1.Bölüm
Son zamanlarda bel fıtığı rahatsızlığı nükseden Haluk Bey, acıyla ayağa kalkarken, şansızlığına hayıflandı. Allah, ona birbirinden kıymetli üç kız evlat verdikten sonra, bir de erkek evlat nasip etmişti. Ama ne evlat! Hayatı eğlenceden ibaret olan serseri oğlu, bir gün sonu olacaktı. Kendisi yaşındaki arkadaşları emekliliklerinin keyfini sürüp, dünya turlarına çıkarken, o bütün gününü şirkette geçiriyordu. Oysa ki oğlunun doğduğu gün, veliahdının dünyaya geldiğini düşünerek, umutlanmıştı. Böylece, bir gün oğlu koltuğuna oturduğunda, gözü arkada kalmayacaktı. Ancak yıllar içinde anladı ki, bayrağı teslim edebileceği kişi, kendi evladı değildi. Gözü, işten başka her şeyde olan Zafer'in, asıl ilgi alanı kadınlardı. Yaşadığı sorunlu ilişkilerin medyaya kadar yansımasından sonra, aldığı kararla oğlunu şirkette çalıştırmaya başlamıştı. Böylece az da olsa onu kontrol altında tutabilecekti. Başlangıç olarak ona sorumluluklar versede, Zafer hiçbirinde başarılı olamadı. Daha doğrusu, babasının ona güvenerek verdiği hiçbir işi, yüzüne gözüne bulaştırmadan tamamlayamadı. Belki, ona yüklenen sorumlulukları birazcık ciddiye alsaydı, böyle olmayacaktı. Ama Zafer'e göre, devasa bir servete sahipken, çalışmaya ne gerek vardı.
Sabah şirkete geldiğinden beri ortalarda görünmeyen oğlunu görmek için odasına girerken, içeriden çıkan kızla yüz yüze geldiler. İnsan kaynaklarında çalışan kızı görür görmez tanımıştı. Haluk Bey yaşına rağmen, bir kere gördüğü kişiyi asla unutmayacak hafızaya sahipti. Tabii, işe bir ay kadar önce başlayan personeli gözünün tutmaması da, onu unutmamasının başka bir nedeniydi. Fazlasıyla rahat olan bu kızdan, hiç hoşlanmamıştı. Bir daha ki sefere, iş alımlarında daha dikkatli tercihler yapmasını söylemek için, en kısa zamanda personel müdürüyle görüşmesi gerekiyordu.
İçeriye girdiğinde, Zafer, küçük bir not kağıdının üzerine bir şeyler karalıyordu. Babası, sadece ilk satırın Tuğçe'm diye başladığını gördüğünde, oğlu hemen kağıdı ters çevirdi. Bu Tuğçe, sekreteri Tuğçe olamazdı herhalde! Zafer, "Hoş geldin baba," dedi, adamın dikkatini dağıtmak için.
İstediği gibi de oldu. Haluk Bey masanın önündeki koltuğa kurulurken, az önce odadan çıkan kızı sordu. "Ebru ile ne işin vardı senin?"
Zafer sıkıntıyla gömleğinin yakasını açarken, ne cevap vereceğini düşünüyordu. Ebru’dan, kendisine asistan bulmasını istediğini söylerken, hiç inandırıcı görünmüyordu. Üstelik babası da, sana inanmıyorum der gibi, bakıyordu. Çünkü Zafer’in henüz, asistana ihtiyaç olan bir konumu yoktu ki. Daha da panikleyen genç adam, babasının çalışanlarıyla ilgili uyarılarını tekrar yapmasından çekinirken, yine gömleğinin yakasını çekiştirdi. Çünkü bu uyarılar saatlerce sürebiliyordu. İşte o an, Haluk Bey Zafer’in yakasındaki mor ruj lekesini fark etti. Az önce kapıdan çıkan kızın dudağındaki rujun, aynı tonuydu. Sinirlenen adam, ayağa kalkıp oğlunun masasına yaklaşırken, son derece öfkeli görünüyordu. "Ben de şirkette çalışmayı kabul ettiğinde, adam olacağına dair umutlanmıştım. Bir kere daha yanılttın beni. Sana defalarca, çalışanlardan uzak durmanı anlatmıştım ama görüyorum ki hiçbir şey anlamamışsın!"
Zafer ayağa kalkarak, "Ama baba!" derken, odaya en küçük ablası geldi. "Bir gerginlik mi seziyorum?"
Kızının gelişi az da olsa Haluk Bey yatıştırmıştı. Ancak odada kalıp oğluyla tartışmamak için, kapıya yöneldi. "Ben odamdayım!" dedi ve tam kapıyı açarken, arkasını dönmeden Zafer'e seslendi. "Tuğçe’den ve diğerlerinden uzak dur! Bu konuyu sonra tekrar konuşacağız. Yırttın sanma!"
Babasının gidişinin ardından, genç adam derin bir nefes aldı. Kendinden cevap bekler gibi bakan ablasına, dişini sıkarak gülümsedi. "Yemin ederim bu adamın her yerde gözü kulağı var. Radarından bir türlü çıkamıyorum!"
Ablası çocukluğundan beri, ne zaman başı belaya girse arkasını toplardı. Gerçi sadece ablası da değil, başta anneleri olmak üzere, ailenin bütün kadınları Zafer’in çevresinde pervaneydi. Bu nedenle fazlaca şımardığını, kendisi de inkar etmezdi zaten. Ablası onun haline gülerek, biraz takıldıktan sonra, "Yaşlı kurdun burnu kokuyu hemen alıyor tabii," dedi. "Sen şimdi baba mı boş ver de, yarın akşam ki kutlama için ne yapıyoruz, onu söyle."
Ertesi gün, anne ve babalarının otuz altıncı evlilik yıl dönümleriydi. Yakın akraba ve aile dostlarının yanında, şirket çalışanları da bu kutlamada hep bir araya gelirdi. Özellikle anneleri, yıl dönümlerine çok önem verdiği için, bütün kardeşler haftalar öncesi hazırlıklara başlardı.
☆☆▪☆☆
Kutlamanın yapılacağı gün geldiğinde, ablaları birbirleriyle şıklık yarışına girerken, Zafer haline şükretti. Bu kadınların güzellik takıntıları, ona çok komik geliyordu. Aynanın karşısında omzuna dökülen, dalgalı, kumral saçlarını toplayıp at kuyruğu yaptı. En son yurt dışı seyahatlerinden birinde aldığı, gümüş küpeleri taktıktan sonra babasının görmekten nefret ettiği sakallarını düzeltti. Smokinini de giyince hazırdı. Bu gece gerçekten çok eğlenecekti. Tam kapıdan çıkarken, unuttuğu parfümünü sıkmak için geri döndüğünde, Tuğçe’den mesaj geldi. Aşkım ben geldim ama seni göremiyorum yazıyordu. Ona cevap yazdığı anlarda, ikinci bildirim sesi gelince, neşesi daha da arttı. Bu sefer ki Ebru’dandı. O da, Minik tavşanın gözleri her yerde seni arıyor, yazmıştı. İki kızı aynı anda idare etmek ona heyecan versede, zaman zaman kadınların gazabından korktuğu oluyordu. Çünkü, tırnaklarını gösterdiklerinde, melekten şeytana dönüşe biliyorlardı. Ama ne yapsın, huyu kurusun, adrenalinsiz bir hayat ona göre değildi. Kızlara cevap yazıp aşağıya indiğinde, neredeyse konukların tamamı gelmişti. Annesi onu uzaktan görür görmez, gururla gözleri ışıldadı. "Oğluşum ne kadar da yakışıklı görünüyor, öyle değil mi hayatım?"
Haluk Bey, smokin de giyse serseri görünüşünden bir şey kaybetmeyen oğluna göz ucuyla bakıp, karısının kulağına eğildi. "Eşek kadar oldu, şuna oğluşum deyip durma. Zaten senin yüzünden bu çocuk bu hale geldi."
Karısı kocasının sözlerine içerleyerek, "Ama o benim çocuğum. Hem de en küçüğüm," dedi.
Haluk Bey dişlerini sıkarak karşı çıktı. "Tabii, çocuk ya. O çocuk dediğin kazık, iki dakikada çocuk yapıp, dokuz ay sonra kucağına verir. Şu abartılarından vazgeç artık!"
Karı koca, otuz altı yıllık evlilikleri süresince, hep çok iyi geçinen bir çift olmuşlardı. Tabii oğulları dünyaya gelinceye kadar. Sadece, söz konusu Zafer olduğunda ters düşüyorlardı. Anlaşamadıkları tek konuydu oğulları. Yoksa, iki eş arasında olması gereken her şey vardı evliliklerinde. Karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve elbette ki tutku. Bunca yıla rağmen, hâlâ ilk günkü kadar heyecan doluydu birliktelikleri.
Kutlamaların başlayıp, misafirlerin keyifli vakit geçirdiği dakikalarda, Zafer kütüphanede, Ebru’yu bir köşeye sıkıştırmakla meşguldü. Kız üzerine giydiği süper mini, derin dekolteli elbisesiyle bir anda gözdesi oluvermişti. Tabii ateşli hatunu gören genç adam, fırsat yaratmaktan çekinmedi.
Ebru, "Şimdi burada mı istiyorsun?" dediğinde, Zafer çapkınca gülümsedi. "Benim için yerin ve zamanın önemli olmadığını, sana daha önce ispat etmiş olmalıyım."
Onun sözleriyle Ebru kahkaha atarken, "Tabii ya, şirkette babanın masasının üzerinde yaptıklarımızı hâlâ unutmadım. Seni azgın şey!" dedi. "Bir kadını nasıl doyuracağını çok iyi biliyorsun."
Kızın her söylediği odada yankılanırken, genç adam bir tuhaflık olduğunu hissetti ama o an, bunu düşünecek durumda değildi. Ses sistemine bağlı olan minik hoparlörden habersiz, soluk soluğa konuştu. "Kalçalarını şaplaklamayı ne kadar sevdiğimi, sana daha önce söylemiş miydim?”
Salondaki herkes, kütüphanede konuşulanları yüzleri kızararak dinlerken, Haluk Bey gür çıkan sesiyle oğlunun ismini haykırdı. "Zafeeer!"
Tuğçe ve Ebru'nun her şeyin farkına varıp, işten atılmayı göze alarak yaptıkları bu oyun, genç adamın hayatının dönüm noktası olacak, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bazı kadınlar incindikleri zaman, yaktıkları ateşte yanmayı tercih edecek kadar tehlikeli olabiliyorlardı.