adam benim hem en büyük acım hemde zorlu yıllarımın armağanıydı.
Onun sesini duyduğumda bir an için zaman durdu. Arkama döndüğümde, onu gördüm. Siyah gözleri her zamanki gibi çok derin bakıyor, sanki içimde sakladığım bütün sırlarımı gün yüzüne çıkarıyordu bakışları. Hafif dağınık siyah saçları, gün batımının altın ışığında parlıyordu. Uzun boyu ve dengeli vücuduyla kirli sakallarıyla çerçevelenen o güzel yüzü her kadının onu arzulamasını sağlardı. Kalbimde hafif bir sızı hissettim. Ben onun için bir yükten ibaret olsam da içimde yaşadığım çatışmaları bir kenara bırakarak son anlarımda sevdiğim adamın yanında olma isteğimi bastıramıyordum.
"Ethan…" dedim, sesim fısıltıdan ibaretti. Okyanusun sesi, onunla aramızdaki sessizliği dolduruyordu.
Ethan birkaç adım attı, bana doğru yaklaştı. Yüzünde her zamanki sakin ifadesinden eser yoktu.. "Buradasın," dedi yutkunarak. "Gittin sandım." dedi acı dolu gözlerle bana bakarken.
Sözleri, kalbime bir ok gibi saplandı. Başımı eğdim gözlerimde biriken yaşları saklamak için.
"Gidemedim." dedim sonunda. Sesim, fısıltıdan farksızdı. gözyaşlarım yer çekimine daha fazla direnemeden süzülürken “Özür dilerim seni kendi arafımdan azad edemedim. Gidemedim özür dilerim.” dediğimde Ethan gözleri dolmuş bir şekilde bana baktı ve “Beni bırakmadığın için teşekkür ederim.” dedi dudakları titrerken.
Ona doğru bir adım attım, sonra bir tane daha. Onun gözlerine bakarak yürüdüm. Kalbimde hissettiğim sızı, gözlerimden düşen yaşlar her adımda biraz daha çoğalıyordu.
Sonunda ona ulaştığımda, bakışlarımız birbirine kenetlendi. Gözlerimden süzülen yaşları silmek için hiç çabalamadım. Sevdiğim adamın da sol gözlerinden bir gözyaşı firar etti. Yüzünü ellerimin arasına alıp parmaklarımla gözyaşlarını sildim. Parmak uçlarımdan yükseldim gözlerinin içine bakarak “Öp beni. Bütün acılarımı unutturacakmış gibi öp beni. Hiç ayrılmayacakmışız gibi öp beni.” dedim içimden taşan aşkla.
O an, Ethan’ın kolları yavaşça belime dolandı. Gözlerinde beliren şefkat ve aşkla dudakları dudaklarımı bulduğunda grilerde boğulan dünyama renk gelmişti. Hayatım boyunca hep kendimden vermiştim ama ilk defa bencil olmaya karar vermiştim.
########
Herşey bir nöbet günü yere yığılma ile başlamıştı. Hastane koridorlarında ismimi haykıran arkadaşlarım apar topar beni acile taşımışlardı. İlk müdahale sonrasında doktor Mr çekilmesi gerektiğini söylemişti. Şimdiyse doktorun muayene odasında koyduğu teşhisi dinlerken gözlerim elimdeki rapor sonuçlarındaydı. Zihnim odanın duvarlarında yankılanan kelimelere takılı kalmıştı. "Adenokarsinom! Defne... İlerlemiş durumda... Sana bunu söylemek benim için çok zor olsada maalesef zamanın sınırlı." dedi çalıştığım hastanenin doktorlarından Bülent. Gözlerinde gördüğüm acımayı iliklerime kadar hissetmiştim.
Bir hemşire olarak yıllarca benzer cümleleri başkalarına ben söylemiştim. Ama o an, o kelimeler benim için söylenmeye başlanmıştı. Cümlelerin ağırlığı, göğsüme oturmuş gibiydi. Nefes almak zorlaşmıştı, sanki bu odada hava bana küsmüş, beni terk etmeye başlamıştı.
"Ben…" diyebildim sadece. Sesim o kadar kısıktı ki kendi kulaklarım bile duymakta zorlandı. Bülent bey bir şeyler daha söylüyordu, dudaklarının hareket ettiğini görebiliyordum ama kelimeler zihnime ulaşmıyordu. Elimde tuttuğum kağıtlara baktım. Siyah mürekkeple yazılmış tıbbi terimler... Bu kadar aşina olduğum kelimeler, şimdi bana öyle yabancı geliyordu ki.
"Bu bir şaka olmalı!" diye fısıldadım. Yıllardır başkalarının acılarına şahit oldum. Onları sakinleştirdim, cesaret verdim. Şimdi aynı cesarete kendim muhtaçtım. Ellerim... Başkalarını iyileştirmek için saatlerce çalışmış ellerim… Şimdi bu ellerle kendim için ne yapabilirdim? Hiçbir şey.
Raporları biraz daha sıkmak istesemde bütün gücüm bedenimden akıp gittiği için yapmamıştım; tıpkı elleri titreyen bir hasta gibi. Bunu kendime yakıştıramıyordum ama kontrol de edemiyordum. Gözlerim pencereden dışarı kaydı. Güneş batıyordu. Turuncu ve altın sarısı ışıklar İstanbul’un üzerine bir battaniye gibi serilmişti. Aylardan Kasımdı. Oldum olası sevmezdim soğuk ayları. Tamda böyle soğuk bir Kasım gününde kaybetmiştim ailemi.
Her şey o kara günde başlamıştı. Yedi yaşında bir çocukken… Annemin kahkahalarını, babamın beni kucağında taşıyışını hatırlıyordum. O zamanlar dünyanın en güvenli yeri, babamın kollarıydı. Ama o kaza… Her şey o kazayla sona erdi. Annem ve babam yağmurlu bir kasım sabahı işe giderken trafik kazası geçirmişleri. Bir anda hayatımdan yok olmuşlardı. İnsan, bir çocuğun bunu nasıl anlamasını bekler? Bende anlamamış anne ve babamın yok oluşunu kabul edememiştim. Bana sadece "Artık annenle baban yok." dediler ve beni öylece o koca bir karanlığın içine bıraktılar.
Akrabalar… O kaosun ortasında hepsi, sırayla "Biz bakamayız," dediler. "Kendi çocuklarımız var." O zamanlar ne anlama geldiğini bilmediğim bir reddedilişle karşılaştım. Her biri, beni sırtımdan atıp karanlık bir kuyunun içine hapsetti. Yetimhaneye ilk girdiğimde korkudan ne yapacağımı bilememiştim. Yatakhanelerin soğukluğu, duvarların kasveti, çocukların gözlerindeki çaresizlik…
O kadar çok gecemin ağlayarak geçtiğini hatırlıyorum ki. Her sabah, içimde yeni bir yara gibi güneş doğardı. Ama alışıyorsun. İnsan her şeye alışıyor. Bir süre sonra orada, ne kadar ağlarsan ağla kimsenin duymadığını öğreniyorsun. Hayat bana değil arkadaşların kanından olanlara bile güvenmemeyi öğretmişti. Benim kendimden başka kimsem yoktu.
Yıllar geçtikçe, yaşadıklarım beni soğuk ve mesafeli biri yaptı. Üniversiteye başladığımda, babamdan kalan o eski evde tek başıma yaşamaya başladım. Dört duvarı ve içinde soğuk eşyaları olan bir yerdi. Ama bana ailemden kalan tek şeydi. Bu yüzden çok değerliydi. Üniversite yıllarında sabahları okula gidip akşamları part-time işlerde çalışırdım. Faturaları ödemek için çırpınıyor, bazen bir öğünü atlamak zorunda kalırdım. Ama kimseye belli etmezdim. Güçlü görünmek zorundaydım. Çünkü insanlar acılarını görmeye başlarsa acıyan yerinden tekrar kanatıyorlardı.
Hayatım boyunca gördüğüm acılar, beni insanlara yararlı olabileceğim bir mesleğe itmişti. Doktor olmak istesemde maalesef sınav sonuçlarım hemşireliğe yetmişti. Hastanede her şey daha da karmaşık bir hal aldı. Hastanede her gün yeni bir hayat hikayesine şahit oluyor, bazı günler, bir çocuğun acılarını hafifletmeye çalışırken kendi çocukluğumu hatırlıyordum. Ama kimse içimdeki kanayan yarayı bilmezdi. Gülümserdim. Hep gülümserdim. Çünkü insanların bana umut veren biri olarak bakmasını isterdim. Bazen düşünüyorum: Hayatta beni ayakta tutan neydi? Belki sadece yardım ettiğim insanların minnet dolu bakışları, onların acılarına bir nebze olsun derman olabilmekti.
Neylersin ki işte şimdi buradayım. Elimde bir rapor… Kendi kendimi iyileştirmekten aciz gün batımına bakıyordum. Yıllarca başkalarına derman olan ellerim, şimdi tamamen çaresiz.
Düşüncelerim dur durak bilmiyordu. "Adenokarsinom…" diye içimden geçirdim. Bu kelimeye ne kadar aşinaydım. Epitel dokudan kaynaklanan, genelde sinsi ilerleyen bir tümör… Ama bu kez benim beynimdeydi. "Ve ileri evrede." diye içimden ekledim, sanki doktorun cümlesini tamamlıyormuş gibi.
MR sonuçlarına tekrar baktım. Frontal lob... Duygusal kontrol, karar verme, planlama. "Yakında düşüncelerim… hislerim…" Bunu düşündükçe alnıma elimi götürdüm, o bölgede bir şeylerin varlığını hissetmeye çalışır gibi. Aptalcaydı biliyorum ama elimde değildi.
"Ne kadar zamanım var?" Bülent bey bunu sorduğum an zihnimde tekrar canlandı. O an sanki benim sesim değilmiş gibi. Öyle kararlı, öyle net bir tonla sormuştum ki… Ama kalbim, her atışıyla o kararlılığı yalanlıyordu.
"Birkaç ay, belki bir yıl.Kesin bir şey söylemek çok zor. Sende biliyorsun." dedi doktor. "
Zamanımın ne kadar kaldığını bile bilmiyordum. Bu belirsizlik beni çıldırtıyordu. Her şeyin bir cevabı, bir çözümü olmalıydı. Ama buradaydım işte…İçimden kendimi telkin ederek ‘kaç ayımın olduğundan çok, o zamanı nasıl geçireceğim önemli’ diye geçirdim.
Pencereye döndüm yeniden. Gün batımı yerini yavaşça karanlığa bırakıyordu. "Eğer yaşam bitmek üzereyse her anını hissederek yaşamalıyım." dedim fısıldar gibi. Küçük bir kızken hayalini kurduğum uzak yerler geldi aklıma. Hiç görmediğim okyanus kıyıları, görmek istediğim tapınaklar, yabancı kokular… Ertelediğim her şey bir anda zihnimde belirdi.
Madem ölüyordum, son anlarımı gerçekten yaşayarak geçirmek istiyorum.