ALESSİA...
Gözlerimi açamıyordum ama canım yanıyordu. Sırtım kollarım ve de başım öyle bir ağrıyla acının esiri olmuştu ki dudaklarımı aralayıp küfredecek kadar bile enerjimin olmadığını düşünüyordum. Neredeydim ya da bana ne olmuştu bilmiyordum sadece aşırı hızlı giden bir trenden atılmış gibi hissediyordum.
Kirpiklerimi zorlayıp açmama neden olan şey yanağıma değen küçük ıslaklıklardı. Bununla birlikte uzandığım zeminin de buz gibi ve de ıslak olduğunu bedenim yeni fark ediyor küçük iğneler giysilerimin üzerinden tenime batıyordu. Sonunda irislerim aydınlığı kabul ettiğinde hemen burnumun dibinde bana bakan yeşil parlak gözlerin varlığı ile küçük çaplı bir çığlık attım. Nerede ve ne halde olduğumu umursamadan kollarımın üzerinde geri geri sürünürken başını yana eğmiş gözlerini gözlerimden ayırmayan tek boynuzlu at bana ilgiyle bakıyordu.
Yutkundum ve etrafıma kısa bir bakış attım. Göz alabildiğine bir düzlüğün ortasındaydım ve beni içine çekecekmiş gibi duran karın tam ortasındaydım. Ben bedeninde ateşi barındıran biriydim ama şu an deli gibi üşüyordum. Tanrım, bana buranın soğuk olduğunu söylemek akıllarına gelmemişmiydi? En azından basit bir pantolon ve kazak kombini yapacağıma kayak giysilerimi giyerdim.
“Sakinleş küçük cadı. Güvendesin.”
Zihnimde işittiğim ses o kadar ılık ve rahatlatıcıydı ki gözlerimi büyütüp kimin konuştuğuna bakarken bile değişik biçimde rahatladığımı hissediyordum.
Dudaklarımı aralayıp “Sende kimsin?” dediğimde resmen dejavunun alasını tekrar tekrar ve yine tekrar yaşıyordum. Göz devirmek istesem de yapamadım çünkü bana gözlerini diken yeşil parlak gözlü at pegasus ya da unicorn karışımı varlık bir adım yaklaştı ve tek bacağının üzerine öne eğilerek revarans yaptı. Aynı anda zihnimde “Leydim, ben Torbisea. Emrinizdeyim.” diye ses yankılandığında sesli biçimde “Siktir, sen konuşuyorsun” dedim.
Başını kaldıran atın açık ve net biçimde güldüğüne yemin edebilirdim. Şaşkınlık, şok, dumur olma ya da kaba bir tabirle başka milletlerden insanların dediği gibi mala bağlama. Hepsini birkaç gündür itina ile yaşıyordum.
“Çok tatlısınız leydim ama bir an önce koruyucuların tepesine ulaşmamız lazım. Yakınlarda kötü enerjiler hissediyorum.”
“Hissetmezsen sıkıntıydı zaten çünkü öyle büyük gariplikleri üzerime çekiyorum ki tanrı bilir yine ne gelip beni bulacak.”
Torbisea, önüme kadar gelip kalkmamla başını eğdi ve boynuzunun ucunu alnımın ortasına değdirdi. Bu, bu çok garipti. Gözlerim bununla kapanırken ona benzer birçok atın etrafta dolandığını küçük hallerini ve yanlarına gelen insanlarına nasıl da uyum içinde olduklarını gördüm. Tarif edemeyeceğim kadar değişik bir his iliklerimi titretirken “Artık sizinleyim leydim. Tüm gücüm ve sadakatim ile hizmetinizdeyim.” diyen hayvanın yeşil gözleri daha da parlak hale geldi. Göz kapaklarım açıldığında onun değişimine şahit oldum.
Önce alnımdan çektiği boynuzu sonra da kanatları ile bedeni kırmızı mavi karışımı tonlarla renklendi. Sanki benim içimdeki ateş onun tüylerine sıçradı ve renk almalarına neden oldu.
“Neden?” diyebildim. “Bunu neden yapıyorsun?”
Kafamın içinde konuşan şeyin bir at olması dışında bence aşırı sorun içeren kısımlar yoktu. Ya da geçmişe gelmem bilmem kaçıncı yüzyılda olmam, hiçbir teknolojik aletin var olmaması en çok da bunun mümkün oluşu. Deliriyordum. Belki de şizofren oldum ve tüm bu yaşananlar kafamın içinde.
“Biz, Torb’lar büyük dünyasında cadılarla uyum içinde yaşarız. Tıpkı baykuşlar gibi onlara hizmet eder gücümüzle daha da yenilmez olmalarını sağlarız. Tek farkımız baykuşların ömrü cadıların ömrüne mühürlüdür. Cadı ölmezse baykuşuna bir şey olmaz ama bir ölebiliriz. Ruhumuz cadımızın kadim ruhuna dağılır sonsuza kadar orada bizi yaşatır. Uzun zamandır sizi bekliyordum leydim. Rüyalarımda geleceğinizin haberini almıştım.”
Kollarımı bedenime sarıp titrerken yutkunduğumda boğazıma yükselen safrayı hissettim. Oysa midem bile bulanmamıştı. Daha fazla kendimi tutamayıp dizlerimin üzerine çökerek öğürürken dudaklarımdan sızan yeşil sıvı normal değildi.
Torbisea, “Hemen gitmeliyiz leydim. Onlar yaklaşıyor ve kötü enerjileri sizi içten içe zehirlemeye başladı.” dediğinde dudaklarımı zorlukla siliyordum. Tüm gücüm bedenimden sıyrılıp gitmiş gibiydi. Ayağa zorlukla kalktığımda yan dönüp sırtını işaret etti.
Ben Alessia Dalca. Yaşadığım yirmi beş yıl süresince hep bir şeylerin korkusu ile yaşamış ama neyden nasıl korktuğunu bilememiş kız. Şu an geçmişe gelmiş birkaç özelliği birden üzerinde barındıran bir atla konuşup yaklaşmakta olan tehlikenin zehri ile baş ediyorum. Gerçeklik algımın silinmesine çok az kaldığını hissetsem de kanatlarının kenarından tutunup binmeye uğraşırken eğilen ata “Teşekkür ederim” dedim. Bir ata. Hem de kanatlı tek boynuzlu seçimi ben olan bir ata.
Durduğumuz yönün aksi tarafına rotamız çevrildiğinde koşmaya başladı. Düşmemek adına yelelerinden tutarken dengeyi sağlamaya uğraşıyor aynı zaman da canını acıttığımı düşünüyordum.
“Ben, senin canını yakmıyorum değil mi?”
Kısa bir kişneme sesi geldi. Az önce üzerinde olduğum sevimli ama aynı zamanda fantastik roman kahramanı gibi duran at bana güldü.
“Leydim, parmaklarınız benim canımı yakamayacak kadar nazik. Yerinizde olsam biraz daha sıkı tutunmayı denerim çünkü dağa tırmanırken düşmek istemezsiniz.”
Nazik. Ben. Tanrım, bir atın böylesine kibar ve düşünceli olması biz kadınlar için resmen kocaman kayıp. Yine de dediğini yapıp yelelerini daha sıkı tuttum. Karın üzerinde koşarken neden uçmadığını düşündüm ama bu bizim fark edilmemizi sağlardı. Üstelik onca zaman atlaması yapıp geçmişe gelen ben bir de uçarsam büyük ihtimalle bayılır ve üzerinden düşerdim.
Düzlük hiç bitmeyecekmiş gibi gelirken tenimin artık üşümediğini fark ettim. Yüzüme çarpan hava sert olsa da bedenim sıcacıktı. Etrafa bakınmayı bırakıp bakışlarımı ata çevirdiğimde bedeninde renk değişen tüylerin mavi alevlere teslim olduğunu gördüm. İrislerim kocaman olurken “Thorbisea, yanıyorsun.” diye kısıkça mırıldandığımda “Isınmanız için leydim. Teninize zarar vermeyecek merak etmeyin.” cevabı zihin odalarımda yankılandı.
Sessizleştim. Bir an önce her ne kadar gıcık olsam da Darius ve diğerlerinin yanına varmam gerekiyordu çünkü dakikalar önce boğazıma yükselen o yeşilimsi safra yeniden kendini belli ediyordu.
Bunu hissetmiş gibi “Leydim, biraz sabredin lütfen. Peşimizdeler duramayız.” dediğinde derin nefesler almaya çalıştım. Eğilip başımı Thorbisea’nın ensesine dayadım ve gözlerimi kapadım.
“Alessia.”
Göz kapaklarımı açamıyordum. O ses yine zihnimde dönüp duruyordu. Sanki kanım damarımdan çekiliyordu da engel olamıyordum. Nefesim hızlanırken avucumdaki yeleyi biraz daha sıktım.
“Dur Alessia. Bana gel. Kaçma.”
Nefeslerim daha da hızlandı. O ses bana her kaçma dediğinde zihnim durup düşünmek kalbim ve bedenim ise ardına bakmadan hep koşmak uzaklaştıkça uzaklaşmak istiyordu.
“Kimsin?”
“Kim olduğumu biliyorsun Alessia. Beni tanıyorsun, zihnin benim evim.”
“Rahat bırak beni.”
“Bu imkansız küçük cadım. Biz seninle biriz.”
Başka bir ses araya sızdı. Sanki buz gibi suyun içinden ılık güneşe çıkmış gibi hissettim.
“Alessia.”
Darius, bu oydu. Kalbim göğüs kafesimi döverken zihnim üzerinde olduğu attan inmek ve diğer sese gitmek istiyordu.
Muhtaçmışcasına “Darius” diye inledim.
“Geliyorum. Sakin ol. Sakın diğer sesin seni etkisi altına almasına izin verme.”
Thorbisea, daha da hızlandı. Diğer sesi duymamaya başladığımda daha rahattım. Kalbim her adımda biraz daha ısınıyor ruhum kapalı kalmış kutudan çıkar gibi rahatlığı tadıyordu.
Gözlerimi araladığımda dağa tırmanıyorduk. Altımdaki at sanki bir dağ keçisiymiş gibi çok kolay çıkıyordu. Biraz olsun sırtımı dikleştirdiğimde heyecandan çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. Bir an sadece tek bir an gülümsedim ama büyükçe bir kayanın üzerine çıktığımız an olanlar oldu.
Görünmez bir cama çarptığımızı hissettiğimde Thorbisea acı içinde kişnedi ve geri devrildi. Yelelerinden ne kadar sıkı tutarsam tutayım avuçlarımdan kaymasına engel olamadım ve düşmeye başladım. Herhangi bir taşa ya da kayaya çarpmıyordum çünkü çıktığımız dağ düz duvardan farksız gibiydi. Bu nedenle boşlukta bedenim savurulurken aynı anda adımı zihnimde haykıran birçok ses vardı.
Darius, İbis, Alex, Gleb ve Arman. Sonrasında incecik bir kıvılcım gibi kendini gösteren Thorbisea ve adını bilmediğim ama bana zihin duvarlarımdan daha yakın isimsiz ses. Yere çarpıp canımın aşırı derecede yanmasını bekledim ama olmadı. Oldukça gür bir ağacın dallarına çarpmaya başladığımda çığlığım kulaklarımı sağır edecek kadardı.
DARİUS...
Kısa sürede kendimize geldiğimizde olduğumuz yerde onu aradık. Ruhumun kaburgalarımın içinde acı çektiğini hissettiğimde İbis ile göz göze geldik. Kanatlarını açıp üzerimizde bir tur uçan İbis “Yaşıyor, hissedebiliyorum ama çok uzakta. Tehlikede" dediğinde yanımıza gelen diğer koruyucuların ellerindeki atlardan bana ait olanın yularını tuttum ve dağdan aşağıya inmek için sona ulaşmak için yürümeye başladı. Arman, Alex ve Gleb beni takip ederken diğerleri esas sığınağımızı Alessia için hazırlıyordu. Peşindelerdi. Geçitten geçtiğimiz an onlar da arkamızdaydı. Şimdi ise bilmediği bir yüzyılda, tek başına ve tehlikedeydi.
Üzerimdeki giysiler gibi siyah olan atım bana bakarken hemen bindim ve sürmeye başladım. Omuzumda oklarım ve yayım dururken belime taktığım bıçağım her şey için hazırdı.
İbis hemen üzerimizde uçuyor sürekli zihin yoluyla Alessia’ya sesleniyordu. Gün akşama yaklaşırken kafamın içinde onu sesini duymaya başladım. Kaşlarım çatılırken onunla konuşmaya çalıştım. Beni duyup adımı söylediğinde anlık nefesimin kesildiğine yemin edebilirdim. Diğer ses konusunda uyarıp geldiğimizi haber verdiğimde rahatladığını anladım ama bir anda kemiklerimizi titreten bir çarpışma sonrası Alessia’nın çığlığı olduğumuz dağı ve aşağısındaki düzlüğü sarsarken atı daha hızlı sürdüm. Ona bir şey olmuştu. Kötü bir şey ve ben yanında değildim.
“Kurtar onu Darius.”
Kahinin sesiyle gözlerimi kapayıp açtım. Biliyordum. O benim bizim geleceğimizdi.