1. BÖLÜM
Huzur ve mutluluğu asla tatmamış içindeki kötülüğün bir ağaç gibi filizlenip yeşerdiği insanlar herkesin mutluluğuna göz dikmesi kaçınılmaz bir sondur. Herkes kötü olsun ruhları kararsın isterler. Bunun nedeni kötülük gibi görünse de içten içe delicesine bir kıskançlık sebep olur. O kıskançlık ki hangi yaşta olunursa olunsun tıpkı kötülük ağacı büyür ruhun her bir köşesine köklerini sararak beslenir.
Genç kız içinde öyleydi. İçinde yetişen kıskançlık ve kötülük ağacı meyve vermeye başladığında zihninde oluşan planın kaç hayatı karartacağının bile hesabını yapmıyordu.
“Emin misin?”
“Artık konaktan çıktım. Bu işin dönüşü yok ama sen korktuysan geri döneyim. Artık öldürürler mi yoksa babam yaşındaki adama kuma mı giderim Allah bilir. Sen sevdiğinin ölümüne en önemlisi başkasına kadınlık yapmasına razı mısın?”
Hiddetle yanındaki kıza dönen adamın gözleri alev almış sanki önün geleni yıkmak ister gibiydi. Sesi gür ve sertti.
“Saçmalama. Aklından da yüreğinden de bunların izini sesini nefesini dahi geçirme çünkü hiçbirinin olmasına izin vermem. Sevdalıyım sana neden damarıma basıyorsun ki? Bak geri ailemi bırakıp gidiyorum. Sabah olduğun da ve kaçtığımız açığa çıktığında düşecekleri durumu ya da yıkılmalarını bile göze alıyorum. Artık sevdamdan şüphe etmeyi bırak.”
“Sanki sen aileni bırakıyor onları zor duruma düşürüyorsun da ben kapıdan gelinlikle mi çıktım. Ölüm fermanım verilecek herkes anladığında. Bende kolay şeyler yaşamıyorum ki.”
Dolan gözlerini başındaki yemeninin ucu ile silerken içinin akan irin nehrinden kimsenin haberi yoktu. Yan koltukta olsa da uzanıp genç adama sarılan kızın yüzündeki hafif gülümseme daha sonrası için yaşanacakların küçük kesitlerine gebeydi.
******
İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı ilk günden itibaren hep öğrenmeyi hedefler. Önce nefes almayı, sonra yemeği içmeği ve emekleyip ayağa kalkarak yürümeyi başarır. Ardından telaş başlar. Mesleği, büyüdüğü topraklara göre alabileceği şekilleri, yapacakları ve yapamayacakları derken liste uzar da gider. Bazıları içinse yaşam daha doğmadan şekillenmiştir. Gözlerini açtığı anda o yaşamın içine düşer ve onun kuralları ile büyür.
Sima da bulunan köklü ve en güçlü iki ailesinden olan Kardar'ların konak kapısı günün öğlen vakti yumruklanarak çalınırken, inen her darbe gelecek felaketlere haberci gibiydi. Büyük kapı arında bir adam vardı. Kırılan babalık onuru, incinen yüreği ve ayaklar altına alınan ağalık mertebesi ile evladından aldığı darbenin acısıyla hezimete uğrayan yaşlı çınar. Diğeri ise; kardeşini gözünden sakınırken, çiğnenip bir köşeye atılmışlığı hazmedemeyen. Oysa canını yakanı evladı gibi bağrına bastığı o değil miydi? Üstelik tek darbe kanından değil kanı gibi gördüğü adamdan da gelmişti.
Buralarda ağa olmakta ağa ailesinden olmakta zordu. Herkes açık ya da ters bir davranış arardı. Bir kızın kaçması ise namus suçu sayılırdı. Kime göre neye göre tartışılsa da durum bundan ibaretti.
Hala sertçe kapıyı vuran Fırat Kurtoğlu gür sesiyle "Hamit ağa, aç kapıyı!" diye bağırdığında yer titriyordu. İçerideyse birbirine bakan çalışanlar korku dolu gözlerle olacakları beklemekten öte gidemiyorlardı. Kâhya Mithat ise çoktan telefonuna sarılmış ağası Hamit ve Samet Kardar’a haber vermişti. Sert vuruşlar devam ederken daha fazla kapıyı açmadan duramazdı. O da kellesi gitsin istemiyordu.
Yaklaşıp büyük kapıyı açtığı anda içeri giren adamlar ile geri çekildi ve gözleri avluya fırlatılan iki bedenle kocaman oldu. Şimdi felaketin sebebini daha iyi anlıyordu. İçinden "Sen ne ettin Murat ağam,” dese de sesinin titremesine engel olamadan "Hamit ağam ev boştur. Haşim ağam dışarıdadır. Haber ettim, hemen geliyorlar," dediğinde gözleri kan çanağı Fırat "İyi, bekliyoruz biz," diye dişleri arasından resmen hırladı. Gözleri avlusunda olduğu konağa dönünce; daha günler önce bu konakta yenen yemeği, edilen hoş sohbetleri ve iki ailenin sıcaklığını düşündü. Düşündükçe önündeki yüzü gözü kan olmuş ikiliye daha da kinlendi. Hazmedemediği şey sevdaları değildi. Gizli tutmaları ve kaçmayı seçmeleriydi. "Amca," dediği Hamit Kardar gelip bacısını istese vermez miydi? Ya da kardeşim dediği, birlikte büyüdüğü Murat gelip "Bacına sevdalandım," dese kan mı dökerdi. Bilirdi ki evladı gibi gördüğü kardeşi emin ellerde buna mutlu bile olurdu.
Onlarsa çiğnemeyi, ezip geçmeyi iki aileyi de perişan etmeyi seçmişti. Aklı almıyordu ve bu durum sinirlerini daha da beter hale sokuyordu. Kaçtıklarını öğrendiğinde nasıl konaktan çıkıp peşlerine düştüğünü hatırlamıyordu. İçindeki enkaza ve öfkeye kapılmış il sınırında yakalamışlardı. Kardeşinin gözlerinde gördüğü o korkunun yanı sıra hissettiği kibir ve "Ağam bana bir şey yapmaz," güvencesi canını kat be kat yakmıştı. Havin’i bilirdi. Daima burnu büyüklük eder şımarıkça davranırdı. Ne olursa olsun yine de kardeşiydi. Anne babasına karşı onu az korumamıştı. Yaptığı her hatada yediği her haltta "Abimsin, atamsın affedersin," değip önünde diz çöker yaşlı gözleri ile af dilerdi. Bu defaysa ne gözyaşlarının ne de ettiği sözlerin anlamı yoktu. O abisini kaybetmişti. En azından onun güven ve sevgi dağına kar yağdırmıştı.
***
Yüsra Kardar. Nefes aldığı ilk anda anne babasını toprağa veren, daha ilk anlarında muhtaçlığı dibine kadar yaşayan kanadı kırık yaralı kuş. Anka misali her defasında yanan küle dönen ruh. Yaşama hep dört elle sarılıp anne baba bildiği ailesi olan amcası ve yengesine layık olmaya çalışan küçük serçe. Ya da abilerinin değimi ile "Demir pençe". Sima da “PEÇELİ” düşkünler için bir melek. Yirmi altı yaşında silah kullanan kömür karası saçları koyu kahvenin en güzel tonundaki gözleri ve on yaşından bu yana yüzünde olan peçesiyle saklı olan güzellik.
Atı Karayel ile dört nala koşturduğu uçsuz bucaksız tarlalardan dönerken Sima sokaklarında küçük bir çocuğun sesi ile koyu kahve renge sahip atını duraklattı. Çocuk canhıraş bağırıyor kopacak kıyameti sanki haber veriyordu.
"Kurtoğulları, Kardar konağını bastı! Kurtoğulları, Kardar konağını bastı."
Genç kız yüzüne sardığı beyaz şalını hızla düzeltip yüreğine dolan korku ile dehledi Karayelini. Gözleri içine dolan rüzgarla buğulu bir hal alsa da biçimli kaşları çatılmış, aklına gelenin olmaması için dua ediyordu. Kaybetme korkusu içine bir kez daha yerleşmişti. Sokaklardan geçti. Kapı önlerinde camlarda olanlar yüzlerini başlarındaki örtüleri ile kapatırken genç kızın halinden hiddetini anlayabiliyor onun için dua ediyorlardı. Sonunda konağa yanaştığında gördüğü kalabalık ile soğuk suların içine dalmış gibiydi. Sadece Kurtoğulları yoktu. Birkaç aşiret büyüğü daha adamları ile buradaydı ve bu durumu daha beter bir hale getiriyordu. Dişleri arasından "Abi yapmamış ol. Kurban olayım bu hatayı yapmamış ol," diye tıslar gibi dile getirip atını kalabalığa yaklaştırırken görenler yol veriyor başlarını eğiyorlardı. Sima da kimse peçelinin gözlerine bakamazdı. Bakanın sonu da pek hayırlı olmazdı. Büyük kapıya gelince bağırdı.
"Mithat ağabey, hele kapıyı aç."
Kâhya duyduğu ince ama gür narin ve bir o kadar da tehlikeli ses ile gözlerini kapatıp açarken "Buyur cenaze namazına," diye mırıldanıp hemen yandaki büyük kapıyı sonuna kadar açtı. Avlu ortasında gelen sandalyede oturan Haşim ve Fırat at üzerinde içeri giren kıza bakarken içlerinde derin bir pişmanlık vardı. Bu kız amcasına ve onlara rahmetli Mehmet ve Nazlı'nın emanetiydi. Onun hanesine böyle gelmek içlerine dokundu. Genç adam, önce yerde öylece oturan ve başı eğip kız kardeşine baktı. Sonra da yüzündeki beyaz peçesi gözleri gibi koyu kahve gömleği, siyah binici pantolonu ve sırtındaki babadan yadigâr tüfeği ile başı dimdik atının üzerinde duran kıza döndü gözleri. Doğduğu günü bilirdi. Ana babası gömülürken yengesinin kucağın da öksüz ve yetim kalmış ağıt yakar gibi ağlamaları ne zaman görse kulaklarında dolanırdı. Gel gör ki kendisini ağabey dediği Samet’ten ayırmayan kızın ocağına hısım değil hasım olarak gelmişti.
Atının yularını tutan kâhya kızın inmesini beklerken genç kızın gözleri yerde yüzleri kan içinde kalmış ikiliye takıldı. Koyu kahveleri göz kapakları ardına sığınırken gördüklerinin yanlış olmasını diledi. Açtığında hala orada olan ve ona pişman ve utanan gözlerle bakan Murat ağabeyi ile içinde koca bir yangın başladı. Lakin önceliği en çok amcasına vermişti. Baba kokusuna sığındığı adam yıkılacaktı. Gözlerini diğer tarafa çevirince kana susamış diğer ağları gördü. Ak baba gibi leş yemek için çökmüş bekliyorlardı. Tek bir kişinin üzerinde bakışları sabitlendiğinde dişlerini sıktı. Mırıldanır gibi "Şerefsiz, kuduz köpek," diye söylenip zorlanmadan atından inerek ayaklarını sertçe yere bastı. Dimdik duruşu rüzgarla havalanan siyah saçları ve attığı emin adımlarla rahmetli babasının kan kardeşi Haşim ve ağabeylerinden ayırmadı Fırat'ın karşısına geldi. Şöyle bir etrafına baktı. Eli silahlı adamlar, ağalar, onların adamları derken avlu ve kapı önünde hatırı sayılır bir kalabalık oluşmuştu. Gözleri beti benzi atmış öfkeden elleri titreyen Haşim ağaya dönünce "Evde büyükler yokken böyle konak basmak hangi töre de kanunda vardır amca?" deyip gözlerini ağalar üzerinde dolandırdı.
"Hele de diğer ağalarla."
Ayağa kalkan Haşim bir nefes çekip "Sen karışma Yüsra kız, bu mesele büyüklerle bizim aramızda," dedi.
Genç kız sinirden gülecek gibi oldu. Dayanamadı.
"Büyüklerle olan mesele büyüklerle çözülür. Bunca insana gerek var mı? Üstelik bastığın hanede bende yaşarım. Amcamın da sağlık durumu ortadayken beni kimse geri plana atamaz. Acın büyük, öfken ondan da büyük anlarım seni ama böyle olmaz ağam. Hiç olmazsa aradaki hukuka saygıya istinaden olmaz. Amcam ve ağabeyim büyük ihtimalle yoldadır. Onlar gelene kadar dağıt şu leş kargalarını çünkü senden de bizden de akacak kan ve ölümü beklerler. Oysa mesele şimdilik iki aile arasındadır. Eğer rahmetli babamın biraz olsun hakkı hukuku hatırı varsa gönder."
Onun konuşmasını dinleyen adam kızın haklılığını biliyordu. Üstelik işin içine rahmetli kan kardeşini de katmıştı. Cevap vereceği esnada ileri atılanlardan Recep ağa sertçe kıza bağırmaya başladı. Elinde silah öylece duran Fırat, yerde yüzü gözü kan revan içindeki Murat da adama öldürecekmiş gibi bakıyor, hırsla nefes alıp veriyordu.
Recep ağa "Sen kısa alın eksik eteğinle bu işe karşımayasın. Kirlenen bir namus vardır. Bu da ne ölüp giden babanın ne de nereden geldiği belirsiz ananın hatırına hakkına düşmez. Çekil hele kenara, kızlığını bile de erkeklere sesin çıkmasın. Evin büyüğü yokken senden mi nutuk dinleyeceğiz arsız," diye bağırdığında, gözleri ateş püsküren Yüsra bir adım atıp adam ile karşı karşıya geldi. Dişleri arasından "Bana namustan bahsedersen, sana bir ay önce elin körpe kızının ırzına namusuna göz koyan şerefsiz oğlunu hatırlatırım Recep ağa. Benim hanem de çatım altında yerin olmadığı halde burada durup boyundan büyük sözleri sarf etmeye devam edersen yemin olsun sana acımam. Oğluna ettiğim gibi veririm cezanı. Sen benim kim olduğumu unutuyorsun herhalde. Ben bir ağa kızıyım diğer ağanın yeğeniyim, Samet ağanın da kardeşiyim. Unutma, nerden geldiği belli değil dediğin anamın adını ağzına alırsan senin yutacağın tek şey," dedi ve omuzuna uzandı. Çevik bir hareketle anında tüfeğini adama doğrulttu. Üzerine dönen namluları umursamadı çünkü çoktan amcasının ve İstanbul'dan dedesini gönderdiği korumaların silahları kıza doğrultulan silahların sahiplerine çevrilmişti. Genç kız devam etti. Korkusuzdu. Hele ki şeref yoksunlarına tahammülsüzdü.
"Sıkacağım kurşun olur. Rahmetli ailem senin diline dolanacak kadar aşağı değil. Namus diyorsan git hala evinde yaralı yatan namussuz oğlunun hükmünü ver cezasını kes. Bu çatı altında sana verilecek ne bir yudum su ne de alacak nefes var."
Herkes iri gözlerle kızı dinlerken Fırat ve Haşim içten içe "Aferin be peçeli" dese de belli etmiyorlardı. Renkten renge giren ve sinirden kuduran Recep ağa "Sen ne dersin bre kahpe," dedi. Sınırı aştığını bilemden daha da üzerine yürümeye çalışmıştı ki doğrulan tüfek aşağı eğilip bacağına nişan aldı ve etrafı sessizliğe boğan bir el silah sesi duyuldu. Korumalarla amcasının adamları Recep ağanın kuduz itlerini etkisiz hale getirirken, yerde yığılıp bacağını tutan adamın acı haykırışına genç kızın sesi karıştı.
"Büyüksün, ağasın ama gözümde zerre nezlimde bir gram saygın yok Recep ağa. Hele namusuma laf edecek ağzın hiç yok. İster kan güt ister düşmanlık ama bu saatten sonra benim için bir hiçten ibaretsin. Var git kendi çöplüğüne. Bana dilin döndü de o iğrençliği yakıştırdın ya artık olacaklar benden çıkmıştır."
Tüfeğini indirip geri Haşim ağanın karşısına geçti ve "Ağam kusura kalma ama senin ev ahalin dışında kimse kalmasın yoksa sizden önce ben daha çok kan akıtacağım. Böylesi size de amcama da saygısızlık olacak. Var söyle de diğerleri gitsin" dedi ve gözleri adamın gözlerine dikti. Haşim ağa yerden kaldırılan Recep ağaya bakıp "Ağa, burada ettiklerin ile bardağı taşırdın. Var git konağına ve oğlunla hakkınızda verilecek hükmü bekle. Bundan böyle ağa meclisinden de değilsin" deyip diğerlerine döndü.
"Siz de gidin. Hamit ağa ile konuştuktan sonra verilecek hüküm için ağa meclisi toplanacak. O güne kadar benden haber bekleyin."
Haşim ve Hamit ağa Sima da bulunan ağaların ve aşiretlerin en büyüğü ve başıydı. Özellikle Kardar ve Kurtoğlu aşiretleri kararlarda ve verilecek hükümlerde son söz sahibiydi. O yüzden herkes dinler saygı duyar ve sözlerini yerine getirirlerdi. Avlu bir anda boşaldı. Sadece korumalar ve iki ailenin adamları ile hane sahipleri kaldı. Tüfeğini omuzuna geri asarken kapıdan giren kişiyle içine kor düştü. On dört yaşındaki en küçükleri Ayşe Sena okuldan gelmişti. Gözleri korku içinde etrafta turlarken adımları yerde gördüğü ağabeyi ile donup kalırken ağzından bir çığlık kaçtı.
"Ağabey!"
Sonra da ona doğru adımlayan ablasına sarılıp yüzünü kızın göğsüne gömdü. O an genç kızın aklında bazı durumlar şekillendi. Korktu. İliklerine kadar hissetti korkunun kesif kokusunu. Ya ölüm vardı bu işin sonunda ya da berdel. Ah dili söylemedi ama sanki binlerce kesik atıldı. Düşüncesi daha derine inemedi. Kollarındaki kız "Abla korkuyorum," dedi ya kanı çekildi.