Elimde iki buz torbasıyla salona geri dönerken ilk duyduğum “O kızı kan tutar. Senin gibi kaba heriflerden de hiç hazzetmez. Bence sen o geri dönmeden önce sessizce sıvış,” diyen Burak'tı.
“Beni mi kan tutar? Ben mi kaba adamlardan hoşlanmam?” diyerek içeri girdim. Sesimde hayretten çok alay vardı. “Acaba kaç kez yaralarınızı sardım? Ya sen kaç model tanıyorsun dikiş atmayı bilen? Ben bunlar yüzünden cerrahlar kadar iyi dikiş atıyorum biliyor musun?” İlk buz torbasını Burak'ın burnuna bastırdım. Palavra atıyordum ama bunu Ayaz'ın bilmesine imkân yoktu. Burak ise beni bozmayacaktı. Onunla dostluğumuz böylesine sallantıdayken bu riske girmezdi.
“Acıttın kanka, az nazik ol be!” deyip elimden torbayı kapmasına izin verdim. Ona tehditkâr bir bakış atıp “Buzunu alıp kaybol, bugün hiç havamda değilim,” diyerek ayaklandım.
“Millet abi deyip geçinemiyor, kızın hareketlere bak ya... Hayırdır, sen yürek mi yedin?” deyip palazlanıyor gibi havalara girerek ayaklandı. Gözleri Ayaz'a tehditkarca dikildiği sırada ensesine yapıştım. Önüme doğru itip “Hadi canım, hadi, sonra yine gelirsin. Uslu durursan makarnanı da yer, öyle gidersin ama bugün mutfağa falan giremem. Gördüğün gibi meşgulüm,” dedim.
“Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın, desen daha mantıklı olurdun.” Sinirle soludu. Elimi itip ensesini kurtardıktan sonra torbayı da bir hırsla elime yapıştırdı. “Buzunu da marazlı erkek takıntını da...” deyip kendi ekseninde bir tur döndü. “Bak, sonra pişman olursan çok geç olacak. Düşünmeden hareket ediyorsun. Şu anda çizgidesin, geçersen her şeyi bitirirsin.” Sait ile aramdaki ilişkiyi kastediyordu. Biriyle birlikte olursam beni kabul etmeyeceğini ima ediyordu ve midemi bulandırmıştı.
“O çizgi tam olarak nerede?” diye bağırdım. Bakışları koridora çıkmış Ayaz'ı bulduğunda alayla gülümsedim.
“Çizgiyi ben geçmedim küçük mafya, beni siz ittiniz. Beni o çizginin gerisine ittiniz. Artık önümde bir çizgi falan yok. Abicilik oynamayı Işıl'a saklayıp git. Artık sen de çizgiyi aşıyorsun.” Durakladı. Kararsız bir nefes alıp sesli bir şekilde bıraktı. “Arkadaşımsan, arkadaşım gibi davran.”
“Bak oğlum, kimsin bilmiyorum ama öğreneceğim. Bu kızın gözünden senin yüzünden tek damla düşsün, seni bırakıp sülaleni silerim. Ona göre!” Burak ayarsızdı. Gülen gözleri her zaman aldatıcıydı.
“Dikkat et,” deyip elimdeki torbayı geri kaptı. Burnuna dayamadan önce uzanıp yanağımdan öptü. “Bir telefon uzağındayım,” diyerek geri çekildi. Gözleri tehditkâr bir şekilde birkaç saniye boyunca Ayaz'da kaldı. Topuklarının üzerinde hızla dönerek bahçe kapısına ilerledi. Üzerindeki tişörtte ufak tefek kesikler vardı ama görünürde kan olmadığı için yaralanmadığını ümit edip arkasından gitmedim.
Sokağa çıkmasının hemen ardından arabası kapımın önünde belirdi. Şoförünün kapıyı açmasını beklemeden kendini arabaya attı. O gözden kaybolduğunda şahit oldukları yüzünden mahcup bir şekilde Ayaz'a döndüm. Görmesini en son istediğim halimle karşısındaydım. Makyajsız, bakımsız, karmaşık... Tamamen savunmasız.
Yanaklarım alev alev yanarken karnımda gergin bir ağrı ortaya çıkmıştı. Ona bakmaya cesaret bulamayarak bir süre boş gözlerimi üzerindeki yakası kaymış gömleğe ve açığa çıkmış göğsüne sabitledim. Elim yine kaşımak için koluma giderken kendime hâkim oldum.
“Acıyor mu?” dedim sessizliğine, tepkisizliğine dayanamayıp bakışlarımı yüzüne çıkarırken. Dudağı gülümser gibi hafifçe oynadı. Hala burnuna koymadığı torbaya alayla baktı. Parmaklarını açıp elindekinin yere düşmesine izin verdikten sonra bana doğru uzun dört adım attı. Tam önüme geldikten sonra çenemi kaldırıp gözlerime baktı.
“Sadece arkadaşın, öyle mi?” Fısıldayan sesi yumuşacıktı, bir o kadar da keskin. Başımı sallamakla yetindim. Sesime güvenememiştim. Fazla yakındı ve ben bu yakınlıkla, özellikle de ayıkken, ne yapacağımı bilememiştim.
“Neyi görmeye çalışıyordu?” Neden yaptım bilmiyorum ama çirkinliğine aldırmadan üzerimdeki bluzun kollarını sıvayıp, kollarımı aramıza soktum. Göz hizasına getirdiğimde kaşları çatıldı. Dikkatle süzdükten sonra yere eğildi. O beni incelerken heykel gibi dikilmekten öte bir şey yapamıyordum. Yutkunamıyor, nefes alamıyordum. İzin ister gibi gözlerime baktı. Gerekli cevabı çıkarmayı beceremediğimi fark etmiş gibi nazikçe sol ayak bileğimi tuttu. Sonra taytımı yukarı itti. Dikkatle derimi inceledikten sonra başını kaldırdı. Eli bu kez tişörtümün eteğindeydi. Sonunda yutkunmayı başardım ama sesini duymuştu. Beni utandıracak bir hareketten ve sözcükten sakınarak nazikçe tişörtümü kaldırdı. Göbeğimi, belimi kaplayan küçük döküntüleri dikkatle inceledi. Sıcak parmakları tenimi neredeyse okşamıştı. Heyecanla kasılınca tişörtümü düzeltip doğruldu.
“Şekerlerin kafa yapmıyor ama o kadar da zararsız değilmiş Nehir Hanım,” dediğinde gözlerim irice açıldı.
“Şeker... Sence şekerler yüzünden mi oldu?”
“Muhtemelen,” deyip biraz daha yaklaştı. Yakınlığı beni gerse de acayip rahatlamıştım. Nedense kendinden emin görünüyordu, ne yaptığını biliyor gibi. “Annen çocukken fazla şeker, çikolata yememen gerektiğini öğretmedi mi?” dediğinde kendime geldim. Annem bana neyi öğretmişti ki... Uzunca bir süre annem olarak kalmayı başarabilmiş değildi. Onunla ilgili iyi bir anım olduğunu bile anımsamıyordum.
“Demek öğretmedi,” deyip benim Burak'a yaptığımdan çok daha farklı bir tutuşla ensemi tutup omzuna çekti. Alnımı omzuna bastırıp diğer elini sırtıma bastırarak dikildi. Değişik bir kucaklama şekliydi. Kendimi ona bırakmadım ama uzaklaşmaya da çalışmadım. Yaptığı şey ummadığım kadar iyi gelmişti. Gömleğinin kayan yakasının açıkta bıraktığı teni yüzüme temas ediyordu. Hafif parfümüyle karışık teninin kokusunu fark etmeden içime çektim. Boğazımdan aşağı ilerleyip ciğerlerime çöreklendi. Gönülsüzce sofraya oturup ilk lokmasını aldıktan sonra ciddi anlamda aç olduğunu fark eden bir çocuk gibi kokusuna musallat oldum. Yağmur, toprak, temiz ama doğal bir şeyler kokuyordu. Güzel kokuyordu. Kokusuna hiç yabancı değilmişim gibi hissediyordum. Sanki her gün boynuna gömülüp onu solumuş gibiydim. Yelkenleri indirip ağlayacak gibi hissetmeye başladığımda kolları arasından çıktım.
Ne yaptığımı fark etmişti. Gözleri benimkine bu kez alev gibi çarptı. Yaktı. Yüzü benimkine doğru eğildi. Beni öpmeye çalışacağını ve kaçmak istemediğimi fark edip paniklemişken alnını benimkine yasladı. Elleri yüzümün iki yanındaydı. Canının acıdığını tahmin ediyordum, yine de hiçbir acı belirtisi göstermeden burnunu tenimde kaydırdı. Şakağıma, oradan da kulağımın ardına geçti. Saçlarımın arasında derin bir nefes aldı. Bu sırada hala mesafesini koruyordu. Bana sadece elleri dokunuyordu. Bu bile heyecandan ölmeme sebep olacaktı.
“Sen kimsin Ayaz Karakurt... Ve bana ne yapıyorsun?” diye fısıldadım. Sorum cevapsız kaldı. Öylece dikildik. Açık kapının önünde dakikalarca dikildik. Beni nefesim düzelene, yakınlığını yadsımayı bırakana ve sıcaklığında eriyinceye kadar tuttu. Sonra parmakları yavaşça çekildi. Başını geri çektiğinde yüzünde şimdiye kadar gördüğüm en yumuşak ifade vardı. Dudakları alaycılıktan uzak bir kıvrımın esiriydi. Güzel bir şarap tatmış gibi dudağını ıslatıp aramıza biraz daha mesafe koydu. Ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Birbirimizi anlamsız bir sessizlikle, sorulmamış sorularla dolu sessizlikle süzmeye devam ederken omuzlarını düşürdü. Kendini kastığını o zaman anladım.
“Düşündün mü?” diye fısıldadı.
“Neyi?” dedim sersemlemiş bir şekilde.
“Aklın gayet başında gibi...” diye mırıldandı. Ve onunla ilk konuşmamızı hatırladım. Sarhoş zihnimin beni yanıltmadığını umdum.
“Teklif?” diye sordum çekinerek. Cevap vermedi. Düşünmemiştim. “Aslında,” deyip duraksadım. “Seni tanımıyorum.”
“Cevap bu değil,” diyerek geriledi ve duvara yaslandı.
“Ama hakkında hiçbir şey bilmiyorum!” diye isyan ettim. Telefonum çalmaya başladı. Sesi aramızda sinir bozucu bir şekilde çınlarken kendime gelip ekrana baktım. Bu sefer gerçekten iş için aranıyordum. Dişimi sıkarak açtım. Çok iyi bir teklif almıştım. Bir yanım reddetmek istiyordu diğer yanımsa bunun düşünmem için iyi bir fırsat olduğunu haykırıyordu. Telefonu kapattıktan sonra hafifçe gülümsedim.
“Gidecek misin?”
“Düşünmek istiyorum,” dedim. Onu reddetmediğimden emin olmasını için bu kez çekinmeden gri gözlerine baktım. “Sadece kafamı toplamaya ihtiyacım var,” diye fısıldadım.
“Benden uzaklaşarak mı?” Tatmin olmamıştı. Onu başımdan attığımı sanıyordu.
“Sen varken düşünemiyorum ama hayır, senden değil, diğerlerinden uzaklaşmaya ihtiyacım var.”
“Nereye?”
“Şey, Burundi,” dedim. Kaşları çatıldı.
“Neresi?” derken anlamamış gibi değildi. Hatamı düzeltmemi umuyordu.
“Burundi... Bujumbura'daki bir doğal parkta çekim yapacağız.” Kekelememiştim, bu da bir şeydi. Tek kaşını kaldırdı. Onca ülke varken Burundi'de ne halt yiyeceğimi soruyordu. Ya da ismini bile doğru telaffuz edemediğim, itin öldüğü yerde ne işim olduğunu. İtin öldüğü yer deyimi benim kelime haznemden değil, Burak'ın ıssız yerleri tarif etmek için kullandığı sözcüklerdendi.
“Sadece iki hafta kalacağım,” dediğimde sinirli bir kahkaha attı.
“Sadece sana yaklaşacak erkekler için değil, timsahlar için de mi endişelenmemi istiyorsun?” Ciddi gibi, değil gibi... Ne zaman ciddi olduğunu, ne zaman şaka yaptığını anlamıyordum ve aşırı gerilmiştim. Bana yaklaşan erkekler için endişe ettiğini söylediği içinse kalbimde yeni bir çarpıntı baş gösterdi.
“Aslında net cevap vermedim, gitmeyebilirim,” diye geveleyip hafifçe gülümsedim.
“Hımm,” diyerek yerinde kalmaya devam etti. Beni baştan ayağa süzerken “Bu halinle mi?” diye sordu. Sorusu tüm neşemi alıp götürdü. Cidden berbat görünüyor olmalıydım. Az önce bana yakınlaştığında içimi dolduran kadınsal öz güven geçip gitmiş, babaanne donlarından giyen bir kadın gibi hissetmeye başlamıştım.
“Bir anlığına unutmuştum. Sayende. Ve yeniden hatırlattığın için teşekkürler.” Rezil hissederek ve daha çok kaşınarak öylece beni incelemesine katlanamayacağım için dikleştim.
“Neden gelmiştin?” diye sordum.
“Sence? Kaç gündür kapını ilk defa açık gördüğüm için olabilir mi? Ya da telefonuna hiç bakmadığın için?” Günlerdir kapıma gelip gittiğini söylemeye çalışıyordu. Yeniden heyecanlandım. Sonra bu hissi bastırmak için başımı salladım.
“Beni neden görmek istedin?”
“Neden istemeyeyim?”
“Neden isteyesin? Ne de olsa ben vebalı, çirkin bir yaratığım,” diyerek ve aynı anda çirkin olduğumu kabullendiğim için pişman olarak nefeslendim. “Yani sana göre, başkalarına göre epeyce güzelim!” Hangi kelimemin işe yaradığını bilmiyordum ama karşısında aptal bir çocuk varmış gibi hafifçe gülümsedi.
“Sen çirkin değilsin,” dedi sabırla. Dudaklarım inanmadığımı belli ederek büküldü.
“Hı hı,” dedim. Komik görünüyorduk kesin. O kapıya, bense duvara yaslanmıştım ve aramızda bir metreden fazla mesafe varken atışıyorduk. Onu hayal ederken hiç bu tarz bir şey düşünmemiştim. Zihnimde daha farklı manzaralar vardı, aramızdaki mesafeyi çabucak kapatmamızı ve birbirimize dokunmamızı içeren türden manzaralar.
Sırtını duvardan ayırdı. Bakışlarımı yere indirip iç çektim. Sonunda çenemle onu da bıktırmıştım. Gidiyordu.
“Giderken kapıyı kapatırsın,” diyerek yanından geçip içeri gitmeye çalıştım.
Bileğimi nazikçe tuttu. Ben başımı kaldırıp ona bakana kadar tek kelime etmedi. Sonunda ona bakmaya başladığımdaysa mesafeyi kapattı. Sırtım duvara yaslanana kadar geriledim. Telefonum acı verici bir şekilde yeniden çaldı. Önemsemedim. Aramızdaki çekimin nereye kadar devam ettiğini merak ediyordum. Telefonum yeniden çalmaya başladı. Kalbim durmak üzereyken yükselen sesi yerimde sıçramama sebep olmuştu. Açmadım. Açmayacaktım. Her kimse beklemesi gerekecekti.
Dudaklarına bakıyordum. Onunla öpüşmeyi, bunun bana nasıl hissettireceğini merak ediyordum. Yapabilir miydim? Onu da merak ediyordum. Şimdiye kadar bir kişiyle öpüşmüştüm, kim olduğunu bilirsiniz ve bu sadece bir kere olmuştu. O da bana evlilik teklifiyle geldiği gündü. İki yıl nişanlı kalmıştık. Bu süre zarfında o evlilik tarihi belirlemeyi erteliyor, ben de onunla yakınlaşmayı reddediyordum. O, ısrarcı değildi ben de inatçıydım. Yani bir kişiyi öpmüştüm. Bir kere öpmüştüm. Ondan da hiçbir şey anlamamıştım. Öpüşmenin öyle abartıldığı gibi bir şey olmadığını düşünüyordum. İçimde gittikçe güçlenen bir yer, tam da şu anda fena halde yanıldığımı düşünüyordu.
“Açmayacak mısın?” Sadece dudaklarını izlediğim için ne dediğini algılayamamıştım. Yeniden konuştuğunda durakladım. “Telefonu, açmıyor musun?”
“Bilmem,” diye mırıldandım.
“Nehir Hanım?”
“Hı?” Hala Nehir Hanım'dım. Neden inatla böyle sesleniyordu bilmiyordum ve rahatsız olmaya başlamıştım.
“Asıl sen bana ne yapıyorsun Nehir Hanım?”
“Ben, ben,” diye kekeledim. Bunlar hiç bana göre davranışlar değildi.
“Evet sen? Önce neredeyse üzerime atlıyorsun, şimdi de ürkek bir kız çocuğu gibi titriyorsun. Sen benden ne istiyorsun?” Üzerine atlamışım! Pekâlâ, biraz atlamış olabilirim ama bunu, bu şekilde yüzüme söylemesini gerektirmezdi. Sinirle bir nefes aldım. Çenemi yukarı dikip gözlerine baktım.
“Ben senin,” deyip sustum. Öyle bir bakıyordu ki söyleyeceğim yalanın devamını getirememiştim.
“Nehir?”
İkimiz birden sesin geldiği yere, bahçeye doğru baktık.
“Anne?” dedim şaşkınlıkla. Panikle Ayaz'dan ve az önceki yoğun ruh halinden sıyrılıp iki sarsak adım attım. Dengemi sağladıktan hemen sonra kapıdan çıkıp karşısına dikildim.
“Anne, hayırdır neden geldin?” dedim aceleyle. Elimle saçımı düzeltirken kapı ağzında dikilip bizi süzen Ayaz'a kaçamak bir bakış attım.
“Bu kim?”
“Anne!” dedim uyarmak için. “Ne istiyorsun, neden geldin, ne oldu?”
“Bu adam kim?” dedi sanki umurundaymış gibi. Sanki gerçek bir anneymiş gibi... Sanki daha önce evime, hayatıma girip çıkanları sorgulamış, beni önemsemiş gibi... Sinirle soludum.
“Anne, ne istiyorsun? Ne lazım?” Durakladı. Yüzünde ekşi bir şey yemiş gibi bir ifadeyle beni süzdü.
“Telefonun kapalıydı. Merak ettim.”
“Dinleniyordum, iyiyim.” Derin bir nefes aldım. “Ne kadar lazım, havale yapayım,” dediğimde kaşlarını çattı.
“Para istemiyorum, sadece iyi olup olmadığını merak ettim.” Ciddi olmadığını, Ayaz orada dikilip durduğu için çekindiğini düşündüm. Hafifçe gülümseyip göz kırptım. Ona sarılıp kulağına “Hallederim, sen merak etme,” diye fısıldadım. Bu arada hiç alkol kokmadığını fark edip epeyce şaşırdım. Geri çekilirken kollarımı gördü ve panikle bileğime yapıştı.
“Bunlar ne? Ne zaman oldu?” Sıyrılan bluzumun açıkta bıraktığı tenime bakıyordu. “Ay, hadi hastaneye gidiyoruz, Hadi hadi,” diyerek bileğime asıldı.
“Anne, önemli bir şey değil,” diyerek onu durdurmaya çalıştım.
“Yürü dedim, nasıl önemli değil.”
“Anne,” dedim bahçe kapısına sürüklenirken. “Ben iyiyim...”
“İyi falan değilsin. Doktorlar bakıp iyi demeden iyiyim falan deme bana.”
“Anne ben iyiyim dedim,” diyerek bileğimi kurtardım.
“Sen ne zaman kötüyüm dedin ki?” diyerek bileğimi yeniden yakaladı. “Sen hep iyisin zaten,” dedi beni süzerken. Gördüklerinden hiç hoşlanmamıştı.
“Düzelirim, sıkma canını.” Çalışamayacağım için endişe etmişti. “Bir iş aldım bile, hafta sonuna Burundi'ye gideceğim.”
“Ne işi? Afrika'da ne işin var senin!” Sesi kıyamet gibiydi. Bir adım geri çekilip hayretle anneme baktım.
“Anneniz çok haklı Nehir Hanım,” diyerek ilk defa lafa karışan Ayaz, yanımıza geldi. Benden bile uzun olan annem, Ayaz'a alıcı gözlerle baktı. Hiç çekinmeden tepeden tırnağa inceledi. Annemin Ayaz'a saçma bir laf edeceğinden ölesiye korkarak, diken üstünde beklemeye başladım. Bu durumdan rahatsız olmuş görünmeyen Ayaz, ona elini uzattı.
“Ayaz,” dedi.
“Gülsüm,” dedi annem. Az önceki cehennem cadısına benzeyen sesi, şimdi utangaç bir genç kız gibi çıkmıştı. Hayretle bu değişimi ve el sıkışmalarını izlerken saçımı tekrar kulağımın ardına ittim.
“Memnun oldum Gülsüm Hanım,” diyen Ayaz beni şöyle bir süzdü. “Altı gibi gelirim, yemek yeriz.” Anneme selam vererek çekip gitti. Arabası kaybolana kadar arkasından bakakaldım.
Annem, “O nişanlım dediğin adam yerine böyle biriyle olmalısın,” dedi iç çekerken. Parmağımı fark ettiğinde gözleri ışıldadı. Asla çıkarmam dediğim yüzük, orada değildi. Orada sadece yıllardır taktığım yüzüğün izi vardı.
“Demek sonunda doğru yolu buldun?” deyip çenesiyle Ayaz'ın gittiği yolu işaret etti. “Bu sefer, doğru seçim!”
“Efendim?” dedim şaşkınlıkla.
“Bu adamdan koca olur. Bunu elinden kaçırma.” O an sırf annem istediği için Ayaz'ı bir daha görmek istemediğimi düşündüm. Koca seçmekten anlıyor gibi bana yön vermeye çalışması komikti.
“Anne!”
“Ne dediysem o,” deyip bileğimi yakaladı. “Hadi gidiyoruz.”
***
Sessizce eve dönüp anahtarlarımı aldım ve onunla birlikte hastaneye gittim. Annemin yıllar sonra annelik yapması için hasta olmam gerekiyormuş. Sadece ben hasta olunca anne olduğunu anımsayan bir annem olduğunu fark etseydim, çok daha fazla hasta olabilirdim.
Doktor eldivenli parmaklarını kolumdaki kızarıklığa bastırıp çekmişti. Bastırdığında beyazlayan yer, elini çektiğinde yeniden pembeleşmişti. Artık kaşınmaktan acıdığı için tırnaklarımı sürtmek yerine avuç içimi bastırıp kolumda gezdirdim. Yeterli gelmeyince kaşınan bileğimi kıyafetime sürterek rahatlamaya çalıştım. Annem bileğimi yakalayıp bana ters bir bakış attıktan sonra doktora döndü.
“Yani, kızımın nesi var?” Yeniden o dokuz yaşındaki çocuk olmuştum. Hafifçe gülümseyerek annemin doktoru sıkıştırmasını izledim.
“Önemli bir şey değil, stresten kaynaklı bir durum olduğunu düşünüyorum,” dedi. O sırada cebimden bir şeker çıkarıp ağzıma attım. Doktor hareketimi görüp güldü. “Bir de şu şeker bağımlılığınız yüzünden sanırım, bir süre size vereceğim diyete uymanız gerekiyor.”
“Ne diyeti?”
“Ürtiker diyeti,” diyerek masasına uzandı.
Bir defterden sayfa koparıp listeyi uzattı. “Yeniden masaya eğilip klavyeye uzandı. Hızlıca birkaç yere tıklayıp bir çıktı aldı. İkinci sayfayı elime tutuşturdu. “İki tablet yazdım. Birini sabah, diğerini ise akşam yatarken içeceksiniz. Herhangi bir değişiklik olursa yeniden gelirsiniz. Verdiğim ilaçları alıp diyetinize uyarsanız sıkıntılı süreci hızla atlatacağınızı düşünüyorum.”
“Kızım kurdeşen mi olmuş yani?” Annem biraz rahatlamış biraz da sinirlenmişti. Yeniden kaşınmaya başladığımı fark edince dişimi sıkıp kolumu bıraktım.
“Yapacağımız başka bir şey var mı?”
“Alevli dönemi atlattıktan sonra alerji testini yapıp nelere alerjisi olduğunu kontrol edebiliriz. Tabi önce ilaçları bitecek ve bir süre de ilaçların sistemden çıkmasını bekleyeceğiz.”
“Peki, size güveniyorum doktor.”
***
Eve geldik. Salonumda Ayaz ve Burak'ın kavgasından kalma izler olduğunu anımsayınca onu direkt mutfağa yönlendirdim. Mutfak masasına karşılıklı yerleştiğimizde annem eczaneden aldığımız ilaçların içinden çıkan kağıtları itina ile okudu. Sabah almam gereken tableti gözünün önünde içene kadar başımın etini yedi. Sait ve ona harcadığım yıllar hakkındaki nutuk, daha önce duymadığım bir şey değildi. Haklıydı ve bunu kabullenmek canımı daha çok sıkıyordu.
“Anne,” diye çığlık attım sonunda. “Ben bir hata yaptım. Evet, haklısın. Ve evet, Sait de tam söylediğin gibi biri çıktı. Beni aldattı. Bu benim suçummuş gibi davrandı. Kendimi rezil hissettim. Haklıydın, o adam bana kendimi rezil hissettiriyordu. Ayrıldık, bitti. Gerçekten bitti. Ama artık sus lütfen. Bir kere annem ol, bir kere beni eleştirmek yerine bana destek ol. Bir kere de yanımda ol. Kızım, nasılsın de!”
“Nehir, ben...”
“Anne yoruldum. Anne, ben çok yoruldum anne. Benim anneme ihtiyacım var, yanımda olmana, bana destek olmana... Beni eleştiren yüzlerce, binlerce kişi var zaten. Birilerinin bana destek olması lazım artık, yapamıyorum. Tek başıma yapamıyorum.” Gözlerim dolu dolu kahve gözlerine bakarken tıpkı benim gerginken yaptığım gibi saçını geri itti.
“Sakin ol, bir duş al. Toparlan. Akşam ilacını içmeyi unutma.” Geri çekilip beni şöyle bir süzdü. Sonra yanıma gelip omzumu sıktı. “İyi olacaksın.” Ve çekip gitti. Pes etmiş bir şekilde kollarımı masanın üzerine uzatıp yüzümü soğuk zeminine bastırdım. Gözlerimi sildim. Derin bir nefes aldım. Bir tane daha.