Uyandım, hem de boğazıma dayanmış bir meyve bıçağıyla.
Gözlerimi kırpıştırıp uykunun son izlerinden kurtulmaya çalışırken ağzına attığı bir mandalina dilimini çiğneyerek beni izleyen Burak'a ters bir bakış attım. Birkaç saniye boyunca bıçağı damarımın üzerinden çekmesini bekledim, hiç istifini bozmadı. Eli hala çenemdeydi ve başımı çok hafif yukarı itiyordu. Tutuşu da gevşekti.
“O tuttuğun yerde bir sivilce var.”
Lakayt, sevimli, kahve gözleri alayla kısıldı. Burak bir insanda görebileceğiniz en parlak, tatlı tonlarda kahve rengindeki gözlere sahipti. Ve bunu asla kabul etmezdi. İçimizde kendini beğenmeyen tek kişi ben değildim ve bunu bilmek her zaman kendimi daha iyi hissetmeme sebep olurdu. En kendini beğenmiş arkadaşım Furkan, en sağlam egoya sahip olansa Aren'di. Şu yaptığı hareketi ikisinden biri görse Burak'ı bir temiz döverdi.
“Kıza bak, bıçaktan korkmuyor da sivilceyi dert etmiş!”
“Acıyor!”
“Ben zaten sivilceyi alacaktım bıçakla. Sabit dur,” deyince tısladım.
“Uzatma be, hem niye dalıyorsun odama. Kocaman kadın oldum ben, ya uygun değilse diye hiç düşünmüyor musun?”
Bir bana bir de ikinci bir deri gibi sarıldığım örtüye bakıp geri çekildi. Gözü örtünün açıkta bıraktığı tek uzvuma takıldı. İç çekip “Ayaklarını gördüm, namusun kirlendi. Bu lekeyi artık nikah temizler,” deyip dertli dertli başını salladı.
“Sana mı kaldım ben,” derken elimle odadan çıkmasını işaret ettim.
“Sonunda bana kalırsan ömür boyu alay ederim bilmiş ol,” diyerek dışarı çıktı. Kapıyı kapattığı sırada esnemekle meşguldüm. O gidince bir dakika kadar daha yatakta oyalandım, bu süre zarfında kapıyı kilitleyip yeniden uyumayı bile düşündüm.
“Salona gelmek için on dakikan var. Sonra üzerinde ne olduğunu ya da olmadığını önemsemeden o odaya girip seni çıkarırım.” Bağırışı beni harekete geçirdi. Dediğini yapacağını biliyordum.
Dört gündür telefonumu açmamış, zile inatla basan kimseye cevap vermemiş, dışarıdan bağıranları da takmamıştım. Zorunlu olmadıkça yataktan bile çıkmamıştım. Yenilenme sürecindeydim, ruhumu kuluçkaya yatırmıştım. Onlar da bunun farkındaydı ve ancak bu kadar dayanabilmişlerdi. Aşağıdan seslerini duyabiliyordum, Burak destek birlik getirmişti.
Sait, evliliğe inanmazdı. “İmzalar bir zaman sonra eskir, duygular mutlaka değişir ve olan çocuklara olur,” derdi. Sebebi ise sürekli önünde duran, ona babasının annesini aldatışını hatırlatan üvey kardeşi Furkan'dan başkası değildi.
Burak, aile özlemi çekerdi ve farkında olmadan ona yuva olabilecek, sığınacağı bir kadın arardı. Bir gün kendinden onlarca yaş büyük bir kadınla evlenivereceğinden endişe ederdim.
Aren kısıtlamalara gelemez, her dediğinin yapılmasından hoşlanırdı. Tıpkı kendisi gibi dişli bir kız bulup evlendi. Evlenirken de ailesinin o yaşa kadar ona dayattığı tüm kuralları resmen yıkıp geçti.
Furkan, onu o olduğu için seven ama aynı zamanda çok değerli egosunu seve seve besleyen şirin bir kızla karşılaştı ve beklemeden evlendi.
Yeni tanıştığımız zamanlarda dördünü ne zaman görsem kavga ediyor olurlardı. Sürekli kavga etmelerine rağmen de hep birlikte takılırlardı. Bir aile gibi. Onlarla kalma sebebim buydu. Şimdi geriye dönüp bakınca lise hayatım boyunca ve sonrasında evcil bir hayvan gibi onlara yapışıp kalma nedenimi daha iyi görüyordum. Onlar beni korumuş, sevmiş, şımartmış ve hep yanımda olmuştu. Anne ve babamın olması gereken ama asla olmadıkları şeydiler. Aileydiler. Benim ailemdiler. Sanırım hayatımın geri kalanında onlarla kalmayı garantilemek istemiştim. Bunu sağlamak için de içlerinde yaşça en büyük, zeki ve otoriter duran Sait'i seçmiştim. Diğerlerini gerçekten kardeşim gibi benimsemişken onun bizimle o kadar vakit geçirmemesi sebebiyle asla bir kardeş gözüyle görmemiş olmam da bir diğer sebep olabilir.
Şimdi, konumuza dönecek olursak... Furkan, Furkan'ın eşi Bulut ve çocukları, Aren, Aren'in eşi Armina ve oğulları, Burak ve saplığı... Hepsi şu anda salonumda toplanmıştı. Konuşmalarını duyabiliyordum ve neyi amaçladıklarını da... Sait'e bir şans daha vermemi isteyecek, psikolojik baskı uygulayacaklardı. Kusmak istiyordum. Belki bu onları kararından döndürürdü.
Duygusal olarak boş hissediyordum. Kafama bir kurşun girmiş ve çıkarken tüm duygularımı da söküp götürmüş gibiydi. Kelimenin tam anlamıyla bomboş hissediyordum.
Kolumu kaşıyarak yataktan çıktım. Üzerimde gerçekten de çuvaldan hallice bir tişört ve iç çamaşırından uzunca bir şort vardı. Şortum öyle kısaydı tasarlayan kişinin başta onu ne yapmaya karar veremediğini düşünüyordum.
Diğer kolumu kaşıyarak aynamın karşısına geçmeden önce her sabah yaptığım gibi tartıya ilerledim. Bu rutin davranışlarımdan biriydi ve bilinçsizken bile sürünerek tartıya gidebileceğimi düşünüyordum. Herkes vücudunda bir bölgeye takardı ve beğenmezdi. Kimi dudaklarını ince bulur, kimi de burnunu fazla şekilsiz; bazıları yanmaktan yakınır ve bazıları da beyaz bir ten ister... Şanslı olanlar bunları değiştirme gücüne sahip olanlardır. Ben, vücudumu severim. Şu an tartıda gördüğüm 49 kilo yazısını görünce daha çok sevdim mesela. Eve kapanıp kendimden iğrenerek geçirdiğim günler bir kilo hafiflememe neden olmuştu. O bir kilonun benim için önemi büyüktü.
Tartıdan inip saçlarımı dolandığı lastik tokadan kurtardım ve yeniden topladım. Altıma koşarken kullandığım taytlarımdan birini giyip kumaş yığınına benzeyen devasa tişörtümün altında kaybolmasını izledim. Sonra çoraplarımı ve spor ayakkabılarımı bıraktığım köşeye ilerledim. Tüm bunları yaparken delice kaşınıp durduğumu ise uykulu gözlerle süzdüğüm aksime bakarken fark ettim. Kendimden başka her şeye benziyordum. Gözlerimin altında morluklar belirmiş, aşırı uyumaktan göz kapaklarım şişmişti. Dudaklarım da epeyce şiş görünüyordu. Hatta tüm yüzüm biraz şişti. Kaşlarım istemsizce çatılırken aynaya yaklaştım. Gördüklerim hiç hoşuma gitmiyordu. Karşımda basit bir depresyon uykusunun yapacağından çok daha fazla hasar vardı.
“Nehir, çık artık şu odadan!”
Vay canına!
Kollarım ve bacaklarım... Bana göre, şu an karşımda dünya barışının bozulmasından daha acı verici bir manzara vardı. Donmuş bir şekilde aynanın karşısında duruyordum. Öyle çok şey görmüş ve atlatmıştım ki artık hiçbir şeyin beni böylesi bir şoka sokamayacağından oldukça emindim ama korkuyordum. Gözlerimi sımsıkı kapatıp açtım ve hala aynı göründüğümü acıyla fark ettim.
Aynadan ayrılmayı başarabildiğimde soluğu penceremin önünde aldım. Kabarcıkları net görebilmek için pencereyi açıp kolumu ışığa tuttum. Sadece kabarcık gibiydi. İçinde mikrop olan, çıbana benzeyen iğrenç şeylerden değil de ormanın ortasında, bir kütük üzerinde beliriveren mantar kümesi gibilerdi. Çirkindim. Yeniden çirkin olmuştum! Sakinleşmek için derin nefesler aldım. En azından yüzümde yoktu. Bu iyiydi.
“Kanka, çıkıyor musun, meyve bıçağımla birlikte bir ziyarette daha bulunayım mı?”
Hızlıca kapıya gidip kilitledim. “Giyiniyorum,” demeyi başardım. Deli bir süratle üzerimdekilerden kurtulup yere savurdum. Dolabımdan en kapalı bluz ve pantolonumu bulup giyerken hareketlerim sarsaktı. Koşu ayakkabılarımı giyip odadan çıktığımda yüzümde her zamanki maskem olsa da kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Salona girdiğimde tüm bakışlar beni buldu. Halımın üzerinde emekleyen çocuklar bile başını kaldırıp bana baktı. Odadaki en giyinik kişi bendim. Diğerlerinin karşısında kendimi tam bir ucube gibi hissederek beceriksizce gülümsedim.
“Evet, size ne ikram edeyim? Çay? Kahve?” Evimde bir yardımcım yoktu. Bunun sebebi, çoğu zaman kirletecek kadar bile evde olmamamdı. Sürekli bir yerlerdeydim. Çalışırdım ya da birileriyle ilgilenirdim. O da olmazsa eğlenirdim ama evime pek uğramazdım. Şehirden şehre, ülkeden ülkeye gezip dururdum.
Zamanımın çoğunu para kazanmaya harcıyordum. İhtiyacım olandan fazlası, ailemin ihtiyacı olandan ve gelecekte ihtiyaç duyabileceğimden çok daha fazlasını istemiştim, başarmıştım da. Tam olarak ne kadar param olduğunu takip etmeyi bırakmıştım ama karşımda duran tüm arkadaşlarımın sahip olduğundan çok daha fazla param vardı. Sebebi ise basitti. Onlar hiç fakir olmamış, parasız kalmamıştı ama ben kalmıştım. Onlar kazandığını keyfi için harcamıştı, bense birikim yapmış, yatırımlarda bulunmuştum. Onlar babasından harçlık alırken ben babama harçlık veriyordum... Ve hala da vermekteydim!
Şimdi ise büyük bir sorunum vardı. Aldatılmamdan, yeni biriyle tanışıp karmakarışık olmamdan ve diğer tüm sorunlarımdan daha büyük...
Alerji olmuştum.
Yine!
***
Bir kez hasta olmuştum. Hem de ne hasta olmak! Daha dokuz yaşındaydım, şu anda odada bulunan hiç kimse ile tanışmamıştım. Tek derdim hafta sonuna kadar iyileşip iyileşmeyeceğimi öğrenmek ve bir an önce hastaneden çıkmaktı; çünkü 23 Nisan geliyordu ve ben görevliydim. Güzel bir gösteri hazırlamıştık, oldukça fazla prova yapmış, çok fazla emek harcamıştık. Gösteri için korkulu ama heyecanlı ve istekliydik. O gösteriye gidemedim!
Annem ilk defa ardı ardına bir beş gün içmeden durabilmişti. İçkiyi aklına bile getirdiğinden şüpheliydim. Alerji olmuştum ve tam olarak neye alerji olduğumu bile çözememişlerdi. Sadece tahminleri vardı ve somut hiçbir açıklamaları yoktu. Bir şey sendromu demişlerdi.
Doktorlar beni yoğun bakıma almak istemiş ve yer olmadığından servise yatırmak zorunda kalmıştı. Annemin bu duruma nasıl da delirdiğini anımsıyorum. Ah, başka şeyler de anımsıyorum! Mesela tuvalete gitmeme izin verilmeyişini!
Steril edilmiş çarşaflar arasında sadece çamaşırlarımla uzanmak zorunda kalmıştım. Sürekli takip altındaydım, herkesin gözü üzerimdeydi. Birisi saçlarımdan tutarak beni kaynar suya sokup çıkarmış gibi göründüğüm için mikrop kapmamdan korkuyorlardı. Yanmamıştım, sadece alerji olmuştum. Bunu ziyaretime gelen tüm sınıf arkadaşlarıma açıklamak zorunda kaldığımı ve onlar karşımdayken o çarşaflar arasında ne kadar utandığımı da anımsıyorum.
Sürekli derime ilaçlar süren, canımı yakan ve yemek yememe izin vermeyen doktorlar yüzünden anneme bağırdığımı da hatırlıyorum. Hem de ne bağırmak! Siz hiç günlerce aç bırakıldınız mı? Günlerce tadı demir ve süt arasında olan, acayip kokulu mamaları içmeye zorlandınız mı? Ortalığı birbirine katıp bana bağlı monitörü yere düşürdüğüm gün doktorlar, evet bir tanesi beni kesmemişti, tane tane hastalığımın ne kadar ciddi olduğunu açıklamıştı. Derim oldukça kötüydü ama asıl kötü olan kısım içimdi. Ciğerlerim, kalbim ve diğer ıvır zıvırlar... Kanayarak öleceğimden endişe ediyorlardı. Asıl yıkım içerideydi.
Sonuç olarak bir ay hastanede kalmış ve yeni doğmuş bir bebek tenine sahip olarak oradan ayrılmıştım. Tüm cildim yenilenmişti. Hiç iz kalmamıştı. Kapıdan çıkarken tenim ışıldıyordu. Kimsenin hastaneden böylesi güzelleşerek çıktığını sanmıyordum. Aynaya bakmaya doyamıyor, kaçırdığım gösteriyi bile umursamıyordum. Sonra okula döndüm, hayatıma devam ettim ama o dönemi hiç unutmadım.
***
Arkadaşlarıma içecek servisi yaptıktan sonra konuşmayı ertelemek için kendimi mutfağıma attım ama ne yazık ki dolabım misafir ağırlamak için fazla boştu. Bunu bahane ederek yemeği dışarıda yemeyi teklif ettim. Onları bir işi bahane ederek ekmeyi planladığım için de telefonumu açtım. Gelen onlarca mesajla ilgilenmedim. Sadece işle alakalı olan maillerimi ve mesajlarımı taradım. Oldukça fazlalardı. Sonunda işime yarayabilecek birini gözüme kestirip görüştüm. Kızların meraklı bakışları arasında tedirgince kapadığım telefonumu cebime yerleştirdim.
“Bu bekleyemez,” dediğimde onları istemediğimi anlamışlardı. Beni tanıyorlardı. İyi olmamı istediklerini ve gitmek istemediklerini biliyordum. Ama dediğim gibi beni çok iyi tanıyorlardı. Yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu düşünecek kadar!
Hah! Yalnız kalıp hastaneye kadar koşmak istediğimi bilecek kadar değil!
Koşmak istiyordum, kalbim sökülüyor gibi hissedene kadar koşmak. Acayip kaşınıyordum ve bu süreçte stresten bir kutu şekeri daha mideme indirmiştim. Eli kolu dolu gelen arkadaşlarım, saçma bahanelerle karıları tarafından götürülürken Burak, inatla gitmeyip koltuğuma yayılmıştı. Kapıyı kapatmadan onun yanına gittim. Gitmesini isteyecektim.
“E, kanka mutfakta yardıma ihtiyacın var mı?”
Başka zaman olsa ne pişireceğimi biliyordum. Fırında makarna, salata, limonata! Nehir menüsü. İsmini çocuklar koymuştu ve yemekler onların evinde bile bu şekilde anılıyordu. Pişirmeyi bildiğim tek yemek değildi elbette ama onlar, benim elimden yediği en güzel yemek olduğu konusunda ısrarcıydı. Ben de bu durumdan hiç şikayetçi değildim.
“Hiç yemek pişirecek havamda değilim, biraz koşup iş için hazırlanmam lazım.”
Burak, yayvan gülüşüne eşlik etmeyen ciddi kahvelerini gözlerime dikti. “Yemezler onu,” diyerek ayaklandı.
“Nasıl?” dedim sinirle kolumu kaşırken. Ne yaptığımı fark edince elimi hemen çekip kollarımı göğsümde kavuşturdum.
“Sen bu suratla aynaya bakmazsın, fotoğraf çektireceğine inanmamı beklemiyorsun değil mi?”
“Aslında beklentim o yönde,” deyip dişlerimi gıcırdattım.
“Şu kolunu göster bakalım,” diyerek olduğu yerden uzanıp koluma yapıştı. Ondan kurtulmak için çırpınmaya başladım, gücü karşısında hiç şansım yoktu.
“Bıraksana, kolum acıdı!” diye bağırıp kendimi geriye çekmeye çalışırken koluma şiddetle asılıp beni koltuğa düşürdü ve tepeme çöktü. Dizini karnıma bastırıp ona vurmakta olduğum ellerimi yakaladı. Kolumun tekini de dizinin altına aldığı sırada hırsla çığlık attım.
“Bırak beni!”
“Önce görelim!” Kolumu sıvazlayıp kabarıkları gördüğünde hiç şaşırmadı. “Vay, vay, vay...” deyip bir ıslık çaldı. “Burada ne güzellikler varmış öyle!” Devamını getiremedi. Biri onu ensesinden yakalayıp yüzüne yumruğu indirdiğinde hala yakalanmanın şokundaydım. Kocaman açtığım gözlerimi cam sehpamın üzerine düşen arkadaşımdan alıp saldırgana çevirdiğimde gözlerim daha da açıldı.
“Ayaz,” diye soludum şaşkınlıkla. O ise bana bir bakış atıp Burak'a yönelmişti. Kolunu kaldırmış, yumruğu Burak'a indirmeye hazırlanmıştı. Onun kim olduğuna dikkat ettiğinden ya da ne kadar samimi olduğumuzu bildiğinden şüpheliydim.
“Ne yapıyorsun?” kelimeleri ağzımdan neredeyse çığlık olarak çıktı. Anlık bir duraksamayla bana döndüğü sırda Burak elinden sıyrılıp ayaklandı.
“Senin ben...” deyip Ayaz'a bir yumruk attı ki çatırtıyı duyduğumda korkuyla ürperdim. Sanırım potansiyel sevgilimin burnu kırılmıştı. “Sen kimsin lan?” diye kükreyen Burak ikinci darbeyi indirirken ayaklandım ve üçüncüden önce ikisinin de kollarına yapıştım.
“Durun!”
Burak anında durup bana döndü ama Ayaz duraksamadı bile. İfadesini bozmadı, sıkkın görünmekle yetindi ve yumruğu Burak'ın şakağına indi. Burak bir an durakladı ve yere yığıldı. Ben çığlık atıp ona seslenerek ağlarken, Ayaz ayakta dikilmeye devam ediyordu.
“Bunu niye yaptın?” dedim arkadaşıma seslenmeye arar vererek.
“Çığlık atıyordun, o da...” deyip halimize baktı. Duraksadı. Yüzünde hiç hoşuma gitmeyen bir ifade oluştu. Tiksinmiş gibi... “Yanlış zamanda geldim sanırım.” Gerilerken sinirle kaşlarımı çattım. Yanlış zamanda gelmekle kalmayıp yanlış anlamıştı. Burak'ın bana saldırdığını düşünmüştü.
“Saçmalamayı kes de onu kaldırmama yardım et. İnşallah bacaklarına sıkmaz ve inan bana bunu yapar! Zaten bu aralar eğlenmek için adam vuracak kadar sıkılmıştı...” Abartıyordum ama o da abartmıştı. Arkadaşımı bayıltmıştı! Korkmuştum. Benim için düşünmeden harekete geçtiğini bilmek saçma bir şekilde sırıtma isteği de uyandırıyordu. Bana ve Burak'a şöyle bir bakıp başını sağa sola salladıktan sonra nefesini bıraktı.
“Çekil, cam kırıkları var.” İkiletmeden çekildim. Dev gibi arkadaşımı bir çırpıda kaldırıp koltuğa bıraktı. Başı koltuğun kırlentine değer değmez acıyla tıslayan Burak gözlerini hafifçe araladı. Yavrusunu kartala kaptırmış bir yılan gibi acıyla inleyen arkadaşımın normalde sevimli diye tanımladığım gözleri Ayaz'la buluştu.
“Sağlam vurdun şerefsiz,” deyip acıyla inledi. Yattığı yerden hafifçe doğrulup sırtını kırlente yaslarken gözü benimle Ayaz arasında gidip geliyordu. Onu tanımıştı.
“Bu olayı bir yerde anlatırsan seni öldürmek zorunda kalabilirim. Anlarsın ya, benim de korumak zorunda olduğum bir şöhretim var!” Bahsedilen şöhret oyunculuğu ile alakalı değildi elbette. “Ben Burak,” deyip elini uzattı.
“Ayaz.” Ayaz, elini uzatmak gibi bir girişimde bulunmadı. Burak da çok takmadı. Parmaklarıyla burnunu yoklayıp kırılmadığından emin olduktan sonra çenesiyle bana mutfağı işaret etti.
“Kanka buz getirsene, moraracak bu.”
Mutfağa gitmek konusunda kararsız kalmış bir şekilde ikisine bakıp derince nefes aldım. Sonra odadan çıkıp gerçekten buz aramak için mutfağa yöneldim. Bu süre zarfında tırnaklarım kollarımdaydı. Kaşınmayı kesemiyordum. Stresle cebimdeki şeker kutusunu çıkarıp ağzıma üç-beş tane daha attım. Mutfağa girmeden hemen önce Burak'ın sesini duydum. Ciddi ve kavgacı bir tonla daha önce Aren ile birlikte bana sorduğu soruyu direkt ona yöneltti.
“Kim lan bu Ayaz?”