KORKU

3171 Words
Hayat ne yaşarsan yaşa, neye bulaşırsan bulaş ve ne kadar yara alırsan al devam ediyordu. Yine sabahları kalkıyordun. Yine duşunu alıyor, kahvaltını yapıyor, işine gidiyordun. Tamam, yüzün gülmüyordu, aklında sana savaş açan deli düşünceler oluyordu. Bazen durup dururken zihninin derinliklerinde canlanan sahneler ile ağlamaya başlıyordun. Birçok soruya cevap vermek yerine bahaneler uyduruyordun. Konuyu bilenlerin ahkâm kesen konuşmalarına katlanmak zorunda kalıyordun. Göz göze geldiğin herkesten sanki her birinin seni anlaşmışçasına ağzından çıkan tek soru “İyi misin?” “Lanet olsun iyi değilim!” diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Hayatımı paylaştığım kişi tarafından aldatılmıştım. Şu hayatta güvendiğim tek kişiden en sıkı darbeyi almıştım. ‘aa tatlım eşim beni aldattı. Gözümün içine baka baka aldattı ama olsun ben iyiyim” dememi falan mı bekliyorlardı? Yani biz insanlarda anlayış neden bu kadar zordu? Neden karşındaki insanın acısına saygı göstermek yerine, karşısına geçip akıl vermek için boş boş konuşmaya çalışıyoruz? Neden bilmediğimiz bir acı için açıklamalar yapmaya çalışıyordu? Aslında akıl vermeye çalıştığımız kişi bizi dinlemiyordu bile. Hiç birini dinlemiyordum. Ne bana soru soranları, ne konuşmak isteyenleri nede teselli verenleri dinlemiyordum. Neden karşımızdaki insanı gerçekten anlayıp onun acısına saygı göstererek konuşmak istemediği konular hakkında ona sorular sormayı kesmeyi denemiyorduk? Böylesi ona daha büyük bir iyilik olmaz mıydı? Sorsan herkes seni düşünüyordu? Kalbimin hala kanayan yarasını unutmaya çalıştıklarımı hatırlatan soruların karşısında ne kadar beni düşünürsen düşün senin sorularında acı veriyordu. Bunu anlamak bu kadar zor muydu? Ne bekliyorlardı? “Eşim beni aldattı. Ona güvendiğim, ona inandım. Ama o bunun karşılığında kalbimi değersiz bir kadın için harcadı. Beni şu şekilde kandırdı, şöyle bir kadın ile aldattı” deyip hayatımın en büyük acısını canımın yanmasına rağmen acı çeke çeke anlatmamı mı? Bu saçmalık ve insanların meraklarına olan bencilliğinden öte bir şey değildi. Sorulan tek bir soruya bile tahammülüm yoktu. Zaten bakışlar fazlasıyla rahatsız ediyordu. Tam iki hafta olmuştu Serkan ile yollarımı ayıralı. Avukatım Dağhan Bey, “Hazal Hanım, eşinizin sizi rahatsız etme, tehdit etme ve zoraki saldırılarında hemen beni aramanız gerekiyor. Saat kaç olursa olsun. Gerekirse uzaklaştırma kararı çıkartırım.” Demiş ve bana telefon numarasını vermişti. Serkan aramaya, eve gelmeye, özür çiçekleri hediyeler göndermeye kesinlikle ara vermemiş beni daha fazla çılgına çevirmişti. Henüz avukatımdan yardım istememiştim fakat böyle giderse ve bu tacize bir son vermesi için kesinlikle gerekenin yapılmasını isteyecektim. Bir erkeğin sadakatsizliğin dibine vurduktan sonra canının yandığını söylemesi, yaptığı böylesi salakça ve adice bir hatanın sonucunda kaybettiği şeyler için yalancı acı çekmesi ve bunu görmek hissetmek ne kadar mide bulandırıcıymış. Evlilikte varılan ayrımlarda çizilen yasaklara çevremizdekilerin de uymasını sağlamanın bir yasal çizgisi olmalıydı. Aklımdaki beni delirmenin eşiğine getiren sorular ile savaşırken masamın üzerindeki şirket dâhili telefonum çaldı. Gözlerimi bir süredir ne olduğunu bile anlamayarak boş boş baktığım bilgisayardaki faturadan çektim ve telefonu “Efendim” diyerek cevapladım. İçimden her ne kadar günün geri kalan kısmında zihnimi oyalayacak kadar yoğun bir iş çıkması olsa da, telefonun diğer tarafındaki danışman arkadaş biraz çekingen bir sesle “Hazal Hanım eşiniz burada ve sizinle görüşmek isteğinde fazlasıyla ısrarcı” diyerek cevabımı beklediğinde derin bir nefes aldım. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp başımı arkaya doğru atıp aldığım nefesi seslice verdim. Tamam, pes etmesini beklemiyorum ama en azından iş yerinde beni rahat bırakabileceğini umuyordum. Burası benim iş yerimdi ve insanlar hayatım hakkında yeterince bilmesi gerekenden fazlasına şahit olmuştu. Kendimden başka ne kadar çok kişinin rahatsız olduğunu, haklarında olmayan bir konuyu ne kadar merak ettiklerini öğrenmesine neden oluyordu. Hayatımın bana özel bir kısmı kalmamıştı. Saygıları da kalkmıştı. Hissettiklerim öfkemi saklamamda yardımcı olsun diye dudaklarımı ısırdım ve sakince konuşabileceğime inandığım anda telefonun diğer tarafındaki kıza “Onu yukarıya göndermeyin. Görüşmeyeceğimi ve gitmesi gerektiğini söyleyin. Hala direniyorsa güvenliğe söyleyin dışarıya atsın. Dışarıya atılmasına rağmen gitmiyorsa polisi çağırın götürsünler.” Dediğimde kızın telefonun diğer ucunda yutkunduğunu bile duymuştum. Yapmasını istediğim şey bu kadar zor olmamalıydı. Güvenlik birkaç metre uzağındaydı ve sadece seslenmesi bile yeterli olacaktı. Bu kadarında bile katı olamaması katlanılır şey değildi. Gerçekten bu durumdan çok ama çok sıkılmıştım. Onun için telefondaki kıza bunu yapamayacağını belirttiği sessizliğinde “Geliyorum” diyerek karşılık verip, telefonu sert bir şekilde kapatarak masamdan öfkeyle kalktım. Serkan artık gerçekten ama gerçekten benim sabrımla oynuyordu. Buraya kadar geldiğinde onunla konuşup bir şeyleri yoluna koyma isteğini kabul edeceğimi düşünmesi saçma geliyordu. Gerçekten dört yıl boyunca beni hiç ama hiç tanımayan bir adam ile evli olduğuma inanamıyordum. Gerçi bu yaptıklarını göz önünde bulunduracak olursak benim de onu tanımadığım aşikardı. Masadan kalktığım öfke göz önüne alınırsa herkesin gözü üstümdeydi ve asansöre doğru hızla giderken arkamdan “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye seslenen mesai arkadaşıma sadece bir bakış attım ve o bakışımla susması gerektiğini çoktan anlamış oldu. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından gelen asansöre bindim ve yine birkaç saniyelik bekleyişin ardından zemin kata inmiş ve kapılar lobiye açılmıştı. Bakışlarım danışmayı buldu ve derin bir nefes aldım. Allah’ım kırmızı güller, jilet gibi bir takım ve sempatiklikten çok sinir bozan bakışlar şu anda ciddi anlamda dövüş bilgisine sahip olmayı ve bu karşımdaki yüzsüz pisliği böyle yerden yere çalarak dövebilmeyi isterdim. Hala erkeklerin bazı kadınların gururunu bir demet gül, şık takım içine girme ve aşk dolu bakışların onarabileceğine inanabiliyor olması komikti. Adımlarım danışmaya yöneldikçe bakışları daha bir iticilik yüklenerek gülümsemeye başladı. Danışmanın oradaki kartlı geçişten geçebilmek için personel kartımı okuttum ve Serkan ile karşı karşıya kaldım. Bana sevgi dolu bakışı neredeyse kusmamı sağlayacaktı ki bana uzattığı kırmızı gülleri bir hışımla elinden alıp lobinin girişine doğru yürüdüm. Arkamdan “Hazal!” diye bağırmasına aldırış etmeden, döner kapıdan çıktım. Kapının girişinde duran büyük ve komik bir şekilde şık çöp kutusunu görüş alanıma getirip daha hızlı adımlarla yürüdüm. Tam dibine geldiğim çöp kutusunun önünde duraksadım. Başka bir gün bu hayal kırıklıklarım olmadan öncesinde bu güller ile karşıma çıkmış olsaydı ona yeniden aşık bile olabilirdim. Ama şu anda neredeyse onu öldürmek istiyorum. Onun için elimdeki harika gülleri bir an olsun düşünmeden çöp kutusuna attım ve hemen ardımdan gelen ve “Hazal ne yap…” daha cümlesini bitirmesine bile izin vermeden tüm öfkemi suratında patlatan bir tokat ile yerinde sendelemesini sağladığımda etrafımdaki insanların bize bakmaları umurumda bile olmadı. Lanet olsun artık sabrımı taşırmıştı ve bunu hak ediyordu. Azıcık onurunun olması, azıcık olsun utanma hissine sahip olması gerekiyordu. Yaptığının bu kadar basit bir şekilde telafisi yoktu. Beni ne kadardır aptal yerine koyduğunu bilmiyorum ama hala aptal yerine koyması tahammül edemeyeceğim kadar büyük bir hakaretti. Bir anda şaşkınlık ve öfke yüklediği bakışları eşliğinde yüzünü eli ile okşadı ve genelde öfkelendiğinde takındığı ses tonu ile “Bir şeyleri düzeltmeye çalışıyorum” dediğinde ise ellerimi iki yana sertçe açarak, “Düzeltecek ne bıraktın Serkan! Lanet olsun düzelmesini isteyeceğim ne bıraktın!” diye haykırdım. Hala sanki sıradan bir konu yüzünden ayrı fikirlere düşmüş ve oda yetiyormuş gibi küs kaprisi yapıyormuşuz gibi davranmasına anlam veremiyordum. Ya beni aldatmış olmasına ağlayarak göğsüne sığınmamı mı bekliyordu. Onu başka birine kaptırmamak için çaba sarf etmeye çabalamamı mı bekliyordu. Gerçekten bunu düşünme zayıflığına düşmüş müydü? Tepkime karşılık bana bir adım yaklaştı ve “Seni seviyorum, biz evliyiz ve bu durumu bir şekilde aşacağız” dediğinde gözlerimi sesimin tonunu dizginleyebilmek adına kapadım. Artık neredeyse bayılacak kadar öfke doluydum ama yine de gözlerimi birkaç saniye kapalı tuttuktan sonra açtım. Parmağımı ona doğrulttum ve tane tane çıkarmaya çalıştığım kelimeleri gözlerinin içine onu öldürmek istercesine bakarak, “Seni hayatımda istemiyorum. Senin yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum. Bu evlilik bitti! Bu lanet olası durumu da aşmayacağız” dediğimde kolumu öyle sert bir şekilde kavrayıp beni kendine çekti ki kendisinin ayı gücüne sahip olduğunu neredeyse unuttuğumu anladım. Kolumu sıkışının verdiği acı ile yüzümü ekşitirken yüzünü yüzüme milimlik derecede yaklaştırdı ve öfke saçan bakışları ile “Sabrımı zorlamaya başladın artık. Sana bir hata yaptığımı ve bir daha olmayacağını söylüyorum. İki haftadır peşinde süründürdüğün yeter. Bu şımarıklığa bir son veriyorsun ve eşyalarını da toparlayıp eve dönüyorsun.” Dediğinde gözlerim kocaman olmuş ona bakmaya başladım. O masada kollarında bir sürtükle gülücükler saçan adam her ne kadar bana yabancıysa bu karşımda gözlerinden korku saçan adamda bana bir o kadar yabancıydı. Allah’ım ben nasıl bir adama âşık olmuştum? Ben hayatımın dört yılını nasıl bir adama vermiştim? Nasıl oluyordu da bana bu şekilde emir verebiliyordu? Şaşkınlığımı hızla attım ve kaşlarımı çattım. Bakışlarım şaşkınlıktan öfkeye teslim olurken kolumu elinden kurtarmaya çabaladım. Eli bir kelepçe misali kolumu kavradığından kurtulmam imkânsızdı. Ama pes etmeye hiç ama hiç niyetim yoktu. Onun için olabildiğince sert bir şekilde dizimi hayâlarına geçirdim. Aldığı darbe ile iki büklüm kaldığında bir dizi küfür savurmayı da ihmal etmiyordu. Canı yandığı her halinden belli oluyordu ama benim kadar yandığını düşünmüyordum. Onun için ellerimi göğsümde birleştirip net çıkardığım bir sesle “Ben 6 katlı bir binanın enkazında 48 saat kaldım ve korkmadım. Senden korkmamı beklediğine inanamıyorum Serkan. Bak defalarca söyledim yine söylüyorum. Ben avukatımı buldum ve vekâletimi verdim. Duruşma celp kâğıdı bugün yarın sende olur. Bu evlilik, ilişki her ne ise BİTTİ!” dedikten sonra arkamı döndüm ve işimin başına dönmek için yürümeye başladım. Yürürken eline kahve bardakları eşliğinde film izlercesine beni izleyen insanlara baktım. Serkan kolumu çekiştirirken bir tanesi bile “Hey kardeşim ne yapıyorsun?” dememişti. Bunca kişi bizi sadece izlemişti. Kılını bile kıpırdatmadan üstelik. Sert bakışlarla bir anda durdum ve bana bakan topluluğa dönerek, “İzlerken kahvenizi içmeyi unutmayın da soğumasın” dedim. Ses tonumdaki iğnelemeyi anlamış olacaklar ki anında gözlerini başka yöne çevirip dikkat çekmemeye çalıştılar. Kadına şiddet ile savaşan yurdum insanının tek tepkisi klavye başındaydı değil mi? Ben en önemli olan noktayı atlamışım. Şimdi buradaki görüntüyü fazlaca takipçisi olan bir blogger çekmiş olsaydı ve hikâyesinde yayınlayıp, youtube sayfalarına düşmesini sağladığında milyonlarca kez izlenirdi. Sayfanın altındaki o yorumlarda ne hakaretler ne aşağılamalar ne küfürler savrulurdu ama burada klavye başında azına geleni sayacak olan bu adamların hiç birinden tek bir tepki çıkmamıştı. Halbuki ne de güzel adamlık taslarlardı masalarının üzerindeki bilgisayarlarının klavyesinden. Yazık. Gerçekten yazık… ……………………. İşyerine dönüp, kalan iki saatlik mesaimi güçlü görünmeye çabalayarak geçirdim. Hırsla çalıştım, kimsenin bana soru sormasına izin vermeden patlamaya hazır bir bombaymışım gibi günü bitirdim ve yine aynı şekilde şirketten çıkıp otoparkta bulunan arabama bindim. İşte o an gözlerimden süzülen yaşa izin verdim. Birkaç sene önce karşıma geçip aşık olduğum adamın bana böylesi zararlar verebileceğini söyleselerdi kulaklarımı tıkayacağım olayları şimdi gözyaşlarım eşliğinde izliyordum. Avazım çıktığı kadar bağırmak, tükenene kadar ağlamak istiyordum. Onun böyle bir yüzü olduğunu nasıl görmemiştim? Nasıl görememiştim? İşinden çıkanların arabalarına doğru geldiğini fark ettiğimde bende arabamı çalıştırdım ve evime gitmek için ana yola sürmeye başladım. Eve geldiğimde her ne kadar bir kahve içmek istesem de önce bir duş almış günün yorgunluğunu üzerimden atmıştım. Bunlar olacaktı. Bu evliliği her ne kadar umursamasa da düzeninin bozulmasını istemiyordu. Etrafındaki insanlar tarafından ihanet etmiş ve terk edilmiş bir eş konumunda olmak istemiyordu. Öfkesi, sabırsızlığı, geri gitmem için baskısı bu yüzdendi. Özellikle bu yaptığını ondan neden ayrılmak istediğimi annesinin bilmemesi gerekiyordu. Bu Serkan için felaketten öte bir durum olurdu. Annesi Nezaket Hanım eşi tarafından yıllarca aldatılmış ve terk edilmişti. Onun anlattığına göre yıllarca hem şiddet görmüş hem aldatılmış hem de ailesi tarafından o adamın nikahında kalmaya zorlanmıştı. Çok iyi ve mükemmel bir kadındı. Bana kayınvalideden çok anne olmaya çalışmıştı. Bu durumdan haberi olsa sanırım Serkan’ı evlatlıktan bile reddedebilirdi. Fakat kalp hastası bir kadındı. Kalbi yılların acılarından çok yorgun düşmüştü. Ben evlendiğimden beridir neredeyse 3 kalp krizi geçirmiş birinde de açık kalp ameliyatı olmuştu. Bu durumu kendisine nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Onun için bizi bu duruma getiren oğlunun anlatması daha uygun olurdu. Yemek ile uğraşamayacak kadar bitkindim. Zaten Avukat Dağhan Bey uğrayacak ve dosyanın son hali için bana bilgi verecekti. İlk duruşmayı bir ay sonrasına almıştı ve Serkan’dan bir şey talep edip etmemem konusunda beni bilgilendirecekti. Ondan hiçbir şey istemiyordum. Hayatıma yeterince zarar vermişti. Hayatımı devam ettirmem için onun bana vereceği hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. Hayatımdan çıkıp gitmesinden başka hiçbir şey istemiyordum. Kendime bekârken de çok yaptığım sandviçlerden bir tane yaptım. Artık eski hayatıma geri dönebilirdim. Televizyonda mükemmel bir dizi vardı. Onu izleyebilir, burada bıraktığım ve zamanında okuduğum kitaplardan bir tane okuyabilir, huzurlu bir şekilde uyuyabilirdim. Çay suyu koydum ve dolaptan çıkardığım malzemelerle kendime bir sandviç hazırladım. Çayın yetişmesi imkânsızdı. Onun için sandviçi bir tabağa koydum ve balkona doğru yürüdüm. Tam balkonun kapısını açacağım esnada kapı zilim çaldı ve tabağımı masaya bırakarak çalan kapıya yöneldim. Sabahki terslememden sonra Serkan’ın gelmesi imkânsızdı. Apartman yöneticisi olabilirdi. Hem bir hoş geldin demek istemiştir, hem de bir sorun olup olmadığı sormak. Onun için kapıyı açtım ve karşılaştığım kişi ile donup kaldım. Uzun sürmedi ama bedenim yine öfkeye teslim oldu. Çünkü karşımda ayık olmadığı bir hayli belli olan ve gözlerindeki karanlıkla bana bakan bir adet Serkan Aslan bulunuyordu. Bu adam ile her gün tartışmaktan, onu görmek istemediğim halde her gün görmekten gerçekten sıkılmıştım. Aynı evin içinde neredeyse bir yıl birkaç saatten fazla göremediğim adamı ihanetinin ortaya çıkmasının ardından her gün görmek katlanamayacağım kadar sıkıcı durumdu. Neden umurundan bile olmadığımı bildiğim halde hala sanki hayatının vazgeçilmez bir varlığıymışım gibi davranıyordu? Artık onu görmekten bir hayli sıkılmış olduğumu belli eden ses tonumla “Serkan yine ne var?” diye sordum. Serkan ise daha önce hiç tanık olmadığım iğrenç bir sırıtma ile gözlerime baktı ve “Kocan değil miyim? Sen gelmiyorsan ben geleyim dedim. Yemek yiyelim mi?” diye sordu. Gerçekten yeter diye bağırmak istiyordum. Avazım çıktığı kadar yeter diye bağırmak istiyordum. Fakat bu apartmandaki her daire bir aile eviydi. Kimseyi rahatsız etmek istemiyordum. Bu adamdan ölümüne rahatsız olduğum halde mutlu huzurlu olan aileleri rahatsız etmek istemiyordum. Bir insanın eşi olmak bu demek mıydı? Kocan değil miyim? Canım istediğinde gelirim canım istediğinde seni aldatırım, canım istediğinde sana vakit ayırırım, canım istediğinde seninle yemek yerim. Umarım topunuzun canı çıkarda canımız rahat ederdi bir gün.  “Sadece kağıt üstünde” diyerek kapatmaya kalktığımda elini kapıya vurarak kapatmamı engelledi. Ben ne olduğunu anlamaya çabalarken kapıyı hızla itti. Kapının hemen karşısında olan duvara sırtım çarparken Serkan çoktan evin içine girmiş ve kapıyı arkasından kapatmıştı. Bir anda evin her bir metresine öfke karanlığı çökmüştü. Aramızda mesafe bırakmayacak kadar bana yaklaştı ve yine daha önce hiç tanık olmadığım ses tonu ile “Sana şımarıklığı bırakıp eve dönmeni istediğimi söylemiştim.” Dediğinde bakışlarında beliren ifade kalbimin korku ile titremesine neden olmuştu. Korku kalbimin her atışında bedenime pompalanıyordu. İçimde bir yerler de saklanmaya başlayan cesaretim ise “İyi şeyler olmayacak” diye fısıldıyordu. Onu iterek kendimden uzaklaştırmaya alıştığımda o koca bedeni bir santim bile yerinden oynamamıştı. Aksine bana daha fazla yaklaşmasına ve bedenimi duvar ile kendi arasında ezmesine neden olmuştu. Bu durum ise yutkunmama korkunun bedenimin her hücresine ulaşmasına yol açmıştı. Tekleyen sesim ile “Serkan ne yapıyorsun?” diye sorduğumda dudağına yerleşen ve kendini her günden fazla şeytana teslim ettiğini gösteren sırıtması ile “Karımı özledim” dedi ve yüzüme düşen ıslak saçımı duvardan ayırdığı elinin parmakları ile kulağımın arkasına ittiğinde onu bir kere daha sertçe itmeye kalktım ve bu da onun daha hırsla beni kavramasına neden olmuştu. Dudakları boynuma doğru yol alırken bu sefer onu var gücümle itip kendime kaçacak alan yarattım. Yarattığım o alandan kendimi salonuma doğru attığımda duvara öfke ile yumruk attığını duydum. Görmedim çünkü görüş alanından çıkmıştım. Gözlerim salonda kendimi koruyabileceğim bir şeyler tararken bir anda belimden kavranıp havalandım ve attığım çığlığa kahkaha atarak karşılık veren Serkan’ın kollarında çırpınmaya başladım. Beni hemen önümüzdeki koltuğa fırlattığında belimi koltuğun sert kısmına çarpmıştım. Bu darbe acı ile bağırmama sebep olmuştu. Fazlasıyla alkol kokuyordu. Kesinlikle kendinde değildi. Resmen gözü dönmüş gibiydi. Benim canım yanarken o yüzerime eğilmişti. Elleri tüm bedenimde, dudakları boynumda göğüslerimde dolanıyordu. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Ellerim ile onu itmeye onun altından kurtulmaya çalışıyordum. Bunu bana yapamazdı. Bana istemediğim bir şeyi yapamazdı. Fakat ona engel olamıyordum. Üzerimde doğruldu ve giydiğim tişörtün yakasından tutup olanca kuvveti ile yırttığı anda ona kendine gelmesi ve kaçmak için kendime bir şans yaratmak adına bir tokat savurdum. Tokatın etkisi ile bir saniye duraksadı ve benimle göz göze geldi. Sıkılı dişlerinin arasından her ne söylediyse anlamadım. Ardından suratıma yediğim tokatın şiddeti ile olduğum yerde savruldum. Ardından bir tane daha ve bir tane daha… Hayatımda ailem de dahil olmak üzere ilk defa bana tokat atılıyordu. İlk defa aldatılıyor, ilk defa kararlarıma saygı duyulmuyor, ilk defa aptal yerine koyuluyor ve ilk defa istemediğim bir şey için zorlanıyordum. Birçok haberde, kitapta okuduğum sahnelerdendi. Hiç bir zaman yaşamadığımdan nasıl hissedeceğimi bilmezdim. Okurken ve izlerken hissettiğim tek şey öfkeydi. Şu anda nasıl hissettirdiğini anlıyordum. Ölüm bile daha acı verici olurdu. Hissettiğim öfke değil saf korkuydu. Bir zamanlar yatakta sarılarak uyuduğum adamın ellerinden bana yapmayı düşündüğü şeylerden ölesiye korkuyordum. Gözümden akan yaşın kontrolünü sağlayamıyordum. Sanırım bu tokatlarla dudağım patlamıştı. Çünkü ağzımda metal bir tat vardı. Bir an gözümde karardı ve Serkan parmakları ile çenemi sert bir şekilde kavrayıp gözlerine bakmamı sağlayarak, “Sen benim karımsın! Sana istediğim zaman dokunurum sende bundan zevk alırsın” dediğinde kelimeleri artık beynimde yankılanıyordu. Bilincim kapanacak derecede kulaklarım uğulduyordu ama bilincim kapanırsa bana yapacak olduklarına engel olmazdım. Uyandığımda hayatta kalabileceğimi, yaşadığım bu olaydan dolayı bu hayatın geri kalanını kaldıramayacağımı biliyordum. Onun için gözümün ucu ile hızlıca etrafıma baktım. Eskiden kalma bir biblom vardı ve koltuğun kenarındaki sehpamda duruyordu. Alçıdan yapılma olmasına rağmen çok ağırdı. Her temizlik yaptığımda üzerine yapışan ve zorla çıkan tozlar yüzünden defalarca atmayı düşünmüş ama bir türlü kıyamamıştım. Bir an bile düşünmedim ve uzanıp aldım. Aldığım anda kafasına geçirdim ve acı haykırışı ile yana yıkılmasını seyrettim. Şu anda kıyamadığım bu biblonun hala aynı yerde olmasına şükrediyordum. Altından kalkarken kasıklarına tüm gücümle attığım tekmenin ardından “Kim olursan ol ben istemiyorsam bana dokunamazsın!” dedim ve hızla kaçmaya kalktığımda beni bacağımdan yakalayıp şiddetli bir şekilde düşmemi sağladı ve oturur pozisyona geçip boşta kalan bacağım ile eline sıkı bir tekme daha attım. Ondan tamamen kurtulduğumda evin kapısına koştum ve kapıyı açıp merdivenlerden aşağıya koşar adım inmeye başladım. Yalın ayaktım, üzerim paramparçaydı ve üzerimdeki tişörtüm neredeyse göğsümü açıkta bırakacak şekilde yırtıktı. Suratım ve ağzımdan boynuma kadar akan kanı ise saymıyordum bile. Serkan ardımdan “Hazal!!” diye bağırdı ve sesinin yakınlığından peşimde olduğunu anlayıp daha hızlı bir şekilde koşmaya başladım. Beni yakalamaması gerekiyordu. Gerçi sokakta bana ne kadar saldırabilirdi? Biri çıkar ve onu durdururdu. Öyle olmalıydı. Burası caddeydi onu benden uzak tutacak birileri olmalıydı. Ben nefes nefese kaçarken Serkan, “Buraya gel!” diye bağırıyordu. Korku tüm bedenimde adrenaline dönmüştü. Kendimi apartmanın kapısından dışarıya attığımda hızla yola doğru koşturdum ve nereden çıktığını anlamadım bir arabanın sert fren sesi ile bir anda durdum. Hava karanlıktı ve arabanın farları gözümü alıyordu. Birkaç saniye öylece kaldım. Ardından arabanın öndeki her iki kapısı da açıldı. İçindekiler birkaç adım bana yaklaştığında göz göze geldiğim bakışlar Demir Bey’e aitti. Şaşkın bakışları ile beni baştan aşağıya süzdü ve o anda arkamdaki kapıdan “Sana buraya gel dedim!” diye bağırarak çıkan Serkan dikkatini çekti. İşte o an bakışlarındaki şaşkınlık yerini tarifi imkânsız bir öfkeye bıraktı. Dişleri çenesini kıracakmış gibi sıkıldı ve bir an benim bile geri adım atmamı sağlayan enerjiyi yaydı. Ardından seri adımlarla yanımdan geçti ve arkamı dönmeden önce duyduğum tek şey bir kemiğin kırılma sesiydi. Arkamı döndüğümde ise Demir Bey’in Serkan’ı kum torbası misali kullandığını gördüm. Öyle sert, öyle yıkıcı vuruyordu ki Serkan’ın hayatta kalması imkânsızdı. Ama içim acıdı mı? Hayır. Omuzlarıma bırakılan ceket ile yerimde sıçradım ve bu sefer Avukatım Dağhan Bey “Sakin ol, Demir onu halleder seni hastaneye götürelim” dedi ve beni arabaya bindirirken, “İşin bittiğinde hastanenin konumu atarım. O pisliği polise vermeden öldüreyim deme sakın” diye bağırdı ve daha arabaya binmeden gelen karanlığa neredeyse balıklama atladım. Gelen karanlık sessiz ve huzurluydu. Acı yoktu, korku yoktu, ses yoktu. Sanki burada kalmak daha güvenliymiş gibiydi… 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD