Çaresizlik... Bu duyguyu hayatımda ikinci kez bu kadar keskin hissediyorum. İlkini hatırlıyorum; yedi sekiz yaşlarındaydım. Annem gözlerimin önünde erirken, küçücük bir çocuk olarak, onun acısını dindirmek için hiçbir şey yapamamıştım. Beni koruyan o kocaman dünya, o an küçüldü; tek başıma, güçsüz hissettiğim koca bir boşluk içinde buldum kendimi. Şimdi ise, bambaşka bir çaresizlikle yüz yüzeyim. Aylin yanımda oturmuş, bana kendi hayatımın, babamın, kardeşim Emre' nin ve hatta kendisinin kaderinin benim ellerimde olduğunu söylüyor. Bütün sorumluluk, omuzlarımda ağır bir yük gibi.
Aylin’ in söylediklerini dinlerken kalbimde tuhaf bir ağırlık hissediyorum. Onunla aramızda hiçbir bağ yok. Aslında, keşke umursamayabilsem. Kendime " Hayatlarının cehenneme gitmesine izin ver." diyebilsem. Babam, beni uzun zaman önce bir yük gibi kenara atmış, onunla ilgili hissettiklerim de yitip gitmiş. Ancak içimdeki ses, buna izin vermiyor. Annemden aldığım, bu dünyaya karşı duyarlı ve sanatla yoğrulmuş ruhum, beni böyle bencil bir insan olmaktan alıkoyuyor. Babamın hep küçümsediği o ruh... "Sanat insanı zayıf kılar." der dururdu babam. Oysa Dostoyevski boşuna dememiş: "Dünya iyi kalpliler için bir cehennemdir." Ve işte ben, o cehennemi hissediyorum.
Aklıma Emre geliyor, küçük kardeşim. Dünyada aile diyebileceğim tek kişi. O benim zayıf noktamsa, aynı zamanda dayanak noktam. Ona bunu yapamam. Ben annesiz büyümenin ne demek olduğunu biliyorum; yaşadım. Koca bir dünyada tek başına savrulmanın, tutunacak bir dal aramanın ne kadar zor olduğunu gördüm. Emre’nin de aynı yalnızlığı yaşamasına izin veremem. Korkuyla büyümesine göz yumamam. O daha beş yaşında. Böyle bir karar yüzünden onun hem annesiz hem babasız kalmasını ya da hayatını kaybetmesini düşünemem bile.
Derin bir nefes alıp, Aylin’ e sordum: "Eğer kabul edersem, sizin de hayatta kalabileceğiniz bir yol yok mu?" Bu yükü tek başıma taşımak istemiyorum. Ben hala anlatamadığım bir acıyı Emre' de görmek istemiyorum. Onların da bir seçeneği olmalı. Onlar hayatta olsa Emre' ye ömür boyu bakarım o sorun değil ama acı çeksin istemiyorum.
Aylin, yüzüme derin bir acı duygusuyla bakarak cevapladı. "Emir bunu yapabilir ama bizim amacımız bu değil. Emir isterse bütün borcu öder ama ondan böyle bir şey istemedik. Onun parası ya da gücü için peşindeyiz sanma. Seni satmak gibi bir niyetimiz yok, Alisa. Tek derdimiz, güven içinde kalmanız. Emir Sancaktar’ ın yanında olursan kimse size zarar vermeye cüret edemez."
Sözleri zihnimde yankılanıyor. Korunmanın bir bedeli var, bunu anlıyorum. Ancak o bedel, kendi özgürlüğümle, kim olduğumla ödenecek. "Anladım. Biraz düşünmek istiyorum." dedim, sesim kararlılıkla ama hafif bir titremeyle çıkıyordu. Gözlerim yorulmuş, kalbim sanki dünyadaki tüm yükleri taşımaktan yorgun düşmüştü. Ben kısa flörtler hariç hayatıma kimseyi almamıştım. Hoşlandığım biri vardı ama ona hiçbir zaman ilişki anlamında yaklaşmadım. Bilmiyorum babam gibi birinin karşıma çıkmasından korkmuş olabilirim.
Aylin başını hafifçe sallayarak, "Elbette, Alisa. Ama çok vaktimiz olmayabilir; bu bizim elimizde değil." dedi. Sesindeki çaresizlik, ruhumdaki yaraya tuz basıyor adeta.
Biraz nefes almak istiyorum, sakinleşmek. "Uzun sürmez." dedim. "Yoldan geldim ve çok yorgunum. Emre nerede? Onunla uyumak istiyorum." Emre ’yi görmek, onun minik ellerinin sıcaklığını hissetmek, belki biraz olsun içimdeki karmaşayı yatıştırırdı. Ona sarıldığımda her şey, biraz daha katlanılır hale gelirdi.
"Komşuda. Onu şimdi alıp getiririm. Seni çok özledi, ama davet ortamı ona göre değil. Ayrıca bir aksilik olursa, gözünün önünde olmasını istemedik," dedi Aylin ve hızla kapıya yöneldi.
Hayatımın en büyük düğümünün ortasındaydım. Ailemi kurtarmak için, tanımadığım, hatta ürktüğüm bir adamla evlenmek zorundaydım. O ana kadar hep kendi hayatım dediğim şeyin, aslında sadece benim olmadığını şimdi tüm gerçekliğiyle fark ediyordum. Ben bir ağacın dalı gibiydim, köklerim ailemde, onların yaşaması benim seçimlerime bağlı. Birkaç dakika sonra, Emre ’yi yorgun gözlerle karşımda gördüm. Bana doğru koşup "Ablacığım." diyerek sarıldı, o minik bedeniyle bana güç verdi.
Emre’ nin aklı küçük yaşına göre oldukça kıvrak. Onun annesini örnek almayacak kadar akıllı olduğunu düşünüyorum. Aylin onu uykusundan uyandırmış olmalıydı, gözleri hala uyku doluydu. Beş yaşında bir çocuğu uyandırmadan kucağına alıp getirmek bu kadar zor olmasa gerek, diye düşündüm içimden. Belki de biraz düşüncesizlikti, ama öfkem bana ait değildi. İçimde büyüyen çaresizlik ve Emre ’nin huzurlu uyumasını bile sağlayamamanın verdiği burukluktu.
Bütün bu düşünceler arasında Emre ’nin sıcacık kolları boynumda, gözlerini bana dikmiş, huzurla uyuyakaldı. Ona bir kardeşten öte annelik yaparken, içimdeki savaş hiç durmadan devam ediyordu. Gözlerimi kapattım. Kendimi biraz daha güçlü hissetmeye ihtiyacım vardı, ama gücümü yine Emre ’den almak zorundaydım. Ailem dediğim tek kişi, belki de bu karanlık labirentten çıkmam için bana yol gösterecekti. O kucağımda odaya çıktım. Odaya girince o adamı ve tavrını hatırladım ama kucağımdaki Emre beni sakinleştirmeye yetti. Emre' yi yatağa yatırdım. Üzerimi değiştirdim. Yanına uzandım. Tamamen uyuduğundan emin olunca çantamı buldum ve telefonumu aldım.
Emir Sancaktar ismini arama motoruna yazdım ve karşıma sayısız haber çıktı. Çoğunluğu iş dünyasına dair haberlerdi. Hemen her mecrada "
başarılı bir iş adamı olarak geçiyordu, aldığı ödüller, yaptığı yatırımlar övülüyordu. Sahip olduğu sayısız mülk, hastaneler, alışveriş merkezleri, oteller... Bu yönüyle çok ilgilenmesem de, sahip olduğu imparatorluk neredeyse göz kamaştırıcıydı. Yardım derneklerine yaptığı yüklü bağışlardan da bahsediliyordu. Gazetelerde iyiliksever iş adamı sıfatıyla anılıyor, kocaman harflerle bağış kahramanı gibi abartılı başlıklarla anlatılıyordu. Bir an için kafam karıştı. Bu adam gerçekten iyilik yapmayı önemseyen biri miydi, yoksa tüm bu bağışlar sadece reklam amaçlı mıydı? Zira böyle şeyler genelde gizli yapılmaz mıydı?
Ardından, Emir’ in bir röportajına denk geldim. "Bizlerin bağışlar konusunda öncü ve örnek olmamız lazım.” gibi bir şeyler söylemişti. Bu ifadeler üzerine düşünmeden edemedim. Belki gerçekten de topluma yol gösterme amacı vardı. Başkalarını iyilik yapmaya teşvik etmek için bu yolu seçmiş olabilirdi. Ancak bu kadar güçlü ve zengin insanların niyetini anlamak zordu. Ya gerçekten yardımsever biriydi ya da bu sadece gösterişin bir parçasıydı.
Daha fazla araştırdıkça, bu 29 yaşındaki adamın hayatına dair başka detaylar da belirmeye başladı. Özellikle gençlik dönemlerinde, yirmili yaşlarının başında çapkınlıklarıyla ünlüymüş. Magazin haberlerinde sürekli farklı kadınlarla görüntülendiği yazıyordu. Fakat 25 yaşından sonra hayatında değişiklik olmuştu; uzun bir süre boyunca aynı kadınla birlikte görünmüştü. Kadının güzelliği dillere destanmış, fotoğraflarda resmen büyüleyici bir çekiciliği vardı. Ancak ilişki dramatik bir şekilde sona ermişti.
Haberin devamına bakarken irkildim. Kadın, Emir’ in hediye ettiği lüks yatla birlikte, eski sevgilisiyle yurt dışına kaçmıştı. Olayın asıl detaylarıysa tüyler ürperticiydi. Açık denizde, ikili arasında büyük bir kavga çıkmış; haberin yorumlarına göre kavganın sebebi para olabilirdi. Kadın, eski sevgilisini vurmuştu. Adamın tırnaklarında kadının izleri bulunmuş, kavgaya dair fiziksel kanıtlar elde edilmişti. Kadının cesedi ise hiçbir zaman bulunamamıştı. Açıklamalara göre yaralı halde denize düşmüş olabileceği düşünülüyordu. Emir ’in kaybolan kadını bulmak için ayrıca profesyonel dalgıçlar tuttuğu yazıyordu. Basına verdiği demeçte, bunu kadının ailesi için yaptırdığını söylemişti. Ancak tüm aramalara rağmen sadece kadına ait bir takı bulunmuştu. Bu olayın ardından herkes, yaralı kadının açık denizde balıklara yem olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Bu olay, Emir ’in kadınlara dair bakış açısını oldukça sertleştirmiş olmalıydı. Hayatına giren kadınlardan böylesine derin bir yara almış olması, onun ilişkilerinde niye böylesine ketum ve mesafeli davrandığını da açıklıyordu. Dolandırıcılığa uğramış gibi hissetmiş olmalıydı. Kazık yemiş, güvenini boşa çıkarmış bir adamın içinde nasıl bir öfke büyürdü, bunu hayal edebiliyordum. Tüm bu bilgiler kafamda dönerken içimdeki huzursuzluk büyüyordu. Bu adamla evlenmek, hayatımı ona emanet etmek... Düşüncesi bile ürkütücüydü.
Düşüncelerimin içinde kaybolmuşken, uyuyan Emre ’yi düşündüm. Bana ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyordum. Belki de hayatımdaki tek masumluk, tek saf sevgi kaynağı oydu. Gözlerimi kapayıp içimdeki korkuyu bir süreliğine dindirmeye çalıştım ve Emre’ nin yanına gidip ona sımsıkı sarılarak uyudum. Gecenin sessizliğinde kalp atışlarıma karışan nefes alışverişiyle biraz olsun sakinleştim.
Sabah olduğunda gözlerimi açtım ve yanı başımda masum masum uyuyan Emre ’yi izledim. Yüzündeki huzur bana kararımı netleştirdi. Bu noktada başka bir yol yoktu. Emir Sancaktar ’la evlenmekten başka çarem kalmamıştı. Ailemi korumanın tek yolu buydu.
Kahvaltıda herkes sessizdi, tek kelime dahi etmiyordu. Herkesin yüzünde bu kararın ağırlığını taşıyan bir ifade vardı. Sanki benim vereceğim kararın onların da hayatlarını belirleyeceğinin bilincindeydiler. En sonunda sessizliği bozdum. "Emir Sancaktar ’ın evi nerede? Onunla konuşmak istiyorum," dedim kararlılıkla.
Cevap vermedim. “İyiyim.” diyebilecek durumda değildim çünkü. Aylin' in bakışlarından kaçındım ve kalkıp odama yöneldim. Yavaşça giyindim, üzerimdeki kararsızlığı örtmeye çalışarak. Kendimi toparlamalıydım, ama düşüncelerim içimde bir düğüm gibi sıkışıp kalmıştı. Derin bir nefes aldım, belki biraz olsun güç bulurum diye, ama göğsümdeki ağırlık beni bırakmıyordu.
Arabaya bindiğimde, yolculuğun nasıl geçeceğini kestiremiyordum. Ağaçlar, binalar, caddeler yanımdan akıp geçerken sanki bir rüyanın içindeydim. Gözlerim yoldaydı ama zihnim bambaşka bir yerde dolanıyordu. Şoför ara sıra aynadan bana bakıyordu ama tek kelime etmedi. Yol bitmek bilmiyordu, sanki her kilometre uzuyor, bana bu kararı tekrar tekrar düşündürmek için fırsat veriyordu. Gittikçe daha da uzaklaşıyorduk, sanki şehrin sınırlarını aşmıştık. Kalbim gittikçe hızlanıyordu; zihnim, o anı ertelemek ister gibi davranıyordu ama bedenim bir yandan yol alıyordu.
Sonunda, yolu çevreleyen ağaçların arasından büyük, siyah bir demir kapı belirdi. Kapıdan geçerken bir kale kapısından geçiyormuş gibi hissettim. Kapı açıldığında, içeride uzanan geniş yola göz gezdirdim. Arabamız ilerledikçe yolun iki yanındaki yüksek çam ağaçları giderek yoğunlaşıyor, sanki yolu saran bir ormanın içine dalıyorduk. Orman, Emir’ in evine ulaşmadan önce geçtiğimiz bir bariyer gibiydi, gerçek dünyayla bu yer arasındaki sınır.
Derken, ağaçların ardında karanlık bir yapı göründü. Bu bir ev değil, resmen bir şatoydu. Siyah ve gri taşlardan yapılmış bina, devasa kapısı ve içinden sızan soğuk bir hava ile sanki masallardan fırlamış gibiydi. Dracula’ nın şatosunu hatırlatıyordu. Önünde durduğumuzda yapının görkemi beni bir an sersemletti. Buraya nasıl gelmiştim? Böyle bir yerde neler yaşayacaktım?
Araba durduğunda, şoför sessizce kapıyı açtı ve bana inmem gerektiğini haber vermek ister gibi baktı. Arabadan inip başımı kaldırdım, şatonun tüm ihtişamı üzerime yükleniyormuş gibiydi. Yutkundum ve kendimi toparlamaya çalıştım. Hazırım diye düşündüm içimden, ama hiçbir zaman tamamen hazır olamayacağımı da biliyordum.
Kapıya yöneldiğimde içimdeki tedirginliği saklamaya çalışarak yürüdüm. Adımlarım yankılanıyordu, dev kapılar ağır ağır açıldı ve önümde büyük bir salon belirdi. Tüm salon koyu renklerle döşenmişti, ağır, antikalarla dolu mobilyalar, devasa avizeler ve duvarlardaki tablolar, her biri yerin mistik havasını derinleştiriyordu. İçeride kimse yoktu; sanki beni izleyen gözlerin arasında yalnız kalmıştım. Bir an dönüp gitmeyi düşündüm ama bu benim için bir seçenek değildi.
Bir görevli sessizce yanıma geldi ve beni üst kata çıkardı. Merdivenleri çıkarken hissettiğim gerginlik giderek artıyordu. Koridorların karanlık, derin sessizliği ve etraftaki ağır kokular, her şeyi daha da gerçeküstü hale getiriyordu. Kapıların birinde durduk. Görevli hafifçe kapıyı çaldı ve içeri girmemi işaret etti.
O an içimde bir cesaret kırıntısı hissettim. Kapıyı yavaşça açıp adımımı attım. İçeride, devasa bir çalışma masasının ardında oturan adam, Emir Sancaktar, gözlerini bana dikmiş bekliyordu. Sanki geleceğimi biliyordu.