Sessizlik...
Kendimi adadığım korunaklı bir sığınaktı. Kaçmak istediğim zamanlar tek saklandığım yer iken şuan kurtulmak istediğim sadakatsiz bir bilinmezlikti.
Ortamı ele geçiren dondurucu alazlar tenime kıyılan bir nikah gibiydi. İzi vardı fakat gerçekliği tartışılır nitelikleydi.
Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmış durumdaydım. Ne demeliydim? Sessiz kalıp kaçmalı mı yoksa yaptığım şeyden utanç mı duymalıydım?
Utanç duyulacak bir şey yaptığımı düşünmüyordum. Onun beni attığı bilinmezlik çukurunda ayağıma bulaşan çamurlarla daha derine batmamın tek nedeni oydu. Beni bu çukurdan kurtarabilirdi, ya da kurtulmam için bir şans verebilirdi fakat bunu yapmamıştı. Bana kim olduğunu söylememişti. Belki kim olduğunu belli etmiş olabilirdi lâkin bazen belli etmek her şeyin çözümü olmuyordu. Her şeyden önce icraat lazımdı.
Boğazımda düğümlenen kelimelerin ilmekleri benim gözlerimden onun gözlerine uzandı, kavradı ve tutundu. Üşüyen avuç içlerimi birleştirdim.
Karşımda ki kişi,
Varisti.
Herkesin merak ettiği, kimsenin denk gelmediği ; kötü kalpli Varis.
Cidden kötü müydü? Eğer öyleyse ben henüz o kötülüğü görmemiştim ve görmekte istemiyordum. Bir insan ne kadar kötü olabilirdi ki? Hayat kötüyken insanın kötü olması canavarlaşan benliğimize iltifat olurdu.
"Ne?" Ağzımdan dökülen tek söz bu olmuştu. Başka diyeceğim bir şey yoktu. Olsaydı zaten söylerdim, ne diyebilirdim ki? İnanılır gibi değildi. Cidden karşımdaki kişi merak ettiğim Varisti. Şaşılacak bir durumdu bana göre ve şaşırmıştım da.
Bana cevap vermedi. Yüzüme baktı, mavi gözleri birer ateş gibiydi. Tenimi yaktı.
Yutkunarak bakışlarımı ondan kaçırdım, pek sık yaptığım bir eylem değildi göz kaçırmak fakat bu adamın karşısında yapmadığım eylemleri dahi yapacak kıvama geliyordum. Onu ilk gördüğüm anda korku hissini tüm iliklerime kadar hissetmiştim. Haklıydım da, o korkulacak bir adamdı.
"Cidden safsın." Dedi lâl, kibirli bakışlarını üzerime sabitlerken. Bu konunun saflıkla ne alakası vardı?
"Salak olmaktan iyidir." Diye mırıldandım. Mırıldanışımı duymuş olmalı ki keskinleşen bakışları tüm yırtıcılığıyla üzerime sabitlenmişti. Arkama yaslandım, yüzüne bakmaya devam ettim. Krem rengi duvarların arasında birer karartı gibiydik. Soluk ve bitik.
"Bana mı dedin sen onu?" Sesinden buram buram akan öfke içime işliyordu. Omuz silktim, kollarımı göğsümde birleştirdim.
"Yarası olan gocunur. Üzerine alınıyorsan bunda benim herhangi bir payım yok." Söylediğim sözlerle daha da sinirlenceğinin farkındaydım. Onunla pek muhattap olmak istemiyordum ancak altta kalacak bir insanda değildim. Ona cevap vermemek takmadığımı gösteriyor olabilirdi ama son yaşanan 'diyologun'dan kaçmak için büyük bir fırsattı.
"Sen kendini ne sanıyorsunda benimle böyle konuşuyorsun?" Boş bir bakış attım, cidden polemiğe girilecek bir insan değildi. Başa çıkılabilirdi, lakin biraz uğraş istiyordu. Zor bir kızdı.
"Sen kendini bir şey sanarak mı benimle böyle konuşuyorsun?" Soruya soruyla yanıt vermek...en çok yaptığım şeylerden biriydi.
"Evet." Kendini bir şey sandığı su götürmez bir gerçekti. Dış görünüşünden, konuşmasına kadar bunu belli etmekten çekinmiyordu.
"Tamam." Dedim sadece. Biraz çocuksu bir tartışma oluşmuştu aramızda ve bu uzayabilirdi. Uzatmak istemiyordum, kalp sancım vardı ve ilacımı içmem gerekiyordu.
"Leva, biz bence eve gidip üzerimizi değiştirelim." Dedi kurtarıcılığım görevini üstlenen Mila. Ona minnetle baktım, çoğu zaman bana yanımda olduğunu hissettirmesi yalnız olduğumu avaz avaz bağıran yanımı susturuyor, mahzenine tıkıyordu.
"Olur." Diyerek ayaklandım. Bu sırada Feza konuştu;
"İsterseniz sizi bırakayım?" Bunu dedikten saliseler sonra Varis ile göz göze geldi. Mavi göz demek daha cazipti.
"Valla hayır diyemeyeceğim." Diyen Mila'yı göz ucuyla süzdüm. Götünü kaldırmaya üşendiğini bu kadar belli etme.
"Tamam o zaman, gidelim. Benimde dışarıda işlerim vardı." Bunu derken ayaklanmış, montunu üzerine geçirmişti. Hava soğuktu, her zamanki gibi. Sanki zemheri dünyanın ayrı bir kesimi gibiydi. İzmirden uzak bir bölgede gibi hissediyordum.
İzmir merkez de yağış görülmezken bizim küçük ilçemizde güneş pek görülmezdi.
Garipti doğrusu.
Feza önde ben arkada ilerlemeye başladık, sırtımda bir çift delici bakışları hissediyordum. Bu tenimi aşındırmıştı. Şeftali tonlarının hakim olduğu masaların yanında ilerlerken içerideki birkaç müşteri dönüp bizi süzüyor, kim olduğumuzu kavramaya çalışıyordu.
Kavramaları ne işlerine yarayacaktı bilmiyorum ama onlara kısa bir bakış atmayı ihmal etmiyordum. Nedenini bilmesemde bana bakan bir insanın gözlerine bakmaktan asla çekinmez, aynı şekilde bakardım.
Dışarı çıkmadan önce soğuk havaya kurban gitmemek adına deri montuma daha çok sarıldım. Hoş, bir zaman sonra bedenim soğuğa itaat ediyor, kendini anın büyüsüne bırakıyordu. Soğuğu her ne kadar sevsemde olası bir hastalanmaya karşı önlemimi erkenden almalıydım. Hastalanınca gerçekten çok kötü bir hastalık geçiriyordum ve çok çabuk duygu patlaması yaşabiliyordum. Tıpkı regl döneminde yaşadıklarım gibi. Kısacası çekilmez bir kız oluyordum, kişiliğimin tam tersine bürünüyor insanı çileden çıkarabiliyordum.
Ve bu durum kesinlikle can sıkıcı.
Feza'nın arabasının bulunduğu park alanına ilerleyip Mila önde ben arkada arabaya yerleştik.
"Kız çiroz, arkada tek kaldın." Dedi Mila ibne olduğunu düşündüğüm gülümsemelerinden birini kafasını arkaya çevirip bana atarken.
Dudağımı kıvırdım bu cevabına.
"Zirve her daim tek kişiliktir." Dudağını büzdü, düşünür bür hâl aldı.
"Bu cevabı sevdim, kullanırım bir ara." Diyerek önüne döndü ve beni ona tuhaf tuhaf bakar vaziyette bıraktı. O biraz... tuhaf bir kızdı. Yıllardır beraber olsakta çözebildiğim pek söylenemezdi.
Onunla lisenin ilk yılında tanışmıştık. Aynı yurtta kalıyorduk. Az önce söylediğim laf o zamanlardan gelmeydi. Hiç unutmuyorum 'zirve tek kişiliktir' mottosuyla ranzanın en üst katında kalmayı seçmiştim. Bir gün yorgana sarıldım sanıp ranzanın tahtasına sarılmış, az daha düşüyordum ya orası ayrı.
O dönemlerim gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Güzel günlerdi.
Üniversiteyi geçen yıl bitirmiştim. Öyle çalışkan bir kız değildim malesef. Gönül isterdi ki hukuk okumak ama kazanabildiğim işletme fakültesiydi. İnsanda şans olacaktı.
23 yaşına girmek üzereydim ve dedemin deyimine göre evde kalmıştım. Bence yaşım idealdi. Neden evlenerek zaten ruhu çökük bir kızın bedenini de çürütecektim? Bu öleceğini bile bile yaşamak gibi bir şeydi.
Araba yola koyulmuştu, bebe rexha'nın im a mess şarkısı arabanın içini doldurmuş kulaklarımda yankı yapıyordu.
Evimizin önüne geldiğimizde Feza'ya teşekkür edip eve geçmiş, kendimizi koltuklara atmıştık. Geçen günden kalan abur cubur poşetleri ve tabakları görmem ile yüzümü buruşturmam aynı saniyeler içerisinde olmuştu.
Kahretsin ıslak çamaşırlarım makinanın içinde kalmıştı ve oda yetmiyormuş gibi emindim ki yatağımın üzerinde düzensizce saçılmış kıyafetler vardı.
Hayır, bunu ben yapmadım. Normal şartlar altında ben asla ve asla dolabımı ve odamı düzensiz bırakmazdım. Ancak normal şartlar altında değildik ve Mila normal bir insan değildi. Kıyafetlerim hoşuna gidiyordu, sorma gereği duymadan da beğendiğini alıp giyiyordu. Dediğim gibi anormal bir kızdı.
Üzerimdeki deri ceketi çıkarıp koltuğun başına koyduktan hemen sonra ayağa kalkıp kazağımın kollarını sıvadım ve etrafı toplamaya başladım. Bu sırada Mila telefonu ile hararetli bir münkaşaya girmiş gibiydi. Masanın üzerinde kalan son şeyleri alıp çöpe atarak etrafı daha düzenli bir hâle sokmuştum.
"Git ve odamı düzelt." Dedim bozduğu düzeni ima ederek. Kafasını telefondan kaldırdı, yüzüne tatlı olduğunu düşündüğü bir gülümseme ekledi. Bu gülümsemeyi biliyorum, bir şey isteyecek veya söyleyecekti.
"Yaa, bugünlük sen toplasan? Hem... Yasin gelecek. Ona yolu tarif ediyorum." Elimi saçlarıma daldırıp sinirli bir şekilde tepeden ona baktım.
"Sana kaç defa o piçi evime getirme dedim Minel? Anlama kıtlığın mı var? O çocuktan hoşlanmıyorum, itici varlığın teki." Bağırmamı takmadan dudaklarını büzdü.
"Son kez?" Derin bir nefes aldım. Minel meselesine gelirsek, Mila'nın asıl adı Minel. Soyadı ise Laren, ismini sevmediği için soyadı ile birleştirdi ve kendine öyle hitap edilmesini istedi. Tabi ben sinirlenince genelde ona ismiyle hitap ediyordum, bunun farkındaydı.
Bana bakan gözlerinde gördüğüm ısrar, direncimi kırmak için başlı başına büyük bir sebepti. O adamdan nefret ediyorum, Mila'nın ısrarlarından ise daha çok nefret ediyordum!
Nedenini bilmediğim bir şekilde o adam bana ürkütücü ve samimiyetsiz geliyordu. Onu her gördüğümde gözlerinde parlayan şeytani kırıntılar diken üzerinde hissetmeme neden olmamla birlikte beni tedirgin ediyordu.
"Hay-" olmsuz bir yanıt vermeme ramak kala, çalan kapı ile gözlerimi kapatıp sessiz bir küfür savurdum. Lanet olsun, gelmişti bile.
Mila heyecanla yerinden kalkıp kapıya koşturdu. O adama aşık değildi lâkin ona karşı bir çekim hissettiğini iddia ediyordu. Ve...en iyi sevişmelerini o adam ile yaptığını söylemişti. Bu iğrenç bir şeydi.
Yüzümü buruşturdum.
"Hoşgeldin." Mila'nın şen şakrak sesine zıt onun sert sesi mide bulandırıcıydı.
"Hoşbuldum." İçeri girdi, ayak seslerini duyabiliyordum. Girer girmez rotasını bilirmişcesine beni bulan gözleriyle beraber dudağının sol köşesi kıvrıldı. Kahverengi saçları, ela gözleri ve keskin yüz hatlarıyla yakışıklı bir adamdı. Cüssesi iriydi, spor yaptığı bariz bir şekilde belli oluyordu.
"Merhaba Leva." Ona sert bir bakış attım. Benimle konuşmadan ne bok yiyorsa yiyip gitse olmuyor muydu?
"Merhaba." Elini kahve tutamlarına daldırıp kısaca beni baştan aşağı süzdü ve dudağını yaladıktan sonra tekli koltuklardan birine kendini attı.
Çekinme ya, kendi evin gibi rahat ol.
"Nasılsın?" Sırf nezaketten dolayı selamlaşmış olsam da onu sevmediğimi ve boş muhabbetlerden hoşlanmadığımı gayet iyi biliyordu.
Ona sadece göz devirip Mila'ya hitaben,
"Ben odamdayım, bir şey olursa seslenirsin." Diyerek sehpada duran telefonuma uzandım ve onu avuçlarımın arasına alarak salonu terkettim. Odama girer girmez telefonu yatağın üzerine atıp laptomu elime alıp bende yatağa yerleştim. Game of thornes'a kaldığım yerden devam etsem iyi olacaktı.
Şimdi aşağıya inip birkaç abur cubur almak vardı ama aptal Yasin yüzünden aşağı inmek istemiyordum. Laptop açıldıktan sonra arama geçmişinden kaldığım yere tıkladım ve sitenin açılmasını bekledim. Site açıldı. Her şey hoş, güzel. Lanet olasıca telefonum çalmaya başlayınca adeta burnumdan soluyarak telefonuma baktım. Neden ben bir şey yapmak istediğim zaman hiç çalmayan lanet telefonum çalıyordu?
Somurtarak telefonumu elime alarak arayanın kim olduğuna baktım.
Dedem?
Kaşlarım ani bir manevrayla havalanırken şaşırmadan edemedim. Gerçi beni arayıp soran tek insan dedemken şaşırmam olağan dışıydı.
Telefonu açıp kulağıma yerleştirmiş, ardından ılımlı bir sesle konuşmuştum.
"Efendim?"
"Nasılsın süslü?" Dedemin dinç sesi beni ister istemez gülümsetmişti. Sanırım ailede sevdiğim tek insan dedemdi. Bazen beni sinir edecek hareketlerde bulunsada normal bir şeydi.
Ve evet, bana süslü diye hitap ederdi genelde. Nedeni ise açık ve netti; süslenmeyi seviyordum.
Garip gelebilir ama ışıltılı şeyler hep hoşuma gitmiştir. Mesela yıldızları aşırı derecede çok severdim. Kimi zaman bahçeye çıkar pufları birleştirerek üzerine uzanarak gökyüzünü izlerdim. Bileklik, kolye, hatta ve hatta ışıklı ayakkabıları bile severdim.
Yeter ki ışık olsun, gerisi önemli değildi.
Şu aralar pek dikkat etmesende giyim tarzıma da önem verirdim, kimsenin yanında paspal bir halde bulunmak istemezdim. Kendime güvenim her zaman tamdı, eşofmanla dışarı çıksam dahi -ki çoğu zaman çıkarım- kendime yakıştığını düşünürdüm. Bana göre insanların düşüncelerinden çok kendi düşüncelerim önemliydi. Birilerinin beni 'güzelsin' diye pohpohlaması yerine bunu kendi kendime yapmak tercihimdi.
"İyiyim dede sen?"
"Bende. Senden bir şey rica edecektim." Gel gelelim kuru fasulyenin faydalarına...
Arama sebebi belli olmuştu.
Yüzüm anlık düşerken,
"Ne isteyeceksin?" Demeyi es geçmemiştim. Kim bilir aklında yine nelere dolaşıyordu.
"Anlaşma yaptığım şirketin sahibi ile bir yemeğe çıkacağım. Aynı zamanda bu şirketin sahibi uzun zamandır arkadaşım. Düşündüm ki benim torunum beni yalnız bırakmaz." İçli bir nefesi dışarı bırakarak onu terslemeye hazırlandım.
"Yanlış düşünmüşsün dedeciğim, gelmeyeceğim." Telefonda birkaç homurtu sesi işittim ve birkaç kişiye verilen direktifleri, şirkette olmalıydı.
"Hadi ama, gelmelisin. Hem şu mücevher koleksiyonuna yeni bir mücevher eklemeye ne dersin? Anlaşma yaptığım şirket, mücevher üretimi yapan bir şirket ve senin için nadir bir parça ayırtabilirim." Beni nereden vuracağını gayet iyi biliyordu. Işıltı setime bir yenisini eklemek güzel olabilirdi. Takmaktan çok varlığını hissetmeyi seviyordum, belki garipti ama öyleydi.
"Ne zaman bu yemek?" Kıkırtısını duymam ile yüzümde oluşan gülümsemeye mani olmadım. Altı üstü bir yemekti, 1-2 saat dayanabilirdim. Yani sanırım.
"Cumartesi akşamı. Sen 7 de hazır ol. Ben seni aldırtacağım." Ona 'tamam' dedikten sonra telefonu kapattım. Cumartesi günü de işte olmam gerekiyordu fakat bir gün bensiz idare edebilirlerdi.
Telefonu şarja takıp tekrar yatağıma çöreklendim ve yarısında bıraktığım dizime odaklanarak heyecanımı körükleyecek anları beklemeye başladım.
●•●
Soğuk bir insan değildim.
Aşırı sıcakta değildim.
Yerine göre sıcak, yerine göre soğuktum. Yeni tanıştığım kişiler genel olarak beni soğuk bulsada zamanla samimiyetime inanırlardı. Samimiyetine inandığım kişilere samimiyetimi göstermekten çekinmezdim.
Mesela, bazı zamanlar çok boş konuşurdum. Genelde heyecanlıyken ya da sinirliyken. Bazende aşırı sessizimdir, varlığımdan dahi şüphe edilebilir.
Şuan ise sessizdim. Bunun başlıca nedeni 'Varis'ti. Bir anda hayatıma girmiş, zihnimin her bir köşesini işgal ederek kendi toprakları altına almıştı.
Acaba adı neydi?
Adının da güzel olduğuna eminim.
Aynada kendime çeki düzen verip odadan çıkmıştım, iş vakti gelmiş çatmıştı.
Acaba onu görebilecek miyim?
Kendi kendime soruğum soru dudağımı ısırmama neden olmuştu. Neden onu görmek istiyordum ki? Kahretsin ondan bu kadar etkilenmemeliydim.
Onlarca erkek görmüştüm ama hiçbirisinden ondan etkilendiğim kadar etkilenmemiştim. Acaba büyücü falan mıydı? Zira, bu durumun başka açıklaması olamazdı.
"Mila! Ben hazırım." Bu cümlemin ardından kopan patırtı ile Mila'nın aceleyle odasından çıktığını anlamıştım. Biraz telaşlı bir kızdı.
Topuklu botlarıyla koşturarak yanıma geldiğinde ona baygın bir bakış attım. Bütün gece ayakta dikilecekti, o topuklular ile nasıl rahat edecekti çok merak ediyordum. Ama söz konusu Mila ise her şey olabilirdi. Topuklu ayakkabıları seviyordu.
"Bende hazırım!" Dedi ve yeşile boyadığı saçlarını sırtına doğru salarak önden önden yürümeye başladı. Bir süre garip bir şekilde arkasından baksamda alışmışlığın verdiği etki ile Mila'nın peşinden dışarı çıkmıştım.
Yürüme mesafesi ile Kül fazla uzak olmasa bile kendimizi yormak istemediğimizden taksi çevirip adresi vererek beklemeye koyulduk. Bu süreçte Mila ile tatlı atışmalarımıza ve sessiz kıkırtılarımıza mani olamamıştık.
Araba Kül'ün önünde durduğunda gösterişli mekana bakarak iç çektim. Tanrım... ne kadar da güzel bir yerdi.
Daha fazla oyalanmadan ücreti ödemiş, taksiden inmiştik. İçeri girdiğimiz andan itibaren, etrafıma bakarak ilerliyordum. Nedeni ise açık ve netti.
Onu görmek istiyordum.
Görmek isteme nedenim birkaç soru sormak isteyişimden kaynaklıydı. Tabi o ne kadar cevaplardı orası meçhuldü.
Mila ile arkaya geçip üzerimizdeki ceketleri çıkartarak etrafa çeki düzen vermeye başladık. Feza henüz ortalarda yoktu.
Acaba neredeydi?
Belki onu görürüm umuduyla gözümü mekanın içerisinde gezdirirken gözüme o çarptı.
İrkildim.
Tüylerim diken diken oldu.
Bar tezgahının önünde oturmuş elinde tuttuğu bardağa derin derin bakıyordu. Ayaklarım benden bağımsız bir şekilde ona doğru ilerledi, ne yaptığımı bende bilmiyordum.
Geldiğimi hissetti ama bana bakmadı. Yanına gittim, diğer sandalyeye oturdum ve ona döndüm. Bir süre o bardağı ben onu izledim.
Ardından bana doğru döndü, kaşları çatık ifadesi bomboştu.
"Ne var?" Soğuk sesi ve sert cümlesi birleşince insanda soğuk su etkisi yaratıyordu, şuan anlamıştım.
"Bir şey sormak istiyorum." Dedim korkusuzca. Bu cesaret nereden geliyor bende bilmiyorum ama çoğu zaman yürek yediğimi söylerlerdi.
"Ne?" Sanki biraz odundu?
"Adın ne?" Bu denli ani bir şekilde sormayı bende beklemiyordum ama başka türlü nasıl sorabilirdim ki? Boş boş suratıma baktı.
"Sana ne?" Kesinlikle bunu beklemiyordum. Ama utanmadım, pes de etmedim. Neden utanıp pes edecektim ki? Kaba olduğu için o utanmalıydı.
"Ne demek sana ne? Patronum olan kişinin adını öğrenmek istiyorum. Suç mu?" Bu sefer kaşları çatılan taraf ben olmuştum. Bakışları çatılan kaşlarımda dolaştı.
"İsteme." Dedi esrarengiz bir tonun ev sahipliği yaptığı sesiyle."Benimle ilgili hiçbir şey isteme Efruze." Neden böyle dediğine anlam verememiş olsam da, ciddi anlamda ismini öğrenmek istiyordum. Bir nedeni yoktu, sadece merak.
Efruze derken neyi kast etmişti hiçbir fikrim yoktu, üstünde durmadım.
"Adını söyle, başka bir şey istemeyeceğim." Bu inatçı ve şımarık kız tavırlarım hoşuna gitmemiş olmalıydı ki kısa bir an yüzünü buruşturdu.
Yüzüme uzun uzun baktı, ne kadar süre geçti bilmiyorum ama gözümü ondan ayırmamıştım. Hâla cevap bekliyordum.
"Asaf." Dedi beklemediğim bir anda. Tıpkı benim ismimi ilk söylediğim gün gibi duraksamıştı. "Asaf Bulut VEZİRAY."
Aseletin sindiği isminde, bir cellatın nefsi uyanıyordu.