Kaşları çatıldı. Arabası arazi aracı olduğu için yoldan o tepeciğe doğru sürmeye çalıştı. Çıktı da. Eve yaklaştıkça alevler daha belirgin daha büyüktü. İşi tuhaf yanı işten dışa değil dıştan içe doğru yanıyordu. Bir yandan köpeğin havlaması diğer yandan koyunların sesi derken araçtan inip evin etrafını turladı. Eski yıkık dökük bir kulübeydi burası. İçinde olsa olsa bir çoban olur o da çıkmıştır diye düşündüğü anda ince acı ve göğü yırtan bir çığlık duyuldu.
"Yardım edin. Yanıyoruz Allah aşkına yardım edin. Anne, anne!"
***********
Fırat karısı ile odasına çıktığında sinirden köpürüyordu. Ama en çok da annesinden utanıyordu. Yezda onun sinirini biliyor duyduklarını bir köşeye bırakıp kocasının koluna dokunarak titrekçe konuşmaya başladı.
"Sakin ol ağam ne olur."
"Nasıl sakin olayım he nasıl sakin olayım. Sana ettiği o laflar, o iğrenç sözler ciğerimi yaktı benim. Seni, acını düşünsem ölürüm."
"Deme öyle. Benim senden başka kimim var."
"Ah sol yanım ah."
Sarıldı karısına. Göğsüne sokup orada yaşatmak ister gibi. Duyduğu her kötü sözü unutturmak ister gibi. Yüreğinin yarasına merhem olmak ister gibi.
"Gideceğiz buradan. Artık bırakmam seni anam demeye utandığım insanın yanında. Evlatlarıma gözü değsin istemem. Zehirli dili size zarar versin istemem."
"Fırat, olur mu ki? Haşim ağam yalnız kalmaz mı? Ben en çok onu düşünürüm."
"Merak etme. Babam yalnız kalmaz. Berzan evlenince kalırlar burada ama aklı varsa getirmez Yüsra'yı bu konağa."
"Yapma Fırat'ım. Yapma kirpiğinin ucundaki karaya vurulduğum. Ana mı bilirsin. Hey heyli kadındır. Bu defa sınırı aştı ama babam için kalsak mı?"
"Hayır, kesin kararım duydun mu beni. Hemen bize yetecek bir konak bakacağım. Gideceğiz."
Bir kez daha sıkıca sardı kollarını. Gözlerini kapattı utancından.
Karısının perişan halini görünce onu duş alsın rahat etsin diye banyoya yollayan adam yan odadaki kızlarının yanına gitti. Evlatları mışıl mışıl uyuyordu. Onlara uzanan kem dilden zehirli oklardan uzak.
Üçüzleri. Ömrünün çiçekleri.
Meva Deva ve Şifa.
İki yıl önce kaybettiği büyük halası koymuştu bu isimleri. Dualar etmişti isimleri gibi olsunlar diye. Öptü tek tek saçlarını evlatlarının. Kokularını soludu.
Geri odasına geçerken babası Haşim ağa seslendi üste çıkan merdivenlerden.
"Oğul bir bak hele."
"Buyur baba."
"Gel az konuşalım."
"Baba, ağamsın atamsın ama kal diyeceksen yorma güzel sesini de nefesini de. Artık olmaz. Hadi bağırsa çağırsa yenir yutulurdu da. Namusuna evlatlarıma uzanmayacaktı dili. Gayrı bana da karıma da evlatlarıma da bu evde ne hava ne gram lokma yaramaz. Haram olur."
"Deme oğul. Gönderdim bağ evine. Akıllanmadan gelemeyecek."
"Baba yıllardır aynı anam. Sence akıllanır mı?"
"Bu defa da akıllanmaz ise şu yaşımda boşarım oğul. Usandım bezdim. Yaşıma ağalığıma dedim sabrettim ama bende de bardağı taşırdı."
Fırat bir an şaşırsa da babasına bakınca ne kadar yorulduğunu anladı.
Hayat bazen ya evlat ile ya da eş ile ya iş ile sınava tabi tutardı insanı. Haşim ağa hem eşi hem de kızı ile çetin bir imtihandaydı. Sonu hayır mı şer mi belirsiz bir imtihan.
Şerrin içinden hayır hayrın içinden çıkacak şerrin azameti kendini belli ederken kaderler yazılmış ruhlar bedene üflenmişti. Her bir nefes alış, kalbin her çarpışı gelecek olan kaderin sadece sayacı gibiydi.
Samet, duyduğu acı haykırış ile gözlerinin irileşmesine engel olamadı. Bu barakada birileri vardı. Hemen içeri girebileceği bir kısım arasa da her yeri alevler kaplamıştı. Üzerinden ceketini sıyırıp atmadan önce telefona sarılıp hemen kâhyayı aradı. Yeni uyanmış adam şaşkın bir sesle "Ağam" dese de Samet "Feride'nin köyünün çıkışındaki tepeye acil adam yolla. Ambulans ve itfaiye de gelsin. Acil çabuk ol" deyip telefonu kapadı. Kâhya cevap dahi verememişti.
Kapı olduğunu zar zor gördüğü yere doğru ilerlerken küçük kuyu gibi bir yerin yanındaki eski kovada suyu fark etti. Hiç düşünmedi. Çünkü düşünürse beklerse küçük kulübe çökecek içindekiler yanarak can verecekti.
Koşup kovayı kaldırdı ve kafasından aşağıya döküp kollarını yüzüne siper yapmaya çalışarak tekme ile açılan hatta yere düşen alev almış kapıdan içeri girdi. İki göz yerde bir taraf alevler içinde kalmış olsa da diğer tarafta acı haykırış devam ediyordu.
"Yok mu? Allah aşkına yardım edecek kimse yok mu? Allah'ım sen yardım et. Allah'ım koru bizi."
Bu sözcükler zorla duyuluyor duman yüzünden kelimeler ağzından zorla çıkıyor gibiydi.
Sonunda sesin geldiği yere giren Samet alevlerin sıcaklığından ve dumandan gözlerini zorla açık tutabilirken birini gördü. Yanmaya başlayan yerin hemen ortasında çırpınıyor üzeri alev almış diğer yaşlı kadına ulaşmaya çalışıyordu.
"A-ana. Ana uyan ana."
Bir hamle de çırpınan kızı tuttu ve geldiği gibi dışarı çıkmaya çalıştı. Kollarındaki kişi bağırıyor "A-anam kal-dı. O-ra-da yanı-yor anam" dese de dışarı zor çıkabilmişlerdi.
Yanan kulübeden biraz uzaklaşıp yere kendilerini attıklarında deli gibi öksürüyor nefes almaya çalışıyorlardı. Her yerleri is olmuş iki beden de yanık yaraları ile dolmuştu. Ama bu yaralarda soluksuz kalan ciğer de genç kızı durduramadı. Saniyeler için çöken ve daha da gür yanmaya başlayan kulübe ile acı haykırışları ezan seslerine karıştı.
"Anaa!"
Ayağa kalkmaya çalışıyor ama sadece dizleri üzerinde yıkılmış bitap bir halle ellerini kömür karası saçlara geçirmiş çekiştiriyordu. Nefesini zor alması oksijene ihtiyaç duyması umurunda değil.
"Ana bırakma beni" dedi. Çaresizce acı içinde ona bakan Samet'e yalvardı. Ayaklarına kapandı.
"Kurban olayım onu da kurtaralım. Anam yatalak kendi kalkamaz. Allah aşkına yardım et onu da çıkaralım."
Ne diyecekti ki Samet. Bitti mi? Anan artık yaşamıyor mu? Zaten bilmiyor muydu? Ne kadar yalvarsa boştu. Dakikalarca acı acı çıktı sesi. Göz yaşları isli yanaklarında izler bıraktı. Nefesi kesildi. Ruhu çekildi bedeninden. Tek seveni anacığı zalim alevlerin kurbanı oldu. Yıkılan kulübe külleri kalana kadar yandı. Genç Esme anasına ağladı. Kaybına ağladı. Yüreğinin yarısı can verdi Esme nefes almaktan vazgeçti. Gök yüzü gibi deniz kadar engin bakan mavileri kızıla boyandı. İrislerine anasının mezarı haline gelen alevler işlendi.
Yaralıydı. Kolları sırtı bacakları yüzünün küçük bir kısmı ama o yarasının acısına değil ciğerinin sökülüşüne ağladı. Ağladı da ne göz yaşı bitti ne de feryadı.
Ona yaklaşamayan öylece bakan genç adama döndü. Fersizdi artık bakışları. Acının her tonuna bürünmüştü gözleri. Kırgın ve bitik bir sesle "Keşke beni de çıkarmayaydın. Anam gittikten sonra var mı yaşamamın sebebi" diyebildi sadece. Uzaktan gelen siren sesleri güneşin doğuşu ile yükselirken aslında geç kalınmışlığa koşan birer ruh gibiydi. Geç kalmışlardı. Gariban Kezban ve kızı Esme'ye çok geç kalmışlardı.
Yıllarını bu yıkık dökük kulübede köylülerin koyunlarını otlatarak yaşayan ve akrabaları olmasına rağmen yanlızlığı birbirinde gideren iki yoldaş ana kıza geç kalmışlardı. Anacığının külleri kalmıştı geriye Esme'ninse sadece nefes alan ölü bedeni.
Esme, on yedisinde babasız yirmi beşinde anasız kalmıştı. O yetimliği sonuna kadar yaşarken öksüzlüğünde kurbanı olmuştu.
Sonunda yanlarına ulaşan ekipler yardım etmeye çalışırken Esme derin bir krizin içine sürükledi. Yer yer yanan çökmüş kulübeye yaralı bedenini ayaklandırıp topal ayağı ile koşmaya çalıştı. Tutanlar oldu. Samet tuttu mesela. Dakikalarca acısına şahit olduğu kızı engellemek istedi. Ambulans görevlisi tuttu yaraları taze ve kanamaya başlamıştı. Bir an genç kız nasıl canı acımıyor diye düşündü ama duydu feryat içine işledi. Bu acının yanında bedenindeki acı neydi ki.
"Anaaa! Anaaaa! Bırakın beni. Anama gideyim ne olur bırakın beni. Canı acımıştır ben sarılmadan geçmez acısı. Benim sesimi bekler uyanmak için. Karnı açtı süt verecektim aç kalmasın Allah aşkına bırakın. Anam aç kaldı. Nefessiz kaldı. Ben anamsız kaldım Allah'ını seven bıraksın, bıraksın."
Koluna giren iğne ile kendinden geçmeden evvel bir acı haykırış daha koptu dudaklarından ve yığıldı tutanların kucağına. Ortalık aydınlanırken seslere evlerinden çıkıp tepeye koşan köylüler ahlanıp vahlanıyor ambulansa konulan kız için üzülüyorlardı.
Samet merhametli adamdı. İçi yanmıştı kızın feryadına. Derin bir keder sarmıştı dört yanını. İçinden hep keşke kadını da kurtarabilseydim diyordu ama keşkeler işe yaramıyordu. Ambulans ekibi ona da müdahale edip oksijen maskesi taktığında kollarındaki yanıklara bakıyorlardı.
Konaktan gelen adamların yanı sıra jandarma da olay gerine ulaşmış itfaiye ekibinin yanmış küller içinde ceset aramalarına bakıyor olayı anlamaya çalışıyorlardı.
Yüz başı Ercan "Samet ağa geçmiş olsun. Kızı içeriden sen mi çıkardın?" dediğinde kendisinden birkaç yaş küçük olan adama bakıp kafasını olumlu yönde salladı. Ciğerlerine oksijen gittikçe rahat nefes alabiliyordu.
"Nasıl çıktığını gördün mü? Ya da etrafta birilerini?"
"Görmedim. Eşimin mezarından dönüyordum ki alevleri ve dumanı fark ettim. Sonra da buraya gelip yardım etmeye çalıştım."
Onlar konuşurken itfaiye görevlisi ile bir asker gelip "Komutanım ceset bulundu ama ciddi derecede tahrip olmuş" diye haber verince komutan "Cenaze aracına haber verildi mi?" deyip sıkıntı ile sedyede uyutulan kıza çevirdi bakışlarını.
"Evet komutanım. Haber verildi."
"Tamam, etrafı araştırın. Her bir ayrıntıya dikkat edilecek. Bu bir kaza mı yoksa kundaklamamı öğrenmemiz gerekli."
"Emredersiniz komutanım."
Asken giderken ambulans doktoru "Artık yola çıkmamız gerekli komutanım. Kızın yaraları derin. Enfeksiyon riski var" değince komutan onay verdi. Samet ile son kez bakışıp kafan sakinlediğinde bir uğra yanıma" değip onun da ambulansa binmesini izledi. Konaktan gelen adamlardan biri ağasının arabasını alırken yola çıkan araç Yüsra'nın yattığı hastaneye doğru yola çıktı.
Tabi durumu kâhyadan öğrenen Hamit ağa ve Murat da hastanenin yolunu tuttu.