Kapının kapanışını duyduktan sonra yerimden kalktım. Eğilip bağcıklarımı sıktıktan sonra dışarı çıktım. Ve koşmaya başladım. Deli gibi koştum. Ciğerlerim isyan edene kadar, nefessiz kalana kadar koştum. Boğazım susuzluktan ve akıtamadığım yaşlar yüzünden kurumuştu. Karanlık çöktüğünü bile fark edememiştim. Evden de epeyce uzaklaşmıştım. Nefesim biraz da olsa düzene girdikten sonra eve geri dönmek için aynı hızda koşmaya başladım. Issız sokaklar boyunca, evimin olduğu sokağa kadar hiç durmadan koştum. Kapımın önünde bir araba ve ona yaslanmış bir adam vardı. Aracın siyah olduğunu görebiliyordum ama yaslanan kişinin kim olduğunu tahmin edemiyordum. Elinde çiçek buketi olduğunu görünce Ayaz'ın geldiğini düşünüp hızlı adımlarla ilerlemeye başladım.
“Hastaymışsın, geçmiş olsun!” diyerek yaslandığı yerden ayrıldı. Yüzüm ne hale geldiyse “A, yapma ama azıcık bile sevinmedin mi? Çiçek getirdim,” dedi.
“Ne istiyorsun Ahmet!” dedim dişimin arasından. Yanıma telefon almamıştım, Koşamayacak kadar yorgun, kaçmayacak kadar da gururluydum.
“Ne isteyebilirim Güzel Nehir, sağlığını,” deyip çiçeği uzattı. “Ve bir şans, tek bir şans.”
“Ahmet, olmaz. Biz diye bir şey olmaz, anla artık ama ya. Bak karşımdaki sen bile olsan kırmak istemiyorum. Seni yine kırmak istemiyorum.” Almadığım çiçeği yere atıp sinirle soludu. Arabanın kapısını açtı.
“Bin, gidiyoruz.”
“Pardon?” deyip geriledim. Anında atılıp belimi kavradı. Elinde beliren bıçağı yüzümün hizasına getirdi. “Gitmeye çalışırsan yüzünü çizerim, öyle parçalarım ki insan içine çıkamazsın.” Ürktüm ama sakinliğimi korudum. Gereksizce sakindim ve hatta biraz uykulu gibi...
“Kızı bırak,” diyen Burak'tı. Arabasının sesini duymamıştım. Tabii ki geri gelmişti. Beni merak ederdi o. Ama yalnız değildi. Furkan ile birlikte gelmişlerdi. Onlara bakıp sıkıntıyla gülümsedim. Benim için sürekli endişelenmelerinden hoşlanmıyordum. Sonra da Ahmet'in bileğini yakalayıp geriye kıvırdım. Bıçak yere düşerken elinden sıyrılıp tam göğsüne gelecek sağlam bir tekme indirecek kadar uzaklaşmayı başarmıştım.
“Ya da bırakma...”
Burak keyifle yerden doğrulmaya çalışan Ahmet'in göğsüne bastı. Ayağı, beyaz gömleğin üzerindeki ayakkabı izimin hemen yanındaydı. Yaptığım şeye hiç şaşırmış değillerdi. Burak, kardeşi Işıl ile birlikte kendimi savunmayı öğrenmem için beni bir kursa gitmeye zorlamıştı. Kurs işe yaramıştı.
“Oğlum dayak arsızı mısın sen? Kafanı yere vura vura oyuk açar, içine seni sokarım lan!” Bu sözlerin sahibi ne yazık ki Burak değildi. Herkesin nezaketine ayılıp bayıldığı Furkan'dı. Asında hiç de nazik biri değildi arkadaşım. Özellikle sevdiklerine zarar vermeye çalışanlara karşı. Ahmet'e bağırırken yeşil gözleri karanlık bir ormana dönüşmüştü. Ahmet'in saçını tutup kafasını yukarı kaldırdı. “Biz seni dövmekten yorulduk, sen dayak yemekten yorulmadın. Bu kızın peşini bırakmak için ölmen mi lazım, sen bana onu söyle. İnan onu da yaparım.”
“Furkan, Burak!” diye tısladım. “Bırakın gitsin, şimdi biri duyup resim çekecek falan...”
“Şikayetçi olmayacak mısın? En azından bir süre kafan rahatlardı.” Başımı sağa sola salladım.
“Uğraşamam, içeri girmesinin ne anlamı var ki? Zaten sürekli geri çıkıp duruyor.” Aramızda uzun süredir söze dökülmemiş bir anlaşma vardı. Ben şikâyet etmiyordum, o da yediği dayaklar yüzünden bizimkileri şikâyet etmiyordu. Arada geliyor, dayağını yiyor, gidiyordu. Geçinip gidiyorduk kısaca.
“Ben diyorum ki, ben bunu alayım. Kafasını yere vura vura ezeyim. Sonra şu ilerideki kurumuş ağacın dibine gömeyim,” dedi Furkan yine şiddetle. Başımı hafifçe sola eğip ona ciddi misin, bakışı attım.
“Tamam, en azından dilini keselim? Güzel Nehir, deyip durması sinirimi zıplatıyor.” Burak'a ters bir bakış attım.
“İstersen bacaklarımı kopar, kollarımı kır, ben vazgeçmem! Sonunda o da anlayacak.”
“Nasıl bir manyak olduğunu anladı zaten Ahmet, neyin çabası bu?” diyen Burak adamın kolunu tutup ayağıyla dirseğinin üzerine basarak olması gerekenin tersi yöne doğru bükmeye başladı. Ahmet haykırırken midemin bulandığını hissettim.
Burak adamın kolunu kırmakla, Furkan da kafasını yere vurmakla meşguldü. Benim yerimde sallanmaya başladığımı ise fark eden yoktu. Sesimi çıkaramıyor, kalan tüm enerjimi yere düşmemek için harcıyordum. Sonra hayal gibi Ayaz'ı gördüm. Arabadan saniyeler içinde inip bana baktı. Düşmeden önce bana sarıldı. Ağırlığımın çoğunu yüklenirken yüzüme düşen saçlarımı geriye itti. Gözlerimi görünce yere çöküp beni kucağına çekti.
“Bu kim lan?” dedi Furkan. Ahmet'i bırakıp bize yönelmişti.
“Biriniz su getirsin,” dedi Ayaz onlara cevap vermek yerine. “Arabada olacaktı.” Sesi tartışmaya mahal bırakmayacak kadar keskindi.
Burak adamın kolunu bir saniye daha büküp acayip bir ses çıkmasına sebep olduktan sonra yere savurdu. “Alın şunu, gözüm görmesin.” Bir kenarda duran iki adam hızla atılıp Ahmet'i götürürken yutkundum. Başımı bile taşıyamadığım için yanağımı yine Ayaz'a yasladım.
Dudağıma yaslanan şişeden serin suyu yudumlarken gözlerim kapalıydı. Gözümü sadece bir saniye kapamış gibi hissediyordum ama bana telaşla seslendiklerini duyduğumda bir saniye olmadığını fark ettim.
“Sen bu konularda uzman değil misin oğlum, nasıl anlamadın bayıldığını!” Burak, bayılmam yüzünden Furkan'ı suçluyordu. Furkan sinirle yerdeki bir şeye tekme atıp “Beklemiyordum ki! Bu kız prenses mi oğlum, ilk defa bayıldı. Bulut gibi sürekli bayılıp dursa tetikte olurduk herhalde,” dedi.
“Bir prensesler bayılır zaten. Ayrıca ne prensesi? Saçma saçma konuşma,” dedi Burak.
“Beyler, yeter.” Ayaz yeniden içmem için teşvik ederken aceleyle yutkundum.
Demek bayılmak böyle bir şeydi... Ve sadece prensesler bayılıyordu. Sanırım ben pek prenses sayılmıyordum. Ama şimdi ben de bayılmıştım, birkaç saniyeydi ama bayılmıştım yani. Bir süre sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım.
“Ben de mi prenses oldum,” diye gevelediğimi hepsinin bakışı bana döndüğünde fark ettim. Kız yerine konulmak için ayılıp bayılmak mı gerekiyordu yani. Zayıflamak, güzel giyinmek, süslenmek yetmiyor muydu?
“Sen zaten bizim prensesimizsin kızım.” Burak yanımıza çöktü. Furkan hala ayakta dikilip bizi süzüyordu. Ayaz'ın ısrarıyla şişede kalan suyun tamamını içmiştim. Kendime gelir gelmez toparlandım. Furkan atılıp ayaklanmama yardımcı oldu. Sonra Burak ile birlikte beni eve sokmak için yürütmeye çalıştıklarında direndim. Ahmet'in getirdiği bukete sağlam bir tekme atmak istemiştim. Çiçeklere kıyamadım. Yerden alıp arbededen sağ çıkan iki beyaz papatyayı çekip aldım. Buketin kalanını duvarın yanına bıraktım. Bakışlarımı yerden kalkmış tişörtünü düzelten Ayaz'a çevirmiştim.
“Bu kim lan?” dedi Furkan yine.
“Ayaz, Ayaz Karakurt,” dedim hafifçe gülümseyerek. Gülümsememe karşılık vermeden bize doğru yürümeye başladı.
“Tamam da kim lan bu Ayaz? Nereden peyda oldu?”
Ben buldum. Elin adamına asıldım, cilve yaptım, ayar verdim.
“Bilmiyorum, umurumda da değil,” diyerek ondan sıyrıldım. “Ona bir yemek sözüm vardı.”
Ayaz başıyla onaylayıp çalan telefonuna baktı. Kaşları çatılırken cevaplayarak geri çekildi. Kısık sesli konuşmasını duyamıyorduk. Sinirle konuştuğunu ve karşısındaki kimse azarladığını anlamıştım. Telefonu kısa sürede kapattı. Bu sürede çocuklar beni kapıya kadar götürmüştü.
“Küçük bir işim var, işe uğramam lazım. Ama geleceğim. Geç de olsa.” Çocuklara selam verdikten sonra aracına atlayıp gitti.
“Bu herif ego kasıyor,” diye mırıldandı Furkan. Yeşil gözleri sinirle parlıyordu. “Havalı görünmek için yapıyor bu hareketleri. Kaç yıllık oyuncuyum, böylelerini anında çakarım.”
“Katılıyorum,” dedi Burak.
“Yürüyüşünü gördün mü? Arabaya binişini falan... Bana yediremez,” dedi Furkan yine.
“Aynen aynen!”
“Aklı sıra gizemli adamı oynayacak da dikkat çekecek falan...”
“Tabii ki!”
“Çakala bak, bizim kızı kafalayacak!”
“Sizin neyiniz var böyle? Bu tepkiler ne? Neden insan gibi davranamıyorsunuz? Birinden hoşlanmam suç mu?” diyerek kollarından sıyrıldım. Sinirden gelen gücümle eve doğru yürümeye başladım.
“Prenses Kankam, sen de hemen kızıyorsun ama... Yapma böyle, yüzün kırışacak.”
“Burak!”
“Doğru söylüyor, ne var iki makara yaptıysak?”
“Arıyorum Bulut'u!” dedim telefonumu kavrar gibi elimi cebime atarken. Furkan aniden ciddileşti.
“Ayıp ediyorsun,” deyip üstünü silkeledi. Sanki karısı az sonra karşısına çıkacakmış gibi saçını düzeltip yakasını çekiştirdi.
“Kılıbık,” diye mırıldandım.
“Öyle değil, biliyorsun.”
“O kız ne halt olduğunu bilmiyor mu sence? Karının acayip zeki olduğunu biliyorsun değil mi?”
“Ben biliyorum da o biliyor mu sence?” diye sırıttı Furkan. Hemen sonra kendi telefonunu eline alıp karısını aradı. Benimle ilgili kısa bir rapor verdiği sırada neden geldiklerini anlamış oldum. Karısı, iyi olup olmadığımı kontrol etmesi için kankamı bana postalamıştı. İçeri girer girmez kendimi koltuğa atıp ayaklarımı koltuğun koluna uzattım.
“Bir saate evdeyim prenses,” diyen Furkan minnoş bir şeye dönüşmüştü. Telefonu kapatmasını bekleyip, “Şu Ahmet'i bırakın gitsin. Başıma iş açmayın benim,” dedim. Gözlerim kapalıyken “Biriniz bir bardak su getirsin,” demeyi de ihmal etmedim. Yorgundum, yine uykum vardı ama ilacımı almalıydım. Sessizliklerini koruyarak tepemde bir süre dikildikten sonra birlikte mutfağa gidişlerini duydum. Konuşuyorlardı, ne dediklerini anlamıyordum ve umursamıyordum da.
“Al bakalım,” dedi Burak. Suyu içmek için doğruldum. Hala sehpanın üzerinde duran kutuya uzanıp bir hap alıp ağzıma attım. Sonra yanında duran büyük kutudan iki büyük hap alıp onları da içtim. Büyükler protein takviyem, küçükse alerji ilacıydı.
“Hap var, cigara var, ot var,” diyerek ilaçlarımı karıştıran Burak'ın yüzüne kalan suyu serptim.
“Salak salak konuşmayın, fazla da kalmayın. Ayaz geri geldiğinde burada olmanızı istemiyorum. Ben de birazdan duşa girerim zaten.”
“Kanka ciddi ciddi Sait'ten vazgeçtin ve yeni birinin peşine düştün, öyle mi?” Bu sefer bardağı da attım. Kenara çekilip bardağı yakalayan Furkan Burak'a ters bir bakış attı.
“Sinirlendirmesene kankamızı!”
“Acıkmadın mı ya? Hadi biz buraları toplarken sen bir duş al, işimiz bitince bize gidelim bir yemek yiyelim.” Hiç gülesim yoktu, yine de kıkırdadım.
“Bulut kankam mutfağı havaya uçurmadan yemek yapmayı mı öğrendi?”
“Bulut ve mutfak mı? Sakarlığını boş ver de ilk gebeliğinde yumurta kırdığı için saatlerce ağlamıştı. Neymiş, yumurtalar da tavukların bebekleriymiş... Ya insan yere yumurta düşürdü diye ağlar mı kanka?”
“Bu insan Bulut'sa, bir de hamileyse ağlar!” deyip göz devirdim. Kızın mavi gözleri her daim akmaya hazır yaşlarla doluydu, o derece hassas bir kişilikti. Ama tatlı, zeki ve geveze bir kızdı. Aşırı sevimliydi. Kolay kolay kimseyle arkadaş olamayan beni bile, kısacık bir sürede kendine bağlamayı başarmıştı. Çocuklardan başka bir kişiye daha kanka diyordum, o kişi de Bulut'tu. “E, yemeği kim yapıyor?”
“Prenses Kankam, annemler bizde,” diye sırıttı Furkan.
“Bulut hala yemek yapamıyor yani?” dediğimde Furkan ürkmüş gibi yaptı.
“Allah korusun!”
Bulut'un tüm özelliklerinden daha çok öne çıkan bir yönü de fazla sakar olmasıydı. Beş metrede beş kere diz üstü yere kapaklanabilme kabiliyeti vardı kankamın.
“Kankalarım, hadi görev başına.” Burak, nereden geldiği belli olmayan bir fularımı bulup alnına bağlamış, gömleğini çıkartmıştı. Furkan kollarını sıvıyor gibi yapıp ayaklandı. İkisi birlikte camlara dikkat ederek Burak'ın üzerine devrilip kırdığı orta sehpamdan kalanları dışarı taşıdı. Sonra süpürgemi bulup salonumu temizlemeye koyuldu. Televizyonu açıp esnerken çalışmalarını izliyordum. Yerleri silip etrafın tozunu aldıkları sırada gülmeye başladım. Azimle çalışıyorlardı ama onları hala affetmiş değildim.
“Vestiyerin üstünde para vardı. Çıkarken kapıyı çekin. Haftaya aynı gün yine beklerim,” deyip ayaklandım. Televizyonu kapatıp odama yürürken koltuğa yayıldılar.
“Konuşmadan bir yere gittiğimiz yok.”
“Aynen.” Bugün Burak, Furkan'ın her dediğine katılıyordu. Çok gıcık bir ikili olmuşlardı.
“Karına dön Furkan, çocuklarına, yuvana dön evladım.”
“Teorik olarak hala bir çocuğum var. Doğuma beş ay var daha.”
Televizyonu yeniden açtıklarını duyup sinirle dişlerimi sıktım. Gitmiyordu inatçı pislikler. Ayaz geldiğinde mecburen gideceklerdi. Hızlı bir duş aldım, makyaj yapıp biraz daha güzel bir görünüme kavuştum ve bu kez üzerime tam oturan kahve rengi bir elbise seçtim. Elbise esnekti. Bacaktan ibaretmiş gibi görünmeme sebep olacak kadar kısaydı. Tüm hatlarımı ortaya çıkarmış, beni kadınsı göstermişti. Gerdanım oldukça açıktı.
İnce ve kısa bir zincire geçirilmiş minik bir elmas taşı olan kolyemi boynuma, küpelerini de kulağıma geçirdim. Saçlarımı özenle topuz yapıp, öylesine toplamışım havası verdikten sonra boy aynamın karşısına geçtim. Kollarım ve bacaklarım sırıtıyordu. Elbisemi boyamamaya dikkat ederek kollarımı fondötenle kapattım, bacaklarıma kalın ama tenimle aynı renk bir çorap geçirdim. Bakır tonlarında işlemeleri olan koyu yeşil ayakkabımı ayaklarıma geçirdiğimde hazırdım. Mini bir çanta alıp bakmadan cüzdanımı ve anahtarlarımı içine attım.
Telefonumu elime alıp gelen aramalarımı kontrol ettim. Sonra daha önce defalarca aramış Ayaz'ı görünce gülümsedim. Evden çıkmadığım beş gün boyunca defalarca aramıştı. Ego kasacak adam bir kızı defalarca aramazdı. Sadece yoğundu. İşi vardı. Yani bence öyleydi. Yine de ihtiyacım olduğunda yanımdaydı.
Heyecanla titreyerek aradım. İkinci çalışta cevap verdi.
“Hazır mısın?” Lafı hiç uzatmıyordu. Sanki aramam çok doğalmış, benimle hep konuşuyormuş gibi rahattı. Az da olsa sakinleştiğimi hissettim.
“Hazırım ama benimkiler gitmedi. Gitmeyi de düşünmüyorlar.” Sırıttığını düşünmeme sebep olan bir ses çıkardı.
“Odanın penceresine geç. Geliyorum, seni saraydan kaçıracağım,” dediğinde heyecanlandım. Onlar içeride beni beklerken evden kaçmak oldukça eğlenceli gelmişti. Ayaz'dan böyle bir şey beklemediğim içinse daha çok heyecanlanmıştım. Neşeli bir heyecandı, az da olsa gergindim.