Sözleri zihnimde yankılanırken "Hayat sigortası mı?" dedim tekrar şaşkınlıkla. "Ne kadar bir ödemeden bahsediyoruz?"
Ayten Hanım, masasındaki telefon ahizesini kaldırıp birkaç numara çevirdi. "Hemen sigorta birimini arayalım, tam detayları öğrenelim."
Bu bilgi, benim için tamamen beklenmedikti. Ayten Hanım telefonla sigorta birimini ararken, beynimde bu yeni bilgiyle baş etmeye çalışıyordum. Gerçekten böyle bir ödenek mi vardı? Ve bu benim yapacakları daha kolay yapmam için bir fırsattı.
Ayten Hanım, telefon görüşmesini bitirdikten sonra bana döndü. "Defne, sigortanla ilgili bir inceleme başlattım. Bu süreç genelde bir iki gün sürer ama durumun aciliyeti nedeniyle bugün öğleden sonra sonuçlanmasını sağlayabiliriz."
Başımı salladım. "Teşekkür ederim, Ayten Hanım. Ben eşyalarımı toplayayım. Birde arkadaşlarıma ayrıldığımı haber vermem gerekiyor." dedim ve ayağa kalktım. Ben kapıya doğru dönerken Ayten hanım “Beni her zaman arayabilirsin. İşleri kolaylaştırmak için elimden geleni yapacağım. Belki çok göstermedim ama seni hep taktir ettim kendi içimde. Çabalarını görmemek için kör olmak gerekirdi çünkü. Ben bir ablan olarak her zaman yanındayım.” dedi gözlerinde biriken yaşlarla.
Onun bu sözleri hayatımı bir nebze de olsun boşuna yaşamadığımı gösterdi bana. Benimde gözlerimin dolduğunu gördüğünde gelip bana sıkıca sarıldı ve “Çok üzgünün Defne. Sana yardım edemediğim için çok üzgünüm.” dedi ağlarken.
“Benim için yapıtınız her şey için teşekkür ederim. Bunca zaman boşuna yaşamadığımı gören biri olduğu için teşekkür ederim.” dedim gözyaşlarım istemsizce akarken gözlerimden.
Ayten hanımdan ayrılıp odayı terk edip koridora çıktığımda, Kendimi hemen toparladım. Gözlerimi silip yoluma devam ettiğimde içimde garip bir his vardı. Bir yandan hastalığımın ve istifamın ağırlığı, diğer yandan bu beklenmedik sigorta haberi… Bu ödenek, belki de ölmeden önce yapacaklarımı gerçekleştirebilmem için tanrı tarafından gönderilmiş bir hediyeydi.
Öğleden sonra sigorta biriminden çağrıldığımda, bekleme salonunda oturuyordum. Ellerim ter içinde, kalbim hızla atıyordu. Kapı açıldı ve bir görevli beni içeri davet etti.
"Defne Hanım, sizinle sigorta poliçeniz hakkında konuşmak istiyoruz. Öncelikle hastalığınız için üzüntülerimizi bildirmek isterim." dedi, sakin bir ses tonuyla.
Teşekkür ettim ve oturdum. Masanın üzerindeki belgeler dikkatimi çekti. Görevli, belgeleri kontrol edip devam etti: "Hastanemiz, kritik hastalıklara yakalanan personellerine hayat sigortası kapsamında yüksek oranda ödeme yapar. Sizin durumunuzda, poliçenizden yararlanarak 3 milyon TL'lik bir ödenek hakkınız bulunuyor."
Bu sözleri duyduğumda, kalbim bir anlığına duracakmış gibi hissettim. "3 milyon TL mi?" diye fısıldadım, inanamayarak. Bu miktar başkaları için çok olmasa da benim için yeter de artardı.
"Evet," dedi görevli. "Bu ödenek, sizin gibi hastalığa yakalanan çalışanlarımızın kalan hayatlarını daha rahat geçirebilmeleri için düzenlenmiştir."
O anda hissettiğim duygu, tarif edilemezdi. Bir yandan bu para, ölmeden önce hayallerimi gerçekleştirebilmem için bir umut ışığı olmuştu. Diğer yandan, bunun arkasındaki acı gerçeklik beni sarstı: Bu parayı almak, ölümüme bir adım daha yaklaştığımı kabul etmek demekti.
Görevliye teşekkür ettim ve odadan çıktım. Koridorda yürürken duvarlara, koşturan insanlara baktım. Burası, yıllardır çalıştığım ve birçok hayat hikayesine tanık olduğum yerdi. Ama artık burası, benim için bir geçmişten ibaretti.
Hastanenin sessizliği, adeta benim içimdeki fırtınayla dalga geçiyor gibiydi. Evrak işlerim bittikten sonra hemşireler odasında gelmiştim. Gözlerim masanın üzerindeki eşyalarımdaydı. Dolabımı boşaltıp masanın üzerine eşyalarımı yığmıştım. Personellerin birinin getirdiği karton kutuya yerleştirmeye çalışıyordum. Masada Küçük, ahşap bir kutu; içinde yıllardır sakladığım anılar ve birkaç fotoğraf vardı. Çıkarmaya kıyamadığım küçük bir çerçeve, annem ve babamla çekildiğim bir fotoğraf... Her zamanki gibi, sessizce onları izliyordum. Her birini özenle karton kutuya yerleştirdim. İçimde bir boşluk, ama aynı zamanda garip bir huzur vardı.
Ayten Hanım’a konuşmaya gittiğimde hissettiklerim hâlâ üzerimdeydi. O konuşma... Sözlerim boğazımdan zorla çıkmış, Ayten Hanımın yüzündeki o üzgün ifade içime kazınmıştı. Ama artık kararlıydım. Bu iş yerinden, bu dört duvardan ve rutin hayattan ayrılmak zorundaydım. Zamanım git gide daralıyordu.
Tam o sırada, kapı aniden açıldı. Odaya ilk giren Ayça oldu. Her zamanki enerjik halinden eser yoktu. Odaya girdikten sonra, daha temkinli bir şekilde, gözleri üzerimden ayırmadan bana yaklaştı. Arkasında Nurdan ve Melis vardı. Ve onların hemen ardından diğerleri... On kişi birden odanın içine doluştu. Hepsi sessizce bana bakıyordu. Bazılarının kaşları çatılmıştı, bazılarının yüzlerinde endişe bir ifadesi vardı. Herkes sessizdi, ama o sessizlik beni daha çok boğuyordu.
Ayça, en sonunda dayanamayıp öne çıktı. Kıvırcık saçları omuzlarından sarkıyordu ve gözlerinde biriken yaşları saklamaya çalışıyordu. "Defne," dedi, sesi titrerken. "İşten ayrılıyormuşsun? Az önce Ayten Hanımdan duydum. Bu doğru mu?"
Başımı hafifçe salladım. "Evet," dedim. Sesim kısılmıştı. "Bugün itibarıyla ayrılıyorum."
Odada bir uğultu yükseldi. Nurdan, kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözlerini üzerime dikmişti. Uzun boyu ve keskin hatlarıyla her zaman otoriter bir duruş sergilese de şimdi yüzünde şaşkınlık vardı. "Ama neden?" diye sordu. "Bu kadar aniden... birden bire...Sen böyle biri değilsin, Defne."
"Elbette bir nedeni var." dedim, yavaşça oturduğum sandalyeden kalkarak.
Melis, köşede duran sandalyeyi çekip oturdu. Kısa kestirdiği saçları yüzüne düşmüştü. Gözlüklerinin arkasından beni inceliyor, bir şey söylemek için kendini zorluyordu. "Bir şey mi oldu?" diye sordu sonunda. "Yani, bir sorun varsa... birlikte çözebiliriz. O yiğit şerefsizi mi rahatsız etti yine seni?"
Onun bu dediğiyle hemen itiraz ettim. “Hayır Yiğit beyle ilgili değil.” dedim. Yiğit benimle sevgili olmak için sürekli etrafımdan dönen dahiliye doktoruydu. Bazen bunalıp kafasına bir şeyler geçirmek istesem de şimdiye kadar kendimi tutmuştum.
Diğer hemşireler de arka arkaya konuşmaya başladılar. Bazıları sessizce dinliyordu, bazıları ise hararetle nedenlerini soruyordu. Gözlerim birinden diğerine kayarken odanın her detayını fark ettim. Eski, sararmış duvarlar, yılların yorgunluğunu taşıyan ahşap zemin, masanın üzerindeki birkaç kahve bardağı… Hepsi, yıllardır burada birlikte çalıştığım bu insanlarla bağlantılıydı. Ama artık bu bağlantıyı koparmak zorundaydım.
Derin bir nefes aldım ve ellerimi masanın kenarına dayadım. "Dinleyin," dedim. Sesim normalden daha yüksek çıkmıştı. Herkes sustu. Tüm gözler üzerimdeydi. Bu kadar dikkat merkezinde olmaya alışık değildim, ama artık her şeyi anlatmanın zamanı gelmişti.
"Bir hemşire olarak yıllardır insanlara yardım ettim." dedim. Gözlerim, masanın üzerindeki arkadaşlarımla çektirdiğim eski fotoğrafta asılı kaldı. "Hastaların acılarına derman olmaya çalıştım. Ama bir şeyi fark ettim; insan başkalarına yardım ederken, kendi yaralarını unutuyor. Ben de öyle yaptım. Kendi sorunlarımı hep arka plana attım."
Ayça, "Ne demek istiyorsun?" diye fısıldadı. Sesindeki korkuyu hissedebiliyordum.
Derin bir nefes alıp devam ettim. "Geçen hafta yıllardır çektiğim baş ağrılarım için doktora gittim. MR çekildi... Ve dün sonuçlar geldi." Sözlerim havada asılı kalmış gibiydi. Herkesin bakışları üzerimdeydi. "Beynimde adenokarsinom var. İleri evrede."
Odada bir sessizlik oldu. O kadar derin bir sessizlik ki, bir anda herkesin nefesi kesilmiş gibi hissettim. Gözlerindeki ifadeler... Şok, üzüntü, inanamamazlık. Ayça'nın gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Nurdan kaşlarını çattı, gözleri doldu. Melis’in eli ağzına gitmişti; sanki duyduklarını bastırmak istiyor gibiydi.
"Bu bir şaka olmalı," dedi Ayça. "Bu... sana... olmuş olamaz. Bu mümkün değil."
"Maalesef gerçek," dedim. Sesim, içerideki ağır atmosferle birlikte titriyordu. "Ve zamanım sınırlı. Belki birkaç ay, belki bir yıl... Kimse kesin bir şey söyleyemiyor."
Melis sandalyesinden kalktı ve yanıma yaklaştı. Omzuma elini koydu, ama gözleri hâlâ gözlüklerin ardında akan yaşlar yüzünden parlıyordu. "Peki... Peki ne yapacaksın?" diye sordu. "Tedavi olmayacak mısın?"
Başımı salladım. "Tedavi şansım yok. Yapabileceğim tek şey, kalan zamanı dolu dolu yaşamak. Bu yüzden buradan ayrılıyorum. Artık hayatımı kendim için yaşamaya başlayacağım."
Ayça bir adım geri çekildi, elleri yanına düştü. "Ama bu haksızlık!" diye bağırdı. "Sen... sen bizim için hep bir abla gibiydin! Ne zaman yardıma ihtiyacımız olsa hep koşar yardım ederdin. Şimdiyse seni kaybedeceğimizi söylüyorsun. Abla ne olur bir umut olduğunu söyle. elimizden ne geliyorsa yaparız. Ne olur?" dedi ağlayarak
Nurdan, her zamanki sert duruşunu bozmuş, gözlerini yere dikmiş omuzlarının sarsılmasından ağladığı anlaşılıyordu.
Diğer hemşireler de arka arkaya konuşmaya başladılar. Bazıları ağlıyor, bazıları sessizce başını sallıyordu. Onlarla kurduğum mesafeli ilişkiyi düşündüm. Hiçbirine geçmişim yüzünden tam anlamıyla güvenmemiştim ama şimdi hepsinin bu kadar üzüldüğünü görmek içimde bir şeyleri kırıyordu.
"Sizlerden bu kadar erken ayrıldığım için özür dilerim." dedim sonunda. Gözlerim dolmuştu, ama ağlamamaya çalışıyordum. "Ama bu benim için bir veda değil; bu, kendimle barışma yolculuğum olacak. Beni gülerek yolcu etseniz olmaz mı? Tıpkı benim yapacağım gibi… Ben aklınızda gülen halimle kalmak istiyorum." dedim sonunda.
Hepsi yüzme bakıp ne demek istediğimi anlamıştı. Kendilerini zorlasalar da yüzlerinde bir tebessüm oluşturmaya başlamışlardı.
Ayça, beni bir kez daha sıkıca sarıldı. "Ne olursa olsun, senin yanındayız." dedi. "Bize ihtiyacın olduğunda burada olacağız. Bir kez araman yeterli." Hepsiyle teker teker sarıldım ve eşyalarımın olduğu kutuyu da alarak odadan çıktım. Arkamda yıllarımı bırakarak.
Gözlerim dolu ama yüzümde bir gülümsemeyle, çıkışa doğru ilerledim. Koridorlarda yankılanan ayak seslerim, bu kez bana daha hafif geliyordu.