bc

GÖZYAŞI

book_age4+
2.5K
FOLLOW
12.2K
READ
others
drama
comedy
sweet
serious
mystery
straight
others
asexual
like
intro-logo
Blurb

Bir gün o sakinliğine sevgisine sığındığın liman sana diyor ki ‘Ben artık bu limanda daha gösterişli, daha lüks, daha eğlenceli gemiler görmek istiyorum. Sen burada olduğun için Gelende olmuyor, geçenleri uzaktan izlemek zorunda kalıyorum. Onun için sen artık demir al bu limandan.’ o zaman bir türlü dümenine geçemediğin. geminin motorunu çalıştırıp, rotayı açık denizlere çeviriyorsun. Yine dalgalar çıkıyor karşına, yine rüzgârlar saldırıyor sana, akıntı yine seni sürüklemeye çalışıyor ama arada bir fark oluyor. Sen durgun bir Koy Limanında öyle darbeler almışsın ki niyeti seni batırmak olmayan bu dalgaların aslında sana hiç zarar vermediğini anlıyorsun.”

İşte tamda burada başlıyor Hazal Kahraman’ının hikâyesi…

Hayatta aldığı darbeleri bir sonraki gelmeden aşmaya çalışırken hayatına Demir Sert ile tüm zorlukların aslında çokta zor olmadığını anlayacaktır. Ve kalbinin daha önce hiç aşkı tatmadığını ….

chap-preview
Free preview
İHANET
Hayatın bizlere sunduğu ne kadar kötü olay olursa olsun hepsinin karşısında dimdik dur diyen kitaplardır. Hani kadınlar için birçok anlamı olan o kelimelerin nasılda gereksiz olduğunu hissettiğim bundan daha kötü bir an olmamıştı. Hayatımın hiçbir acı anında kalbimin bu denli acıya boğulduğunu hissetmemiştim. Bu yaşıma kadar hayatın bana açtığı savaşların sayısını hatırlamıyordum. Her birini kazanmış olsam da bu kalbime açılan savar en ağırıydı. Bunca savaşta hayattan aldığım darbeleri bir kenara bıraktım. Her birinin acısı bir kenarda bekletebilecek kadar geçmişti. Fakat bu darbe ile ayakta durmakta zorlandığımı hissediyordum. Etrafıma bakındığımda ne kadar fazla mutlu insan vardı. Kahkahalara inanmazdım. Her kahkaha mutluluktan atılmazdı ama etrafımdaki insanların tamamı yüzünde gülücüklerle eğleniyordu. İçeride çalan müzik sesi insanların sesine karışmıştı ve uğultudan öteye gitmiyordu. Elimi hemen önümde dekor amaçlı buraya koyulduğunu fark ettiğim kapıya destek almak istercesine yerleştirdim. Ayakta durmakta zorlandığımı hissediyordum. Gerçekten nefes alamamanın nasıl büyük bir acı olduğunu daha net anlıyordum. İçimde bir şeylerin öldüğünü hissediyordum. Kalbimin üzerine yerleştirdiğim diğer elim ile ayakta kalmaya çabaladım. Ayakta durmam gerekiyordu. Hiçbir savaştan yenik çıkmadım ama her ne olursa olsun bu savaşı da ayakta kazanmalıydım. Derin derin iki nefes aldım ve karşımdaki çiftten gözlerimi bir an olsun ayırmadım. Birkaç saat sonra gelip bana sarılacak olan o eller kime sarılıyordu öyle? Kime gülüyordu aylardır bana gülmeyen o yeşil gözler? O dudaklarıma değdiğinde benlimi kaybettiren mükemmel dudakları kimi öpüyordu? Aylardır sevgisine muhtaç beklediğim, tüm hayatımı adadığım adam benden esirgediği sevgiyi başka kime veriyordu? Her sorunda “Benim psikolojim bozuk!” diye avazı çıktığı kadar bağıran adamın bozuk olan psikolojisi şu anda neredeydi acaba? Bana nefesim diyen adam ne de güzel nefes alıyormuş başka tenlerde… ‘Senin olmadığın bir yerde ben yaşayamam’ dediği zamanlar geldi bir an aklıma ama gözlerime dolan gözyaşını geri itmeye bile gücüm yoktu. Kollarında başka bir kadın ile gayet güzel yaşıyordu. Çevremde veya okuduğum kitaplarda aldatılan kadınların ne kadar acı dolu hislerine tanık olur bir an olsun hissetmeye çabalardım. Her zaman nasıl büyük bir acı olacağını düşünürdüm. Düşünsenize bir kadın ve kendini çok ama çok sevdiğini düşündüğü bir adam. Ona hayatını veriyor, onu çok ama çok seviyor. Ona belki de onun için en değerli şey olan kalbini veriyor ve karşılaşabileceği en büyük ihanet ile karşılaşıyordu. Bir an gözlerimin karardığını hissettim. Destek almak adına kapının kenarında yasladığım elim kaydı ve yerimde sendeledim. Bu gerçekten tahmin etmeye çalıştığım acıdan çok daha büyüktü. Kalbimi biri eline almış ve acımasızca sıkıyormuş gibi hissediyordum. Canım o kadar çok yanıyordu ki avazım çıktığı kadar bağırmamak adına kendimi zor tutuyordum. İnsan tatmadığı acı hakkında yorum yapamazmış derlerdi. O zamanlar hissetmeye çalıştığım acıyı yorumlarken neden zorlandığımı tadınca anlıyordum. Öyle ki bana bakan birkaç bakış ile karşı karşıya bile kalmıştım. Ne olduğunu hisseden ve halime acıyan bakışların ağırlığı da tahammül sınırımı zorluyordu. Fazlasıyla acınacak haldeydim sanırım bulunduğum yerin çaprazında duran masadaki kadın halime herkesten daha çok acımış olmalı ki masasından hızla kalkıp yanıma geldi ve “Eşin mi? “Diye sordu. Bir an zihnimden eşlik kavramının anlamını geçirdim. Eş, sadık şefkatli, düşünceli, her zaman yanında olan, kalbini ruhunu güvende ve huzurlu hissettiğin kişiydi. Bakışlarım düşüncelerimin arasından tekrar masada eğlenen çifte gitti. Bu adam benim aynı yatağı paylaştığım, hayatımı adadığım, kalbimi verdiğim adamdı. Yani zihnimden geçen eş tamlamasının üzerine oturduğunu sandığım kişiydi. Ben bu adamın 4 yıl önce bana verdiği birçok sözün karşılığında evlenme teklifine evet demiştim. Şimdi ise gözlerimin içine baka baka verdiği her bir sözü nasıl yok saydığını görüyordum. Başka bir kadının bedenine sarılmasını, gözlerinin içine gülümseyerek bakmasını, onu nasıl sahiplendiğini görüyordum. Gördüklerim karşısında ölmek istedim. Lanet olsun ki onu da yapamıyordum. Bir kadının çaresiz kaldığı daha büyük bir acı olup olamayacağını düşündüm ve aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Gözümden süzülen gözyaşımın verdi cevabı kadına ama ben yine de fısıltı gibi çıkan sesimle “Eşimdi” diyerek onayladım. Parmağıma takıldığı günden bu yana sadece duş almak için çıkardığım alyansıma baktım. Ne güzel sözler vererek takmıştı onu parmağıma. Hiçbir zaman çıkarmayacağını söylediği yüzüğünü ne çabuk çıkartmıştı. İçi yanmadan, canı acımadan, kalbi nasıl izin vermişti? Çok sevdiğini söylediği ve her gece ne olursa olsun kaçta gelirse gelsin bana sarıldığı elleri nasıl oluyor da bu denli kirlenmişti. Beni nasıl unutmuş ve kalbinden çıkarmıştı? Ne yapmıştım ne söylemiştim de huzuru bu kadında bulmuştu? Düşündüklerim ile ellerim titremeye başlamıştı. Bir an önce buradan çıkmam ve bu adamdan gidebildiğim kadar uzağa gitmem gerekiyordu ama filme o başladıysa ben bitirecektim. Gözlerimi kapadım ve birkaç saniye öylece kaldım. Aklıma saniyeler içinde gelen ile hemen yanımdan masalara servis yapmak için geçmekte olan garsonu durdurdum. Bu gece beni yıkma pahasına bile olsa bir zafer kazanmıştı. Üstelik zafer kazanmış bu adam kazandığı zafer için bir kutlamayı da sonuna kadar en iyisinden hak ediyordu. Hem severdi o gösterişi. Bulunduğu ortamda dikkat çekmeyi. Her nerede olursa olsun insanların ona hayranlıkla bakması, kıskanması çok hoşuna giderdi. Hadi bakalım başlangıcı ne kadar güzel olduysa finali de öyle ses getirsin değil mi bu evliliğin? Bana nasıl yardımcı olabileceğini soran başlarla bakan garsona  “Şu masa için iyi bir şampanya istiyorum” dedim. Parmağım ile işaret ettiğim masaya bakan garson birkaç saniye oradakilere baktı. Ne için olduğunu anlamamıştı ama yine de sorgulamayarak tekrar benimle göz göze geldi ve “Peki, efendim” dediğinde benim kim olduğumu anladığını hissetmiştim. Allah bilir bu mekânda daha nelere şahit olmuştu. Ne yıkımlara ne acılara şahit olurken içi parça parça olmuştu. Karşımda bana yardım etmek için duran kadın ise bana şaşkın gözlerle bakarken hızla “Her ne yapacaksan önce belgelendir. Bak öyle adamlar boşanmamak için türlü sorunlar çıkarır” Dedi. Ardından hızla “Ben avukatım, üstelik boşanma avukatı. Bu tip durumlar ile boşanmaya çalışan sayısız müvekkilim var ve bu adamların tamamı yalancı” dediğinde söylediğinin doğruluğu karşısında kaşlarımı çattım. Bana iş toplantısında olacağını söyleyip buraya gelen adamın hiçbir şeyine güven olmazdı. Ben zihnimden geçenleri kontrol etmeye ve yapmam gerekeni algılamaya çalıştığım esnada karşımdaki kadın “Fotoğraflarını çek” diyerek yapmam gerekeni anlamam için söylenince cebimden çıkardığım telefonumum tuş kilidini açtım. Kamerayı açmak için tuş kilidimi girdiğim anda ekranda beliren duvar resmi ile gözlerim dolmuştu. Üzerimde bembeyaz bir gelinlik ve aşkla banak gözler. Bunca güzelliği bu derece mahvedebildiği için gerçekten kendisine ödül verilmesi gerekiyordu. Bu resim nikah gecesi bir arkadaşım tarafından çekilmiş ve sabahında bana gönderilmişti. O gün ekran resmi yapmıştım ve bir daha da değiştirmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim. Canımı yakan bu ayrıntıyı bir kenara bıraktım ve ardından hızla kamerayı açıp birkaç kare fotoğraflarını çektim. Fotoğraf çekme işim bittiğinde yanıma gelmiş olan garsona baktım. Garson tepsisinde bulunan şampanyayı bana göstererek, “Bu iyi bir şampanyadır” dedi. İyi olduğu markasından belliydi. Soğuk ve lezzetli olacağı da kesindi. Başımı tamam anlamında sallayıp parmağımdan yüzüğümü çıkardım. İyi olduğunu söylediği şampanya şişesinin başında bulunan tıpanın ince bölmesine geçirdim. Sonra garsona verdim ve derin bir nefes alarak, “Bu şekilde götürüp verebilir misiniz?” diye sordum. Kabul etmeyecek olursa ısrar etmeyi bile göze almıştım. Oraya gitmek istemiyordum ama gerekirse gidip gözlerinin içene tüm nefretimle bakarak zaferini kutlayabilirdim. Zaferdi evet. Her şeyin mükemmel olduğuna inanmıyordum fakat bir evliliğimiz vardı. Bir evimiz birlikte paylaştığımız bir yatağımız ortak olduğumuz bir hayatımız vardı. En umursamaz insanın bile yıkmak için bir kere düşüneceği durumu kendisi bir kere bile düşünmediği için bu hayatta kazandığı bir zaferdi. Her zaferin hakkıdır kutlanmak. Onun için bende en büyük gücüm ile kutlayacaktım. Garson önce şişenin baş kısmındaki yüzüğe baktı ve ardından benimle göz göze geldi. Bakışlarındaki ifade ile kim olduğumu, o pisliğin ne yaptığını anlamakta zorlanmadığını gösteriyordu. Gözlerinde beliren hüzün ise benim bin parçaya bölünmemi sağlıyordu. Genç bir adam olmasına rağmen duruşundaki kalite ile uzun zamandır burada veya bu meslekte oluğunu anlayabiliyordum. Bu mekânda veya benzeri mekânlarda benim gibi kaç kadın ile karşılaşmıştır Allah bilir. Bu durumda olabildiğime gerçekten inanmakta zorlanıyordum. Garson gayet saygılı ve anlayışlı bir tavırla, “Tabi ki efendim” diyerek elinde tıpasına takılmış ve parlayan alyanslı şampanya şişesi ile birlikte hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı. Garson masaya ilerlerken derin bir nefes aldım. Kalbimin içimde öldüğünü hissediyordum. Tüm duygularım sanki beni terk ediyordu. İçimde ona beslediğim ne kadar sevgi varsa gözlerimdeki yerini almıştı ve yanaklarımdan süzülerek beni terk ediyordu. Garson yürüdü birkaç masa geçti ve Serkan’ın bulunduğu masada durduğunda, sarmaş dolaş duran iki çiftinde bakışları çağırmadıkları garsonu buldu. Masaya bırakılan şampanyaya ikisinin de fazlasıyla dikkatini çekmişti. Birkaç saniye geçmeden şişenin tıpasında duran yüzük Serkan’ın dikkatini çekti. O an panikle yüzüğü şampanya şişesinden aldı. Elinde tuttuğu yüzüğün içindeki adını okur okumaz zevkle oturduğu o masadan oldukça hızlı ve korkuyla kalkıp etrafına bakınmaya başladı. Sadece birkaç saniyesini almamıştı benimle göz göze gelmesi. O gözlerin bana hissettirdikleri için ona tüm hayatımı sunmuştum. Ona kalbimi, hayatımı, sadakatimi benden her ne istediyse vermiştim. Ne yetmemişti? Neyi yetirememiştim hayatına da beni dört duvar içine bu kadınları da yanına layık görmüştü? Durumun en komik anıda o an kafede gözlerim üzerindekilere kaydı. Benim ona hediye aldığım beyaz gömleği ve ne çok yakışacağını düşünüp aldığım kot pantolonu giymişti. En acısı da ben o kot ile gömleği bu akşam ellerimle ütüleyip hazırlamıştım. Bana toplantısı olduğunu söylemişti. Hafta içi çalıştığımdan ütü yapmaya fırsat bulamamıştım. Onun için onca yorgunluğuma rağmen her ikisini de ütülemiştim. Ben sevdiğim adamı ellerimle süsleyip püsleyip başka kadınların kollarına göndermişim. Al sana salaklık işte. Bunun ötesine ne geçebilirdi ki? Bir kadını hangisi daha fazla kırardı ki? Aldatılmak mı? Yoksa ellerinle süsleyip püsleyip kadınların koynuna gönderdiğin adam tarafından aldatılmak mı? Sanırım ikisinde can yakıyordu. Sadece ikincisinde biraz daha salak gibi hissediyorsunuz kendinizi. Serkan bana doğru bir adım atarken elimle durmasını istedim. Zaten yanıma gelip ne diyecekti? Yanlış anladın diyebilecek kadar basit olmaması gerekiyordu. Böyle bir hatayı yapmayı göze aldıysan dürüst olmayı da becerebilmen gerekiyordu. Bu durumun yanlış anlaşılacak bir yanı yoktu. Bende salak değildim zaten ve karşımdaki adam artık beni sevmediğini söyleyemeyecek kadar korkak ise hiçbir açıklamasının dinlenmemesini hak ediyordu. Gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadan bir adım geriye gittim. Ondan Tek kelime duymak istemiyordum. Bir açıklama, herhangi bir özür veya telafi edebileceği herhangi bir şey istemiyordum. Gözlerine son bir kez daha baktım ve gözümden akan son damla yaş ile oda hayatımdan kayıp gitti. Bir insanın hayatından akıp gitmek ne kadar zordur aslında. Seni kalbinde o kadar fazla büyüten bir kadının hayatından bir anda tek damla gözyaşı ile akıp gitmek ise her şeyden daha zordu. Bu kadar zor bir şeyi başarabildiği için ayrıca tebrik edilmeyi hak ediyordu. Hayatında senden başka ışık olmayan birinin gözlerinden tek bir damla yaşla kayıp gidebildiğin için sana verilecek olan ödül nedir bilmiyorum ama hayatımın hiçbir evresinde böyle bir ödülü istemezdim. Yavaşça arkamı döndüm ve hızlı adımlarla çıktım ihanet ile yüzleştiğim bu cehennem kuyusundan. Şu hayatta güvendiğim tek adam, tek insan, ailem dediğim tek kişi bu cehennem kuyusunda kalabilirdi. Bu cehennem kuyusunda beni unutarak hayatına devam edebilirdi. İstediği kadar yanabilir hatta o yangında istediği kadar acı çekebilirdi. O ise orada kalmak yerine ardımdan “Hazal!” diye haykırması ile adımlarımın hızlanmasına neden oldu. Kafenin çıkışına doğru koştum ve hemen çıkışta duran taksiye bindim. Burası bir kafe olduğu için taksi bulmak hiç de zor değildi. Bu konuda şansımın da yaver gitmesine memnundum. Taksiye biner binmez eşyalarımı almak için 4 yıldır evim dediğim, bu geceden itibaren son kez gireceğim dairenin adresini verdim. Arkama bir kere bile bakmadım. Artık ardımda bıraktığım adamın bir önemi yoktu. Olmayacaktı da… Hâlbuki ne önemliydi bir saat öncesine kadar benim hayatımda. Belki de bu dünyada uğrunda canımı bile verebileceğim tek insandı. Ben ona o kadar fazla güvenmiştim ki her şey aklıma gelirdi de bu aklıma gelmezdi. Zaten insanlar her zaman en güvendikleri tarafından vurulmaz mıydı? Bende öyle olmuştum. En güvendiğim tarafından en savunmasız yerimden kalbimden vurulmuştum. Silahı da ihanetti. Canımı bu kadar hızlı alabileceğini tahmin etmesem de kalbim nefessiz kalmıştı. O kadar ani ve ağır olmuştu ki aldığım yaranın acısını bile hissedemeden vermiştim son nefesimi…    ……………….. Ben Hazal Kahraman. Hayatımda beni kendinden çok sevdiğini söyleyen ama az önce ihanetini kalbime hançer misali batıran bu adamdan başka kimsem yok. Aslında birkaç akrabam var ama onlarda akrabadan çok akbaba olduğundan çok uzun yıllar oldu onları görmeyi bırakalı. Annem babam ve abi ve erkek kardeşimle beraber yaşadığım Gölcük’teki evimizde 1999 yılında yaşanan depremde 6 katlı enkazın altından 48 saatin ardından tek canlı çıkan bendim. Karanlıktan, evin içinde tek başıma kalmaktan, yüksek katlı dairelerden özellikle korkardım. Yıllarım o enkazın açtığı yaraları sarmakla geçti. 16 Ağustos gecesi balkonda oturmuş, kahkahalar atmış hatta yeni başlayacak olan okul yılımın esprilerini yapmıştık. Gözlerimi uyumak için kapattığım o mutluluk yuvasında betondan bir mezarın içinde uyandım. Ne olduğunu saatlerce anlayamadım. Çok ses vardı. Yardım çığlıkları, ağlamalar, bağırışlar. O kadar sesin içinde bile tek bir tane tanıdık ses gelmiyordu kulaklarıma. Ne kadar zamanın geçtiğini bile bilmiyordum. Artık her şeyden umudumu kesmiştim. Kimse beni bulamayacak diye düşünürken bir mucize olmuştu ve ben bir ışık görmüştüm. Gerçi ailemden o ışığı görebilen tek kişi olduğumu öğrendiğimde görmemeyi dilediğimde çok olmuştu… İki erkek kardeşimden biri benden 4 yaş büyük Kaan abimdi. Tüm ailenin cansız bedeni enkazın altından çıkarken bir onun bedenine ulaşamamışlardı. O gece arkadaşlarıyla birlikte dışarıdaydı ve eve gelip gelmediği bilinmiyordu. Her zaman takıldıkları mekân sabaha kadar açık olurdu fakat depremde orası da yerle bir olmuştu. Daha sonraki araştırmalarımda oradaki enkazın altından da çıkmadığını görmüştüm. Ben tam beş ay hastanede kalmıştım. Enkazın altından çıkığımda bedenimin birçok yerinde kemiklerim kırılmıştı. Her yanım alçıdaydı ve onun nerede olduğunu bana bulabilecek hiç kimse yoktu. Gerçi yanımda da kimse yoktu. Hastaneden çıktığımda gölcük meydanında asılı olan listede kendi adımı bile görmüştüm. Hastanede kim olduğumu öğrenmeleri neredeyse 3 ay aldığından orada benim adımda yazıyordu. Kaan abim için hiçbir yerde isim bulamamıştım. Ama hayatta olsaydı kesinlikle beni bulurdu. Beni mutlaka bulurdu diye düşünüyordum ta ki ailemi defnettikleri yere gidene kadar. Kaan Abim hayattaysa bile beni neden bulamadığını o an anlamıştım. Çünkü ailemin mezarlarının orada ana ait bir mezarda vardı. Eğer bir şekilde mezarlığı bulduysa tamamımızı öldü olarak düşünmüştür. O gece evimizde bir arkadaşım vardı. Muhtemelen onu ben sanmışlardı. Her ne kadar içimde abimin yaşadığına dair bir umut olsa da bu umut bunca yılda yavaş yavaş tükenmişti. Tüm ailem toplu mezarlıkta yatıyordu ama hayatımın her anında benimle olduklarını bilirdim. Her başarımda, her acımda, her mutluluğumda yanımda olduklarını hissederdim. Ailemi kaybettiğimde henüz liseye başlamıştım. İleride tek hayalim avukat olmaktı. Avukat olamamıştım belki ama hiçbir zaman ezilen hakkını yediren bir kadında olmamıştım. Abim her zaman asker olmak isterdi. Eğer hayatta olsaydı mutlaka akademi sınavlarına katılır askeriyede yerini alırdı. Her şeyden emin olduğum gibi bunu da mutlaka başaracağından emindim. Depremden sonraki hayatımın geri kalan kısmını üniversiteyi kazanana kadar İstanbul’da olan amcamın evinde geçirdim. Zaten abimin hayatta olmadığına da bu sürede abimin buraya hiç gelmemesinde anlamıştım. 4 yıl boyunca kuzenlerim, yengem ve amcam önüme gelen ilk isteyen ile evlenmemi istemeleri ile savaşmıştım. Bana hiç kötü davranmazlardı. Fakat her seferinde biri ile evlenip yuva kurmamın benim için iyi bir karar olacağını söyleyip dururlardı. Bir kızın evlilik olmadan ayakta duramayacağına inanan yapıdaydılar. Tüm kızlar ve kadınlar tek başına çokta güzel dururlardı bir erkek olmadan ayakta. Asıl erkekler duramazdı bir başlarına hayatta. Tek başlarına temek yapamaz, temizlik yapamaz hasta olunca kendilerine bakamazlardı. Hatta bir kadın cinsel anlamda bile hayatına olmasa da olur diyerek devam eder, erkek ise yaşayamazdı. Okul hayatıma başladığımdan bu yana tek hayalim olan hukuk fakültesini kazanamamış olsam da iyi bir üniversitenin işletme bölümünden mezun olmuş İstanbul’da güzel ve kariyerli bir pozisyonda çalışmaya başlamıştım. Aldığım eğitim için verdiğim emeklerimin karşılığında kazancımın iyi olduğu bir iş bulmuştum. Bulduğum iş sayesinde amcamın evine geri dönmemiş iş yerime yakın bir yerde ev tutmuş, hayatımı devam ettiriyordum. Hatta karşıma çıkan bir fırsatı değerlendirmiş bir ev sahibi olmak için birikim yapmış, eve bile girmiştim. Geçen aylarda nihayetinde ev için çekmiş olduğum kredi bile bitmişti. Onca yalnızlığın sonunda bile hayatım, tastamam mutluluk dolu olmasa bile kimseye ihtiyacım olmadan devam etmişti. Bir kadın için bu çok önemliydi. Hiç kimseye hiçbir zaman ihtiyacımız olmadı. Her kadın ayaklarının üzerinde dururdu ama işte bazı kadınlarımızın ayakları üzerinde durmasını istemeyenler oluyordu. Benim olmamıştı. Buna izin vermemiştim. Hayatımı kimseye ihtiyacım olmadan kendi ayaklarım üzerinde durarak yaşamıştım. Hiçbir şey zor gelmiyordu. Okul hayatımda amaçlarım olduğu için, tek sıkıntımın okulu bitirme derdi olduğundan yalnızlık sadece okulun tatil olduğu zamanlarda aklıma gelirdi. Herkes tatilini ailesinin yanında geçirirken ben yarım günlük işlerde ta o zamandan para biriktirmeye çalışırdım. Okul bittikten sonra gelişen iş süreci, kredi tamamlama ve ayaklarımın üzerinde durma telaşımdan yine yalnızlığı genelde bayramlarda hatırlardım. Fakat yaşım ilerledikçe yalnızlık kendini daha çok hatırlatırdı. Serkan’da işte tamda bu sırada hayatıma girdi. Kendimi bir başıma hissettiğim, canıma bir yoldaş beklediğim zamanda yalnızlığımı paylaşmak istediğini, bana değer verdiğini söyleyerek hayatıma adım atmıştı. İki yıllık bir birlikteliğin ardından çok güzel bir düğünle evlenmiştim. Harika bir mutluluk beni karşılamıştı. Bir ailem olmuştu. Aynı evi, aynı yatağı, aynı hayatı paylaştığım bir adam vardı. Her zaman yanımda olan, her acıda, her mutlulukta bana kollarını açan bir adam vardı. Beyaz gelinliği giydiğim gün son nefesimi vereceğim güne kadar bir rüyanın içine daldığımı düşünmüştüm. Ta ki evliliğimde 4 yılı devirene kadar… İçimde bir yerlerde yaşadıklarıma anlam veremeyen bir kız çocuğu her zaman vardı. Son zamanlarda görmezden geldiklerim bir bir gözlerimin önünde sahne sahne belirdi. Eve gelmemek için her gece çıkan toplantıları, iş yemekleri, arkadaşları ile olan planları hepsi yalandı. Ben dört duvar arasında onu beklerken o yabancı kollarda benim varlığımı bile unutmuştu. Bana olan sevgisini, saygısını, o mükemmel aşkı unutmuştu. Hani sevmiştik birbirimizi, hani nefesiydim ben onu, hani kalbim demiştim ya ona. Ne kadar yalan bir durumda kalmış bunca değer. Artık ne derse desin boştu. Ne anlatırsa anlatsın kalbim duymak istemiyordu. En acısı da bakışını, dokunuşunu aşk sandığım bu adamın hayatımın en büyük yalanı olmasıydı… …….. Öfke ile geldiğim ve dört yılımı verdiğim bu eve girerken, tüm bedenimi saran öfkeye engel olamıyordum. Kafeden çıktığımdan bu yana çantamdaki telefon durmadan çalıyordu. Arayanın kim olduğunu bildiğimden çantamdan çıkarmaya bile gerek görmüyordum. Güzel bir evim vardı. Her santimini aşkla döşediğim, emek harcadığım evim artık bana zindan gibi görünüyordu. Kapının eşiğinden girdiğimden beri bedenime dolan öfke tüm evi yakıp yıkmamı kulağıma fısıldıyordu. Bende bunu istiyordum. Çantamda susmak bilmeyen telefonda sinirimi kaşıyordu. Tam içimden geçeni yapmaya kalktığımda bir an duraksayıp gözlerimi kapadım. Kendimi sakinleştirmek adına derin bir nefes aldım. Kalbimin üzerinde koca bir enkaz vardı ve kalbim oradan çıkmak nefes almak için çırpınıyordu. Bedenim kocaman evde sanki daracık bir kutuda nefessiz kalmış gibi kasılıyordu. Bir anda yer ayaklarımın altından kaydı ve yıkılmış bir halde yere yığıldım. Sırt üstü düştüğüm koridorumda gözlerimi kapadım ve kendimi 1999 yılında altında kaldığım 6 katlı binanın dibinde buldum. 48 saat boyunca kaldığım karanlığı, bir bir kaybolan çığlıkları sonrasında gelen sessiz karanlığı yaşadım. Tam nefesimin bittiği anda tamam artık bitti dediğim dakika bir kırılma sesi geldi önce kulağıma, ardından gözlerimi kısmama neden olacak küçük bir ışık yayıldı karanlığımın içine... Ardından 48 saatlik sessizliği delercesine haykıran bir ses. “Sesimi Duyan Var mı?” önce birkaç saniye dinledim. Yine rüya mı gördüm diye ama ses birden beni o rüya sandığım saniyelerden çekip çıkarırcasına “Orada biri var mı?” diye tekrar kulağıma ulaştığında gözümden süzülen gözyaşı ile “Buradayım! Seni Duyuyorum” diye bağırdım. Bu ses benim karanlıktan aydınlığa beni çekmesi için uzatılan tek daldı. Ses bana “Geliyoruz sakin ol ve korkma” diye bağırmıştı. Dediği gibide sadece 2 saatte bulunduğum yere gelmiş ve koca bir delik açmışlardı. Bedenimi o büyük enkazın altından çıkartırlarken beni bulan kişi yanıma inmişti. Ben 14 yaşındaydım, o küçücük delikten girip beni çıkarmak isteyen kişi ise en fazla 19 veya 20 yaşlarında bir gençti. Girdiği delikten öyle güçlü bir ışık yayılıyordu ki yüzü karanlıkta kalıyordu. Ayaklarımın üzerinde koca bir moloz yığını vardı ve artık hissetmemeye başlamıştım. Yüzünü yarım yamalak gördüğüm kişi bana bir daha asla unutmayacağım ses tonunda “İyi misin?” diye sorduğunda gözyaşlarım içinde derin bir nefes alıp “Ayaklarımı hissetmiyorum. Üzerimde koca bir bina varmış gibi hissediyorum” dedim. Aslında üzerimde koca bir bina vardı. Hem de bana yıllarca yuva olan bir bina vardı. Birkaç saniye sessizlik oldu ve ardından beni bu mezardan kurtarmaya gelen adam “Adın ne senin güçlü kız?” diye sordu. Kaç saattir açtım, hava o kadar sıcaktı ki bedenimde terleyeceğim su bile kalmamıştı. Sesim bedenimin kuruluğundan çıkmıyordu. Ama yine de fısıltı gibi çıkan sesim eşliğinde “Hazal” diye adımı söyledim. Elindeki aletle bacaklarımın üzerindeki betona vurunca kırılan beton yığını sayesin de bir bacağım açıkta kaldı. Üzerinden tonlarca ağırlık kalkmışçasına rahatlarken saatler sonra duyduğum o mükemmel ses “Benim adım da Demir” dedi. Ona bir hayat borcum vardı ama aklımdan geçenleri dilim sormuyordu. Sesim zor çıkarken yine fısıldayarak, “Ne oldu?” diye sordum. Onca zamandır aklıma hiçbir şey gelmemişti. Bizim eve ne olmuştu da yıkılmıştı. Sorduğum soru karşısında acı bir sessizlik oluştu. Bu sessizliğin ardından gelecek olan kelimelerin kalbimi acıtacağını hissettim. Adam sanki çok büyük bir acı çekiyormuş gibi çıkan sesinden sadece tek bir kelime söyleyebildi. Oda “Deprem” demesiydi. Saatlerdir anlam veremediğim gerçek ile yüzleşmiştim. Eğer deprem olmuşsa bu sadece bizim evi yıkmamış olmalıydı. Onca çığlığın neden var olduğunu, neden bu kadar burada kaldığımı açıklıyordu. Ya ailem? Bu çığlıkların içinde onların çığlığı da var mıydı? Nefessiz bir hıçkırık yükseldi boğazımdan. İkinci bir kırılma sesi doldurdu kulaklarımı ve diğer bacağımda boşlukta kaldı. Onun da üzerinden büyük bir yük kalktı. Ardından daha net bir sesle “Evet, çıkıyoruz” diye söylendi ve girdiği boşluktan gür bir sesle “İpi gönderin çıkıyoruz!” diye bağırdıktan saniyeler sonra boşlukta bir ip belirdi. İpi alan ve hala yüzünü net göremediğim kişi ipi belimden geçirdi. Beni sağlama aldığını anladığı dakika yerimden dikkatle kaldırdı ve bedenime o an giren acı ile bağırdım. Saatlerdir bir acı hissetmiyordum ama şu anda bedenimde birçok kırık olduğunu anlayabiliyordum. Sanki kemiklerimi şu anda tek tek kırıyorlardı. Odaklanıp dayanacağım bir acı gibide değildi. Çünkü bedenimin her yanı ani bir acıya teslim olmuştu. Adam, “Bak sen çok güçlü bir kızsın. Tam 48 saattir buradasın ve savaşı kazandın. Onun için birkaç dakika daha savaşmanı istiyorum” dediğinde dudaklarımı ısırdım. 48 saat iki gün ederdi. Ben iki gündür bu betondan mezarın içinde miydim? 48 saat boyunca babam, abim, annem ve kardeşim benim için ne kadar endişelenmiş mahvolmuşlardır. Bunu düşünmemeye çalıştım ve gözlerimi sıkıca yumdum. Bunu gören ve adının Demir olduğunu söyleyen adam “Güzel” dedi ve sadece 2 dakika içinde sevinç çığlıkları arasında beni binlerce kişi karşıladı. Herkesin gözleri yaşlıydı. Herkesin yüzünde buruk bir sevinç vardı. Beni gördüğü için bu kadar sevinen hiç kimse olmamıştı. Ama daha sonra fark ettiğim beni gördükleri için sevinmedikleriydi. Ben onların gördüğü bir umuttum. Beni hızla sedyenin üzerine alırlarken gözlerim etrafı taradı. Her yer, yerle bir olmuştu. Bir sürü ambulans, sağlıkçı polis asker acı dolu yüz vardı. Gözlerim korku ile tekrar dolmuştu. Buradaki kimseyi tanımıyordum. Annem babam abim kardeşim burada kimse yoktu. Hala elimi tutan Demir benimle göz göze geldiğinden dakikalar sonra ilk defa net bir şekilde gözlerini görmüştüm. Güneşinde etkisiyle bal rengi gözleri vardı. Açık tenli kumraldı. Ben sedyede olduğumdan mı? Bilmiyorum ama boyu uzundu. Hem de çok uzundu. Her yanı tozla kaplıydı. Gözlerinde acı hüzün karışımı bir güç vardı ve bana “Sen güçlü bir kızın ve bu savaşı kazandın. Korkma bu binanın altından çok kişi yaralı çıktı ailen hastanede olabilir” dediğinde içime umut serpmişti. O an ellerimiz ayrılmış ve beni hızla ambulansa götürmüşlerdi. Hastaneye geldiğimde söylediğinin doğru olmadığını anlamam 5 ayımı almıştı. Ailem o enkazdan canlı çıkmamıştı. Bende bu gerçekle yüzleştiğimde o enkazın altına geri dönmüştüm. Şimdi ise bedenim olmasa bile kalbim koca bir enkazın altında çırpınıyordu. Aldığım nefes ona gereken gücü vermiyordu. Fakat kulaklarıma yıllar önce hayatımı kurtaran adamın sesi ulaştı. Nasıl oldu? Neden oldu bilmiyorum ama bir an o karanlığın içinde bal rengi güçlü bakışları belirdi ve bana “Sen güçlü bir kızsın” dedi. O an hızla açıldı gözlerim. Sanki saatlerdir nefessizmişim gibi derin bir nefes aldım ve sırt üstü düştüğüm yerde doğruldum. Koridor üzerime doğru gelirken fısıldadım “Ben güçlü bir kızım” diye. Bedenime dolan enerji ile hızla oturur pozisyonda olduğum yerden kalktım ve yatak odasına girdim. Odamın bölmesinde duran büyük valizi aldım. Dolabın kapağını hızla ileri sürdüm ve bana ait ne varsa o valizin içine doldurdum. Yerleşmek için bir haftamı verdiğim bu evden toplanmam sadece 15 dakikamı almıştı. Bu odada bana ait hiçbir şey kalmamıştı. Tam valizin fermuarını kapatıyordum ki bu yıkımın imarı evin kapısından panikle girdi. Bu kadar gecikmesinin tek nedeni yanındaki kadını sakinleştirmeye ve onu bırakmaya çalışması olduğunu anlamak zor değildi. Gözlerimi kapadım ve sakin kalmaya çabalayarak odanın kapısında görünmesini bekledim. Zaten kapının eşiğinde görünmesi saniyeleri almamıştı. Bakışlarımı kahverengi gözlerine sabitlediğimde karşılaştığım korkuya kahkaha atmak istemiştim. Beni kaybetme korkusu muydu? Bu gerçekten komik olurdu. O kadın kollarındayken aklında bile olmadığım adam beni kaybetmekten korkar mıydı? Korksa bile bunun bir anlamı var mıydı? Yoktu. Bu saatten sonra hiçbir bahanenin, hiçbir duygunun, kelimenin anlamı yoktu. Bana tedirgin ve korku dolu çıkan sesi ile “Hazal’ım” diye seslendiğinde kaşarımı çattım. Bu kadar alçalabileceğini, bu kadar küçülebileceğini görebileceğimi düşünmüyordum. Hala ona ait bir kadınmışım gibi seslenmesi neredeyse midemi bulandırmaya yetmişti. Onun için, “Bu kadar küçülebildiğini, bu kadar sadakatsiz olabildiğini hatta bu kadar ahlaksız olabildiğini aklımın ucundan geçiremezdim. Onca yalan, önce plan başka bir kadının kollarına koşmak için miydi?” dedim ve başımı sağa sola sallayarak, “Yazık” diye söylendim. Kelimelerimi tüketmeye değmiyordu. Kelimler onun suratına tokat misali çarpılmak adına bile olsa dilimden dökülmek istemiyordu. Bu adam benim tek bir saniyeme bile değmiyordu. Onun için yatağın üzerinden kapattığım valizimi kaldırıp yere bıraktım ve kolunu çektiğim esnada Serkan “Hayatım bak açıklaması zor biliyorum. Hatalıyım, aylardır psikolojim bozuk ne yaptığımı bilmiyorum bile” dediğinde gözlerimde öfke dudağımda o öfkenin tepkisi olan bir sırıtma ile adım adım ona yaklaştım. Tüm öfkemin biriktiği elimi yanağına sert bir tokatla indirdiğimde içimde ona karşı ne kadar sevgi aşk bağlılık varsa o suratta patladı. Sıkılı dişlerimin arasında “Sana güvendim. Sana hayatımı, kalbimi, sadakatimi sundum. Benim bu gözlerim senden başkasına bakmadı. Sana yalnızlığımda devleştirdiğim hayatımı sundum. Senin bu yaptığının tek açıklaması söyleye bildiğin tek şey, Psikolojin bozuktu demek öyle mi?” diye sordum ve cevap vermesini beklemeden uzanıp valizi kolundan tutup kendime çektim ve gözlerine son kez bakıp, “Psikolojin umurumda değil Serkan Aslan. Artık istediği kadar bozulabilir, istediğin saatte bu kapıdan girebilir ve nerede olduğun konusunda yalanlar bulmak zorunda da değilsin. Senden hiçbir şey istemiyorum. Kendine bir avukat bulsan iyi edersin” dedim ve onu geçip kapıya yöneldiğimde arkamdan “Tek başına nasıl yaşayacaksın. Birbirimize ihtiyacımız var” diye seslendi. Kelimeler beynimde terör estirirken duraksadım ve sert bir şekilde ona dönerek daha yüksek çıkan sesim eşiğinde  "Benim hayatımı devam ettirmem için bir erkeğe ihtiyacım yok!" dedim ve daha da artan öfkemle gözlerine baktım. Sakinleşmek adına aldığım nefes işe yaramasa da birkaç saniye duraksayıp parmağımı ona doğrultum, "Yaşayabilmem için arkamda duran ama sadece kendini düşünen bir adama hiçbir zaman ihtiyacım olmadı. Hem senin gibi sadakatsiz bencil bir adama benim beden ihtiyacım olsun ki?” diye sordum ve tek cevap verememesine karşılık “Sen benim hayatımın neresindesin ki? Senin beni maddi anlamda bakmana ihtiyacım yok. Benim korunmak bir erkeğe ihtiyaç duyacak sorunlarım da yok. Kendini öyle büyük falanda görme sen olmadan da nefes alırım, yemek yerim, gezerim. Hatta daha da güzel yaşarım." dedikten sonra gözümden süzülen yaşa aldırmadan, “Nasıl güzel sevdim seni, ne yetmedi?” diye sordum ve bana atmak istediği adıma karşılık geriye bir adım attım. Ardından gözümdeki yaşı sildim ve “Bu evlilik, bu aşk, bu her ne ise bitti. Seni hayatımın hiçbir evresinde görmek istemiyorum.” Dedim ve hızla evden çıktım. Oturduğumuz ev taksi ulaşımına kolaylık sağlayan bir güzergâhtaydı ve öyle de olmuştu. Hızla bulduğum taksiye binmiş ve kendi evimin adresini verdim. Kendi evime yarım saatlik bir zamanda gelmiştim. Evlendiğim günden bu yana bu eve hiç gelmemiştim. Hala kapımda asılı duran pembe çiçekli kapı süsüme gülümsedim ve kapıyı açtım. İçeride 4 yılın verdiği basık bir koku vardı. Kapıyı ardımdan kapatırken salonumun camlarına yöneldim ve her iki camı da açtım. Işıklarım kapalıydı şimdilik açma ihtiyacımda yoktu. Salonumda tüm salonun ortalayan beyaz bir L koltuğum vardı. Tozlanmaması için serdiğim örtüyü kaldırırken havalanan tozlar öksürmeme neden oldu. Yarın ilk işim dip bucak temizlik yapmak olduğunu anlamış oldum. Bu gece odama gidemeyecek kadar yorgun hissediyordum. Koltuğa kıvrılıp gözümden süzülen yaşlara izin verdim. Bir kitabın son sayfalarında okumuştum   “Bir kadının gözyaşı öfke nöbetinde haykırırken akıyorsa korkma, sen asıl o öfkenin bitiminde gelen sessizce akan gözyaşından kork. Çünkü o gözyaşları kalbinden akan sevgindir. Damla damla akıtır sana olan sevgisini, damla damla kaybolursun yüreğinden, ruhundan ve hayatından. O saatten sonra verdiğin hiçbir söz o kalbi doldurmaya yetmeyecektir. Hiçbir dokunuş o teni yakamayacak, hiçbir bakış o kalbi titretmeyecektir.” Ne kadar doğru bir tanımlama olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Gözlerim gecenin yorgunluğuna daha fazla dayanamazken uykunun geceyi teslim almasına izin verdim. Karanlıklar her zaman ışığa teslim olurdu. Güneş her doğuşunda peşinden umudu da doğururdu. Gün doğduğunda bu karanlık gece geride kalacaktı. Yine kalkacak ve bu savaşı da kazanacaktım. 14 yıl önce beni enkazın altında bulan Demir’in de söylediği gibi “Ben güçlü bir kızım”

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

BELKİ BİR GÜN

read
23.0K
bc

HÜKÜM

read
158.6K
bc

Aşk Sarrafı

read
7.1K
bc

KALP HIRSIZI (Hırsız Serisi-2)

read
8.2K
bc

Seni Bana Getiren Yollar

read
7.3K
bc

Leyl Tutkusu

read
398.3K
bc

YIKIK MESKEN

read
1.7K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook