Zafer, zarfın içindeki iki bin lirayı ve otobüs biletini anlamaya çalışırken, babası gerekli açıklamayı yaptı. “Yeni maaşın ve yeni işin hayırlı olsun evladım. Şimdi arabanın anahtarlarını ve cüzdanındaki kredi kartlarını masanın üzerine bırak.”
Genç adam, babasının anlatmak istediklerini idrak etmekte zorlandı. Durumu anlayan Haluk Bey, izah etmeye başladığında, Zafer’in rengi atmaya başladı. “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Elindeki imkanları verdiğim gibi geri alıyorum. Tekrar bu imkanlara sahip olmak için, emek verip kendini bana ispatlayacaksın. Aksi halde, seni mirasımdan men etmek için hukuki yollara başvuracağım.”
Zafer tam da “Ama baba!” demişti ki, Haluk Bey, “Daha bitirmedim!” diyerek, uyarısını yaptı.
“Adana’da başlatacağımız kentsel dönüşüm projesi için çalışacaksın. Görevin, sana verilen bölgedeki mahalle sakinlerini ikna etmek. Kadınları etkilemek için kullandığın dilini, ev sahiplerini ikna etmek için, çekinmeden kullanabileceğini düşündüm. Nasıl olsa hayatta en iyi yaptığın şey bu. Benim oğlum olduğunu hiç kimse bilmeyecek. Gerçi medyadaki serseri görünüşünden sonra, seni bu halinle kimse tanıyamayacağından, kendini saklaman zor olmayacak. Çünkü, her gün işe takım elbise ve kravatla gideceksin. Ayrıca, senin için cömert davranarak, iki bin lira maaşla çalışmana karar verdim. Bir saatte harcadığın parayı, bir ayda kazanmak nasıl bir şeymiş artık öğrenmenin vakti geldi.”
Haluk Beyin sözleriyle daha da sarsılan Zafer, bu kadarının fazla olduğunu düşünürken, aklına Adana’da yaşayan ablası geldi. Eniştesi oradaki dokuma fabrikalarının müdürüydü. Yani babasının ima ettiği kadar ezilmesi, söz konusu değildi. Onun aklından geçenleri tahmin eden babası, “Sakın Sema Ablana güvenme!” dedi. “Çünkü ablan ve enişten, sana en küçük maddi yardımda bulunmayacaklarına, sana kapılarını açmayacaklarına dair bana söz verdiler. Tabii sadece onlarda değil, Gizem ve Sinem de, annenle birlikte bana söz verenler. Aksi halde aynı ceza, onlar içinde geçerli olur. Öldüğümde benden tek kuruş alamazlar. Bundan sonra tek başına ayaklarının üzerinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmeden, dönmeyi aklının ucundan bile geçirme.”
Genç adam ne söyleyeceğini bilemiyordu. Ne kadar reddetmeye çalışsada, babasının verdiği karardan dönmeyeceğini çok iyi biliyordu. Onunla inatlaşması, hayatını daha da zorlaştırmaktan öteye gidemezdi. Gerçi bundan daha kötüsü olabilir miydi ki? Artık çevresini kuşatan fıstık gibi kızlar, şuurunu kaybedene kadar içtiği zamanlar olmayacaktı. Sinirle avuçlarını sıkarken, bağırmamak için kendiyle mücadele ediyordu. İki bin lira maaşla nasıl geçinirdi? Birde bu yetmezmiş gibi, on iki saatlik yolu bir saatte uçakla gitmek varken, otobüsle gönderilmekte neyin nesiydi? Babası bu kadar vicdansız olamazdı. Onun suspus hallerini gören babası, konuşmaya devam etti. “Beni el aleme rezil ettin. Hem de kendi evlilik yıl dönümümde. Senin yaptığın kepazeliklere son vermek için, beni buna sen zorladın Zafer. Şimdi odamdan çık ve bir an önce eve gidip hazırlıklarına başla. Akşam 20:00 da otogarda ol.”
Zafer, kaskatı kesilen vücuduna rağmen, hızlı hareket ederek arabasının anahtarını ve cüzdanındaki kartları çıkartıp masanın üzerine sertçe bıraktı. Hiçbir şey söylemeden, odanın kapısına ilerlerken, kör talihine lanetler yağdırıyordu. Tam kapıyı açıp kendini dışarıya atacakken, babasından alay eder gibi çıkan sözleri duydu. “Sonunu düşünen kahraman olamaz evladım.”
Kapıyı çekerken içinden, yuh artık dedi. Onun tanıdığı, her daim ciddi olan babasının içine, Polat Alemdar kaçmış olamazdı değil mi? Asansöre ilerlerken, arkasından duyduğu kahkaha sesiyle daha da sinirlendi. Resmen dalga konusu olmuştu. İki kadın yüzünden düştüğü durumu, ömrünün sonuna kadar unutmayacaktı.
Asansöre binip aynada kendisiyle bir kere daha yüz yüze geldiğinde, yeşil gözleri öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ama küçük bir çocuk gibi ağlayamazdı.
Şirketten çıktığında, kendini boşlukta hissetti. Çünkü artık binebileceği bir arabası yoktu. Elini cebine attı. Cebinde sadece yüz elli lirası vardı. Birde babasının verdiği zarfın içindeki iki bin lira. Başına gelenler şaka gibiydi. Yoksa şaka mıydı! Yakınından geçen bir taksiyi çevirip, gideceği adresi söyledi.
Eve ulaştığında, onu ablaları ve annesi karşıladı. Sanki bir cenaze havası varmış gibi, hepsi yüzüne hüzünle bakıyordu. Daha fazla sabredemeyen Azize Hanım, kollarını oğluna sardı. “Ah kuzum ah! Hem bizi hem de kendini ne hallere düşürdün,” diyerek, gözyaşı dökmeye başladı. Daha o ağzını açmadan küçük ablası Gizem, “Anne, babamı ikna etmenin bir yolunu bulamaz mıyız?” diye sordu.
“Maalesef kızım. O kadar dil döktüm, Nuh diyor peygamber demiyor. İnadı tuttuğu zaman biliyorsunuz, ölse verdiği karardan dönmez.”
Ablaları, anneleriyle birlikte kara kara düşünürken, Zafer onlara inanamıyordu. Bir gün önce bütün silahlarını kuşanan aile kadınları, uysal birer kediye dönüşmüşlerdi. Onlardan uzaklaşıp odasına giderken, annesi, “Nereye oğlum?” dedi.
“Hazırlanmaya!”
Odasına girdiğinde, bavulunun hazırlanmış olduğuna inanamadı. Babasının ofisinden çıktığından beri yalan gibi gelen Adana yolculuğu, gerçeğe dönüşmüştü. Yatağının üzerine oturduğunda, geçen ağustos ayında ablasının düğünü için gittiği şehri hatırladı. İçi bunaldı. Babası aslen Adanalı olsada, hayatı boyunca sadece iki kere gittiği şehir, cehennemi olacaktı. Hele o sıcağı, insanın tenini yapış yapış yapan nemi yok mu, çekilir gibi değildi. Üzerindeki şoktan kurtulmak için silkelenmeye çalışırken, odaya ortanca ablası Sinem geldi. Babasının kararına ne kadar bozulduğu anlaşılmasın diye, hemen telefonunun ekranını açıp, daha ablası ne yaptığını sormadan, “Kız arkadaşlarımla vedalaşmalıyım,” dedi.
Sinem, onun haline üzülsede, bir yanı babalarının haklı olduğunu biliyordu. İflah olmayan kardeşi, iyi bir dersi hak etmişti. Sesine şirinlik katarak, “Hangisinden başlamayı düşünüyordun? Eğer hepsini tek tek arayacak olursan, korkarım otobüsü kaçırırsın,” dedi.
Genç adam tebessüm etti. Sonrada umursamaz bir tavırla elindeki telefonu yatağın üzerine fırlattı. “Sanırım haklısın. Şimdi birisini arayıp diğerini aramazsam olmaz. İyisi mi hiçbirisini aramamak.”
Sinem, kardeşinin sol yanına oturarak, elini teselli edercesine omzuna attığında, odaya diğer iki ablası geldi. Gizem, diğer yanına geçtiğinde Sema da karşısında durdu. “Biz de bu akşam dönüyoruz. Enişten senin için de uçak bileti aldıracaktı ama babam engel oldu, çok üzgünüm,” dedi. Zafer sesini çıkarmadan bakışlarını yere çevirdiğinde, ablası devam etti. “Hadi artık eğme başını. Bu dünyanın sonu demek değil ki. Kısa süreliğine gidiyorsun. Hem biz de oradayız.”
Onları sessizlikle dinleyen Gizem, suskunluğunu bozdu. “Ben yerinde olsam, mücadele eder, babamı utandırırdım. Sonuçta babam bu işi başaramayacağını düşünüyor. Sakın ola onu haklı çıkartacak bir şey yapma. Sadece kendini değil, bizi de üzersin.”
Diğerleri de Gizem’i desteklediğinde, Zafer ilk kez gülümsedi. “Başaramayacağımı sanıyor ama yanılıyor. Benim beceriksiz birisi olmadığımı görecek ve yanıldığı için pişman olacak.”
Akşam 20.00 da babası hariç bütün aile fertleri, onu yolcu etmek için otogardaydı. Hepsine sıkı sıkı sarılırken, anne yüreği dayanamayan Azize Hanım, daha önce çıkarttığı, boynundaki kolyeyi ve parmağındaki yüzüğü, bin beş yüz lirayla birlikte cebine sıkıştırdı. “Baban bütün takılarıma ve hesaplarıma el koyduğu için, şimdilik bunlarla idare etmeye çalış.”
Hayat arkadaşına verdiği sözü, ilk kez bozan kadın, gözyaşı dökerek oğluna sımsıkı sarıldı. “Allah’a emanet ol yavrum.”
Otogardaki vedalaşmadan sonra otobüs harekete geçtiğinde, Zafer, kendini izleyen kalabalığa içi kan ağlayarak el salladı. Hayatı hiç tahmin etmediği bir biçimde şekillenirken, isyanlarla dolu yüreğinde hüküm sürecek aşktan habersiz, yolcuğu böylece başlamış oldu.
Adana’ya geldiğinde sabah olmuştu. Gece hiç uyumamış olduğu halde, kafasındaki düşünceler yüzünden, kendini olması gerekenden daha zinde hissediyordu. Şehir merkezindeki bir otele yerleşip, babasının verdiği zarfta ismi yazan adamı aradı. İsmini duyan adam, hemen görüşecekleri adresi bildirdi.
Duşunu alıp temiz kıyafetlerini giyindikten sonra, öğleden önce kendine verilen adrese doğru yola çıktı. Neyse ki adamın söylediği adres, otelin yakınlarındaki bir iş merkezinin içindeydi. Yolda giderken çevresini inceledi. Onun hayalinde ki Adana, şehirden çok kasabaya benzerken, ne kadar yanıldığını fark etti. Düşündüğünden daha gelişmiş bir şehirdi. Ama sıcağı ve nemi tam da hatırladığı gibiydi. Boğazını saran iki ele dönüşen kravatını gevşetmeye çalıştı. Nefes almaya ihtiyacı vardı.
Haziran ayında, üstelik böyle bir sıcakta kravat takmak, saçmalığın daniskasıydı ancak emir büyük yerden gelmişti bir kere.
On dakika sonra geldiği adreste görüşeceği kişi, onu güler yüzle karşılarken, yeni kurulan ofisin dağınıklığı için, “Kusura bakmayın, henüz tam olarak yerleşemedik,” açıklamasını yaptı. “Haluk Bey inşaat işine gireceğini söylediğinde, aslında inanamamıştım. Dokuma ve inşaat çok farklı alanlar.”
Adam bir yandan konuşurken, diğer yandan bilgisayardan çıktı alıyordu. O an, adamın arkasındaki duvarda asılı Atatürk portresinin yanında duran, babasının portresini gördü. Sanki cam çerçevenin arkasından, gözüm üzerinde, bu işi de yüzüne gözüne nasıl bulaştıracaksın, merakla bekliyorum. der gibi bakıyordu.
“Buyurun Zafer Bey!”
Adamın sesiyle kendine gelen Zafer, ona uzatılan A4 kağıdı aldı. Üzerinde en az yirmi tane adres vardı. Kağıdı incelerken, tekrar yanındaki adam konuştu. “Siz ev sahipleriyle gerekli görüşmeyi yaparken, biz de sözleşmeleri hazırlarız. Şimdi size vereceğim dosyada bir sözleşme örneğimiz olacak, şöyle bir göz atarsanız sevinirim. Ayrıca akşamüzeri tekrar ofise gelirseniz, inşaat mühendisi ve mimar arkadaşlar 17.00 gibi burada olacak. Onlarla küçük bir toplantı yapar, merak ettiklerinizi sorabilirsiniz. Bu işle ilgili bir eğitim almanız şart, biliyorsunuz.”
Zafer elindeki dosyayla ofisten ayrılırken, geride bıraktığı adam patronunu aradı. “Efendim oğlunuz şimdi çıktı, bilginiz olsun,” dedi.
Haluk Bey keyiflenerek, sırtını oturduğu koltuğa gömdü. “Kızlar konusunda elinden uçanla kaçan zor kurtuluyordu. Bakalım aynı beceriyi, mahallede de gösterebilecek misin serseri oğlum?”
Zafer, mahallenin olduğu semte geldiğinde, çevresine bakındı. İlk adresi soracağı bir bakkal gördüğünde, sevindi. Bakkal dükkanındaki adam, önce ona şüpheyle baktı. Çünkü bu şehirde, öyle herkese sorduğu adres gösterilmezdi. “Neden arıyorsun? İcra memuru falan mısın? Yoksa kan davası mı?”
Genç adam, ona ters ters bakan adamın sorularına inanamıyordu. Bu insanlar korumacı mıydı yoksa meraklı mı anlam veremeyerek, kendini tanıttı. Kentsel dönüşüm projesini duyan adam, hemen köşe başındaki evi gösterdi. Tam teşekkür edip eve doğru adımladığında, yanından hızlı geçen bir adam ona çarparak, yolun kenarına savrulmasına neden oldu. Daha neye uğradığını anlamadan, kendine çarpan adamın arkasından, elinde döner bıçağıyla koşan, iri yarı adamı gördü. Üzerine üzerine geliyordu. “Allah’ım nereye düştüm ben!”