...
Zaman sanki bana düşmandı. Can yanımdayken saatler saniyelerle geçip gidiyor ama o yokken saniyeler saatlerle geçiyordu.
Uçakta el ele, diz dize oturmuş gökyüzünde süzülürken gülerek sohbet ediyorduk. Manila’ya gidiyorduk yani Filipinlerin başkentine. Ne yiyeceğimizi yine bilmiyordum ve telefondan araştırmayacağıma dair söz almıştı. “Neden söylemiyorsun?” dedim tatlı bir sitemle.
Elim elinin içindeydi. Parmaklarımla oynayıp duruyordu. “Söylersem uçaktan atlarsın.”
“Sen böyle yapınca daha çok merak ettim.”
“Boncuk Gözlüm, seni çok seviyorum.” dediği anda dudaklarımdan öptü. Temasını hissettiğimde konuştuğumuz konu aklımdan uçup gitti. Nereye gittiğimin, ne yediğimin önemi yoktu. Sevdiğim, aşık olduğum adam yanımdayken bütün dünya yansa umrumda olmazdı.
Sıcaklığı geri çekildiğinde içine girdiğim sarhoşluktan tekrar ne yiyeceğiz diye sormadım çünkü aklıma gelmedi.
Saatlerce gökyüzünde kalmıştık ama yine saniyeler gibi gelmişti. Doyamıyordum işte sevgilime. Yapışık ikizler gibi hiç ayrılmasak sıkıldım demezdim.
Uçaktan indiğimizde yine bizimle ilgilenecek birilerini ayarlamıştı. Önce kalacağımız otele geldik. Uçmak yormuştu ve şu an geceydi.
Bir duş alıp uyumak için yatağa uzandım. Kapı tıklatıldığında geri kalktım ve gidip açtım. Can gelmişti. “Tek uyumak istemiyorum.” dediğinde yüzümde bir gülümseme kapıyı sonuna kadar araladım.
Yatağa yatınca kollarına sokuldum. “Boncuk Gözlüm, iyi ki hayatımdasın.”
“Sen de öyle.” Sarılışım sıkılaştığında eli yarı çıplak sırtımı hafifçe okşuyordu.
Okşaması erotik bir şekle dönmeye başladığında yüzüne baktım. Sadece gülümseyip yüzüme yaklaştı.
Her teması kalbimin hızını artıyordu. Öperken dili dilime değiyordu ve bedenimin her noktası yavaşça uyanıyordu. Sırtımı okşayan eli popoma kaydığında sıkarak kendine çekti.
Diğer eli vajinamı okşama…
...
Ayberk sinirle kitabı kapattı. Yaşadığı her anı yazmak zorunda mıydı? Kimdi bu piç? Karısının ayaklarını yerden kesip, böyle bir aşkı yaşatan kimdi?
Eve geldiğinde kafasını dağıtmak için okumak istemişti ama bu sahnelerle daha kötü olmuştu.
Şirin’in duygusuzca boşanalım demesini unutamıyordu. Onun için günlerdir herkese kafa tutmuşken bu şekilde mi bitecekti? Bunu neden önemsiyordu ki? Kurtulduğu için sevinmesi gerekmez miydi?
Her şeye rağmen karısının geçmişte ne yaşadığını merak ediyordu. Kitabı birkaç sayfa çevirip okumaya devam etti.
...
Otelden çıktığımızda kendimizi sokaklara attık. Rehberimiz eşliğinde yorulana kadar gezdik. Gördüğüm her yeni yere hayran kalıyordum.
“Nerede yiyeceğiz? Acıkmaya başladım.” dediğimde yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Yapan restoranlarda var ama sokak yemeği olarak biliniyor bu yüzden biz de bir sokak satıcısından alıp yiyeceğiz.”
“Şimdi daha çok merak ettim.” dedim. Rehberle Türkçe yerine ingilizce konuştu. Ne dediğini anlamadım ama adam başıyla onaylayıp bizi farklı bir semte kadar yürüttü.
Yol kenarlarındaki satıcıları görebiliyordum. Birinin önündeki alçak taburelere oturduk. Rehberimiz satıcı ile konuştuktan sonra kartondan yapılmış üç kase ve üç plastik çatal ile geri döndü. Hepimizin önüne bir tanesini bıraktı. Kartondan kasenin içinde sadece alışkın olduğumuzdan biraz daha büyük boyda yumurta vardı.
“Yumurta mı yiyeceğiz? Deve kuşu yumurtası falan mı?”
Soruma rehber cevap verdi. “Buna Balut derler. Sokak lezzetidir. Ördek yumurtası.”
“Ördek yumurtası nasıl sokak lezzeti olabilir ki?” dediğimde Can araya girdi.
“Yumurtanı soy anlarsın.”
Kendi yumurtasını soyarken ben de benimkini soydum. İçinde gördüğümde gözlerim büyüdü. “Can, bunu anlamadan pişirmişler.” dedim üzgün halde. Minik bir ördek yavrusu yumurtanın içindeydi ve ölmüştü. Neredeyse ağlayacaktım. Çok minikti.
Rehber gülerek kendi yumurtasını gösterdi o da aynıydı. “Balut’un özelliği bu. İçinde döllenmiş ördek embriyosu vardır ve bu şekilde pişirilerek yenilir.”
Ben hayretle açılmış gözlerle bakarken o normalmiş gibi çatalının ucuyla minik ördeği çıkarıp ağzına attı ve keyifle yedi. “Bunu hayatta yemem. Cani miyim?”
“Değişik yiyecekleri deneyeceğiz dedik ama Boncuk Gözlüm. Buradaki insanlar için bu çok sıradan bir lezzet.”
“Gerçekten yiyecek misin?” dediğimde çatalına ördeği takıp yumurtanın içinden çıkardı.
“Bir ısırıkta olsa tadına bakacağım ve itiraz yok sen de yiyeceksin.”
“Hayır!” Sözümle çatalı elime tutuşturdu.
“Hadi aynı anda.” O bakışlarına karşı koymak çok istedim ama yapamadım.
Lütfen beni affet minik ördek, seni yemesem bile çöpten kedi köpek bulup yiyecek.
Çok küçük bir ısırık almıştım ama kendimi yamyam gibi hissetmiştim. Can’a baktım onun da yüz ifadesi pek görmeye değer değildi. Ağzımıza aldığımız lokmayı çiğnerken tüyleri, kemikleri kıtır kıtır ediyordu. Yutmakta çok zorlandım.
Elimdekini kaseye geri bıraktım. “Bir lokma daha yemem.” dedim. Midem bulanmıştı.
“Aynı fikirdeyim.” Can’da elindekini bıraktı. Rehberimiz bizim aksimize hepsini yemişti.
Olduğumuz yerden uzaklaştığımızda karnımızı doyurmak için başka bir restorana girdik ama yiyemedik. Hissettiğimiz tiksinme iştahımızı kapatmıştı.
Akşam otele geri döndüğümüzde midem hala normale dönmemişti. “Lütfen, bir daha böyle yapma.” dedim.
“En güzel yemekler için derin araştırma içerisindeyim.” dedi gülerek.
“Pisliksin ve canisin.”
Sözlerimle dudağıma bir öpücük bıraktı. “Bize göre canilik buradaki insanlara göre sıradan bir yemek. Kültür farkı deyip geçmek gerek.”
“Yine de canilik.”
Filipinlerden döndüğümüzde rutin haftalık koşuşturmaya başladık. İş yerindeki birçok kişi Can ile olan ilişkimi fark etmişti ve bu davranışlara yansıyordu. Babası ile bazen karşılaşıyorduk. Kazadan dolayı kim olduğumu biliyordu ama asla yüzüme bakmıyordu ve sessizce yanımdan geçip gidiyordu.
İş çıkışı şirketten çıkacakken yine babasıyla karşılaştık. Sessizce başımı eğerek yanımdan geçmesini bekledim ama onun aksine tam önümde durup konuştu. “Oğlum ile parası için birlikteysen boşuna vakit kaybetme. Buna asla izin vermem.”
Cevap verene kadar çekip gitmişti. Oğlunun parasını istemiyordum ki! Eve geldiğimde ağlamaktan gözlerim kızarmıştı. Saat ilerlerken Can da gelmişti.
“Boncuk Gözlüm, ne oldu?” diye sordu gözümde kalan yaşları silerken.
Omzuna başımı koyup ağlamaya devam ettim. “Yemin ederim seninle paran için birlikte değilim.”
Başımı geriye çekip yüzümü elleri arasına aldı. “Bu nereden çıktı şimdi? Ne olduğunu tam anlat?” Babasının söylediklerini anlattım. “Boncuk Gözlüm ben senin kalbini biliyorum. Babamın söyledikleri için bu kadar üzme kendini. Bizim aşkımız gerçek aşk ve hiç bitmeyecek.”
Olduğum yerde bedenini bedenime dayayınca geriye yattım. Bu koltuk kaç gecemize şahit olmuştu. Çok seviyordum ve asla karşı koyamıyordum.
“Sakın üzülme. Sen benim için çok değerlisin.”
Öpmeye başladığında karşılık verdim.
...
Ayberk kitabı ters çevirip masaya bıraktı. Seviştikleri sahneleri okumayacaktı. Yazanları da belli bir elekten elemeye çalışıyordu. Hilal ile Can’ın babasının konuşmaları gerçek olamazdı. Şirin fakir bir insan değildi. İki ihtimal vardı ya sevdiği adam sıradan biriydi ve babası Şirin’in gerçek hayatını fark ederek oğlundan uzak durması için uyarmıştı ya da sadece kitaba nefes olsun diye eklenmiş bir sahneydi.
Yemek kısımlarının doğru olduğuna inanıyordu çünkü annesi sık sık yurtdışına çıkardı demişti. Yine de neden gittiğini herkesten saklamayı başarmıştı.
Kitabı geri aldığında birkaç sayfa ileri çevirdi.
...
Bu defaki durağımız İtalya'nın Sardinya adasıydı. Otelden çıkmak için hazırlanırken gülerek konuştum. “Tahminini söylüyorum. İtalya’ya geldiysek muhtemelen peynir yiyeceğiz ama bu adaya geldiğimiz için bir balık daha çıkabilir.”
“Senin için bir ipucu vereyim. Peynir tahminin doğru ve çok uzun yıllar önce satışı yasaklanmış olsa da bu adada hala tüketilen bir peynir.”
“Gözümü korkutmayı başardın.” Güneş gözlüğümü taç gibi saçlarıma geçirdim. “Ben hazırım.”
“Gidelim o zaman.”
Otelin lobisinde yeni rehberimiz bizi bekliyordu. Hep yaptığımız gibi önce küçük bir tur yapıp gezdik sonra peynirimizi yiyeceğimiz yere geldik.
Rehberimiz, “Can Bey’in özellikle yemek istediği peynir Casu marzu peyniri koyun sütünden yapılıyor.” diye açıkladı.
Koyun sütünden bir peynir gayet sıradandı. Sadece koyun sütünün inek sütüne göre biraz ağır tadı ve kokusu olduğunu biliyordum.
Peynirler şarapla birlikte servis edilmişti. Çatalımla peyniri biraz karıştırdım. Yumuşak bir kıvamı vardı. Biraz dikkat edince içinde hareket eden çok minik kurtçukları gördüm. “Bu peynir kurtlanmış.” dediğimde yine Rehber açıklama yaptı.
“Hayır, onun özelliği o. Özellikle sinek larvaları içinde yaşatılır. Sağlık yönünden yasaklanmış olsa da yerel halkın vazgeçemediği bir tat ve sormadan söyleyeyim o kurtları peynirle beraber yiyorlar.”
Bakışlarım yanımdaki adama kaydı. “Bana daha kötüsünü yediremezsin dediğim her an bir üst seviyeye çıkıyorsun.”
“Bir lokma deneyeceğiz. Hep yaptığımız gibi.” Çatalıyla aldığı minik dilime baktım. Üzerinde hareket eden kurtlar vardı. Tiksinsem de ona uyum sağladım.
“Kesin hasta olup öleceğiz. Kurtlar iç organlarımızı sarıp yavaşça kemirecek.”
Sözlerime rehber güldü. “İç organlarınızı kemirmeyeceğine garanti verebilirim.”
“Ama hastalık konusunda garanti veremezsin.” diye biraz sert çıksam da hala gülüyordu.
“Peynirden anlaşılacağı üzere bu garantiyi veremem.”
Can’a baktığımda küçük bir baş işareti verdi ve aynı anda ağzımıza aldık. Canlı canlı kurt yemiştim. Lanet peynirin tadı çok güzeldi ama yine de kusmak üzereydim. Zorla yuttum.
“Tadı güzelmiş.” Can bir dilim daha aldı.
“Evet güzel ama yemem.” Şarabımı hızlıca içtim. “Son iki haftadır yediklerimi unutmak istiyorum.”
Dışarı çıktığımızda hareket eden kurtların görüntüsü hala gözümün önündeydi. Yorulduğumuz için otele geri dönmüştük.
“Ülkeye dönmeden önce Endonezya’ya gidelim.” dedi.
“Neden? Her hafta bir yemek diye anlaşmıştık.”
Hafifçe güldü. “Yemek için değil sürpriz olsun.”
Karşı çıkmadım söylediği gibi Türkiye'ye dönmeden önce Endonezya'ya gittik.
Yeni yerleri gezip görmek hoşuma gidiyordu ama bunu Can ile yapmak daha güzeldi.
En son lüks bir yere girdik ve Can kahve siparişi verdi. Tadı değişikti ama güzeldi hepsini iştahla içmiştim.
“Güzelmiş.” dediğimde karşımdaki içtiği sigarasını söndürdü ve kahvesinden son yudumu içti.
“Ben de beğendim ve sana süprizim bu kahveydi.”
Sözleri bile korkmama yetmişti kahve diye ne içirmişti bana? “Sormaya korkuyorum.” dedim.
“Kopi Luwak.” dedi gülerek. “Yani kısaca bu kahve Luwak denen bir hayvanın kakasından yapılıyor.”
“Ne?” Gözlerim kocaman açıldı. “Can, beni seviyor musun işkence etmek için mi birliktesin artık karar veremiyorum. Değişik yiyecekler deneyelim dedik de çok abartıya kaçmadık mı?”
“Kültür farkı Boncuk Gözlüm sadece kültür farkı.” Gülüyordu bir de şapşal. Neden bir hayvanın kakasını kahve diye içmiştim ki? Tadı da hoşuma gitmişti fincanda bir yudum bile bırakmamıştım.
“Ne olur daha fazla deneme yapmadan eve dönelim. Menemene yumurta kıralım, mantıya sarımsak rendeleyelim. Sucuk ekmek falan yiyelim. Kokoreç yemeye de razıyım ama acı bana bunlar ne böyle?”
“Tamam döneriz ama bir hafta sonra yeni yemek denemesi için tekrar yola çıkacağız.”
Acaba daha neler yedirecekti?
...
Kitabı kapattığında yüzünde bir gülümseme vardı. Yemek yemeyi unutan karısını tüm bunları yerken hayal edemiyordu. Şikayet ediyor gibi görünse de yaşadıklarından mutlu olduğu belliydi. Yanındaki adam ile değil ama onun o hallerini görmek isterdi.
Kitabın kalan sayfalarının sayısına bakılırsa yemek için gittikleri yerler henüz bitmemişti. Karısının başka hangi iğrenç yemekleri yediğini merak ediyordu. Merakını gidermek için birkaç sayfa daha okumaya karar verdi.
...
Bu defa gerçekten korkuyordum. Çin gibi bir yere gelip de normal yiyecek yemeği zaten beklemezdim acaba hangi hayvanı yemem için zorlayacaktı? Ya köpek eti yedirirse? Bunu yapacak kadar kendisi de cani olamazdı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda dalgınlığımdan sıyrıldım.
“Köpek eti yedirip yedirmeyeceğini.”
“Kedi eti yedirecektim.” diyerek gülmeye başladı.
Otelden çıktığımızda lüks bir restorana geldik. Yine sokaklarda yiyeceğimizi düşünmüştüm ama yanılmıştım.
Garson ile anlaşmakta zorlansak da Can bir yolunu bulup ne istediğini söylemişti. Önüme konan kaseye baktım. Bir çeşit çorbaydı. Korkarak bir kaşık aldım tadı da farklı değildi.
İkimizde normal lokantaya girip çorba içer gibi hepsini içmiştik. “Şimdi bunun ne çorbası olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum.
Yüzüme attığı bakış çok sinsiydi. “Kuş yuvası çorbası.” dedi.
Pek anlayamamıştım kuş yuvası dediğimiz ottan çöpten yapılmıyor muydu? “Nasıl yani? Bildiğimiz kuşların yaptığı yuva mı?”
Başı aşağı yukarı sallandı. “Evet ama tek farkla. Bu yuvayı yapan kuşlar tükürükleri ile yapıyorlar.”
Ben bu çorbanın hepsini içmiştim yani bir kuşun tükürüğünü içmiştim. Kusmak üzereydim elim ağzıma kapandı.
‘‘Başını yukarı kaldır. Kusamazsın eğer kusarsan bir tabak daha yediririm.’’
O gülen yüzüne bir tane yumruk atmak istesem de sesim neşeli çıkmıştı. ‘‘Ama bu çok iğrenç. Ne olduğunu bilmeden yememeliydim.’’
“Ama tadı çok sıradan.” dediğinde hala gülüyordu.
...
Kitabı kapattığında bu defa çekmeceye koydu. Bu gece daha fazla okumayacaktı. Aklı son sayfada yazılanlardaydı. Yemek yemek için karısını zorladığında buna benzer şeyler söylemişti ve o zamanki değişen ruh halini fark etmişti. Sebebini şimdi anlıyordu.
Çalışma odasından çıkıp bahçeye geçti ve bir sigara yaktı. Birkaç nefes çekmişti ki sağ kolu Korkut’un arabası belirdi.
İçinden inişi telaşlıydı. “Ağabey, Şirin yenge güvenlerin evini ateşe verip Yalın’ı da ateşin içine atmış.”
Sigarası elinde şaşkın halde kaldı. “Ölmüş mü?” Sorduğu ilk soru buydu.
“Hayır, zamanında söndürmüşler. Şu an hastanedeymiş sırtında ve bacaklarında yanıklar olduğu söyleniyor. Yaman bey delirmiş halde Selçuk Bey'in evini basmış.”
“Keşke geberseydi.” dedi rahatça. “Şirin’in kaldığı evin önüne birkaç adam yerleştir. Yaptığı için zarar görmesine izin vermeyin.”
“Tamam ağabey.”
Adamı gittiğinde bahçede sigarasını içmeye devam etti. Şirin'in bunu sadece babasının verdiği evlilik kararı için yaptığını düşünmek istiyordu. Babası güçten vazgeçmezdi ama böylece Yaman Bey'i vazgeçirebilirdi.
Biten sigarasını yere atıp söndürdü ve eve girdi.