ÖNÜM ARKAM SAĞIM SOLUM SOBE

4314 Words
Balkonunun mavi demirlerinin ardına saklanmış, sırtını serin betona yaslamış, yüzünü ise dizlerine yasladığı tahtaya klipslerle tutturduğu resim kağıdına çevirmişti. Neredeyse okuldan geldiğinden beri sığındığı bu köşede çizim yapıyordu. Onlarca kağıdı, üstelik fazlasıyla pahalı olan kağıtları, hırpalamış, buruşturup bir kenara atmıştı ancak hala kağıdın üzerine bıraktığı çizgiler ilk defa özensiz, baştan savma ve ona ait olamayacak kadar acemiydi. Zihninin dağınıklığı elindeki kağıda bulaşıyordu ve Gökmen ne kadar konsantre olmaya çalışırsa çalışsın bir türlü her zaman sığındığı yaratım dünyasına sığınamıyordu. Bittabi bunda, sürekli karşı eve kayan ve esmer bir sureti görmeyi arzulayan gözlerinin de etkisi vardı. Ancak en büyük suçlu zihniydi. Kendi zihnine düşman olduğu ilk sefer değildi bu. Ancak şimdiye kadar kendiyle hiç böylesine yaman bir savaş vermemiş, kendiyle böylesine çekişmemişti. Olmayacak, asla olmaması gereken ve olmasını istemediği bir hayalle cebelleşiyordu günlerdir. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın gözlerini kapayamadığı, kaçıramadığı ve kaçamadığı bir hayal... İç sesi, "Hadi ama, kendini kandırma! Bir kere değil, iki kere değil, tam üç kere o herifin dudaklarını arzuladın!" diye yükseldiğinde farkında olmadan elindeki tahta kalemin sivrilttiği ucunu kağıda sertçe bastırdı. Kalemin ucu baskıya dayanamayıp kırılınca oturduğu yerde hafifçe irkildi. Dalgın mavileri bir kez daha mahvettiği çizimin üzerinde oyalanırken, yorgun bir nefes verdi. Kolları yılgınlıkla iki yanına düşerken, kafasının arkasını soğuk betona yaslayıp birkaç gündür bölük pörçük uykuların getirisi ile akına kan oturmuş mavilerini sertçe kapadı. Yeniden düşüncelerinin taarruz vaktiydi. Gözkapaklarını ne zaman örtse, iç sesi avının açığını kollayan bir yırtıcı gibi saklandığı yerden çıkıyor ve onu hırpalıyordu. O geceden beri, her an ve her yerde yaşadığı şey buydu. Yemek yerken, arkadaşlarıyla takılırken, kitap okurken, yürürken, duş alırken, kafasını yastığa koyduğunda, odasını toplarken, otururken, araba sürerken... Böylece Gökmen, kısacık bir zaman diliminde bitmiş, tükenmiş ve kendine yenilmişti. Artık yükselen o sesi bastıramıyordu. O ıssız parkta hissettiği yakıcı ve yıkıcı arzu iradesinde bir çatlağa sebep olmuştu ve şimdi ne kadar uğraşırsa uğraşsın o çatlağın genişlemesine engel olamıyordu. Duyguları kontrolden çıkan ve onu dört bir yandan kuşatan bir yangın gibiydi. Ne yaparsa yapsın o başlayan yangını söndüremiyordu. Mesela dün gece, oturmuş Arslan'ın karanlık camlarını seyrederken onun sıcaklığıyla kuşatılmanın nasıl hissettireceğini merak etmişti. Boynuna burnunu dayarsa ciğerlerine dolan kokuyu kaç saniye muhafaza edebileceğini, dudaklarının dokusunun nasıl hissettireceğini, kara saçlarının parmakları arasında nasıl duracağını ve o kara tutamların göründüğü kadar yumuşak olup olmadığını merak etmişti. Ve zihninde beliren her hayalle birlikte Gökmen daha çok yenilmişti kendine. Utanmış, kendi kendine kızarmış, sarı saçlarını yolmuş, alnını mavi balkon demirine art arda vurmuş ve dolu dolu küfür etmişti. Kafasının arkasını ritmik bir şekilde betona vururken, "Sikeyim..." diye fısıldadı kendi kendine. "Nasıl başa çıkacağım lan ben bu delilikle?" Onca yıl düşman bilmişti onu. Onca yıl varlığından bile tiksinmiş, yumruğu tenine değdiğinde bile yüzünü o tiksintiyle ekşitmişti. Şimdi nasıl oluyordu da o dudaklarda soluklanmak için böylesine dayanılmaz bir istek duyuyordu? Delilikti. Bu istek, onu tepeden tırnağa kuşatan bir deliliğin ürünü olabilirdi yalnızca. Öğrenilirse, fark edilirse utancından öleceği bir delilik... Kendi kendine bir şeyleri kabul ettiğinde bile yanakları utancın kızılına boyanmış, bir süre aynalardan gözlerini kaçırmıştı. Atakan'ın uzaklardan gelen, "Dayııııı!" diye böğüren ince sesiyle bir kez daha yerinde irkildi. Gözkapakları uyuşukça aralanırken, balkonunun açık kapısına kısa bir bakış attı. Aynı böğürtüyü bir kez daha işitince ağzının içinde homurdandı ancak cevap vermedi. Abisi evde olmadığından, Gökberk de halk kütüphanesinde olduğundan bu dayı bağırtısının muhatabının kendisi olduğunu biliyordu. Ancak üzerine alınmama konusunda ısrar ederek, duymazdan geldi. Hiç Atakan'ı çekecek kafada değildi. Ruh hali sağ olsun, çocuğu balkondan fırlatabilme potansiyelinin en yüksek olduğu anlardan birindeydi. Tek istediği kendini Uygar'ın evine atıp, hissettiği tüm bu korkutucu ve onu utanca boğan duyguları unutana kadar içmekti ancak babasıyla arayı iyi tutmaya çalıştığından okuldan eve, evden okula gitmeye hala özen gösteriyordu. Zira babası Tibet Pakdemir, dünya üzerinde tersinden korktuğu tek canlıydı ve son konuşmalarında ayağını denk almazsa olacaklar konusunda ciddi bir şekilde uyarılmıştı. "Ne istiyorsun yine şam şeytanı? Sana bir daha bu odaya girmeyeceksin demedim mi?" dedi, hemen oturduğu minderin yanındaki küllüğü ve sigarayı minderin altına doğru ittirirken. Şu yaşında el kadar bebeden çekiniyordu resmen. İspiyoncu velet, dedesinin kızacağını bildiği her şeyi yetiştirme konusunda çok istikrarlıydı. Biraz sonra balkon kapısının ardında Atakan'ın kafası görüldü. " Dedin ama Kaya abi ile Ercüment geldi. Anneannem gönderdi seni çağırayım diye." dedi Atakan, gözleri fıldır fıldır balkonun içinde dolanıp, dayısına şantaj yapabileceği bir şey ararken. Bu odaya girmesi normalde yasak olduğu için buraya adım attığı her anı iyi değerlendirmeye çalışıyordu. Gökmen, yerinde zıplayıp çocuğun kafasının üzerine bir tokat geçirdi. "Ercüment ne lan babası kılıklı, askerlik arkadaşın mı adam senin?" dedi sert bir sesle. Yeğeninin terbiyeye ihtiyacı vardı ancak ondan başka kimsenin bu yönde bir çabası yoktu. Tam tersine bütün ev halkı onun şeytanlıklarını sevimli buluyordu. Atakan darbe aldığı kafasını ovuştururken, "Sana ne ya! O kızmıyor ki! Öyle deyince gülüyor!" diye itiraz etti. "O da senin gibi çünkü, mayası bozuk." diye homurdandı Gökmen, ayaklanırken. "Kaybol hadi, geliyorum şimdi." diye devam ederek hala ortalığı süzen yeğenini kışkışladı. Atakan, dayısına dil çıkarıp, ikinci bir darbe almadan önce ışık hızında, homurdanmayı da ihmal etmeden odayı terk ederken Gökmen saatlerdir aynı pozisyonda oturmaktan tutulmuş bedenini esnetti. O sırada gözleri bir kez daha, kendine bile çaktırmamaya çalışır gibi bir gizlilikle esmerin evini buldu. Dakikalar önceyle aynıydı. Perdeleri çekili, kıpırtısız... Onu günlerdir, neredeyse bir haftadır, görmüyordu. O ıssız parkta, onu göt gibi arkasında bırakıp Gökmen'in hala anlam veremediği bir hırsla ortamı terk ettiği günden beri esmer delikanlı adeta yok olmuştu. Gerçi zaten meyhaneye gittikleri günden beri adam akıllı karşılaşmıyorlardı da, bu sefer ki başka bir boyuttu. Oysa o geceden önce istenmeyen ot gibi sürekli yanında bucağında bitip duruyordu. Çok uzun yıllardır sabah evden çıkar çıkmaz gördüğü ilk yüz her zaman ona aitti. Gün içerisinde nereye gitse esmer de orada olur, yüzünde insanı ifrit eden o sırıtışla onu deli eder, arada dayak hasretiyle ona laf atardı. Şimdi ise mavi hareleri gittiği her yeri talan etse de bir türlü onun elalarına değemiyordu. Neredeydi, ne yapıyordu, neden yoktu? Alt dudağını dişleriyle ezerken, düşünceli bir ifadeyle birlikte yavaşça önce balkondan ardından odasından çıktı. Merdivenin başına geldiğinde, aşağı kattan yükselen sesler neticesinde düşüncelerinden sıyrıldı. Annesinin uzun zamandır görmediği ikiliyi azarladığını duyunca dudakları kıvrıldı. Mihriban Hanım'ın trip terörünün tek kurbanı olmamak onu her zaman memnun ediyordu. Basamakları seke seke inip, çoktan sofraya oturtulan ve önlerine konan yemeği, annesinin söylenmelerini dinlerken boyunlarını bükerek çekingence yiyen arkadaşlarını görünce sırıtışı kulaklarına vardı. "Çocukları bir rahat bırak Mihriban Sultan. Koca adam oldular, hala senin sözel dayağından kurtulamadılar." dedi, bir omzunu merdivenin hemen karşısındaki mutfağın pervazına yaslarken. Annesi çatık kaşlarıyla ona döndü. "Hele sen hiç konuşma. Kaç kere dedim sana getir şu çocukları eve diye. Hiç söylememişsin bile." Ellerini beline koyup, hesap soran gözlerini ona dikince Gökmen omuzlarını silkti. "Aklımızda o mu kalıyor anne ya? Ayrıca çocukluklarından beri girip çıktıkları eve girerken davet mi bekliyorlar? Niyeti olan davet beklemeden gelir zaten." diyerek okları bir kez daha ona yardım bekleyen gözlerle bakan arkadaşlarına çevirdi. Annesi ona hak verip, bir süre daha söylendi. Şükürler olsun ki, ahiretliği Nurdan imdatlarına yetişti. Minyon kadın çalan telefonuyla birlikte onları mutfakta baş başa bırakıp, biraz da Nurdan'a yakına yakına salona geçerken Ercüment ağzındaki lokmayı yutup, "Ulan sarı, alacağın olsun! Ananın önüne yem diye attın bizi." diye homurdandı. Gökmen yüzündeki keyifli sırıtmayla, "Ben sizin aranızdaki iletişime karışmıyorum kardeşim, aranızda halledin." diyerek, ev nüfusu sebebiyle adam akıllı kullanmadıkları küçük masaya bir sandalye çekip oturdu. "Neyse onu bırakın da, hayırdır hangi rüzgar tükürdü sizi buraya?" Kaya, buraya gelmeden yediği yemeğin üzerine bir kez daha yemek yemesi sebebiyle spazm geçiren karnını ovuştururken, "Sıçtığımın telefonuna baksaydın anlardın kardeşim. Sabahtan beri en az otuz kez aradık." diye homurdandı. "Açmayınca da mecbur kıçımızı kaldırıp, yiyeceğimiz azarı göze alarak evine geldik." "Çizim yapıyordum ya, duymamışım. Cuma'ya yetiştirmem gereken bir çalışma var ama bir batman yol alamadım." dedi dertli bir sesle. "Siz ne yapacaktınız beni?" "Akşama bir halı saha yapalım diyorduk." dedi Ercüment, Mihriban teyzesinin türlüsüne gömülmüş, nefes aldığı minicik bir arada konuşmuştu. "Düzgün ye aç ayı, midemi kaldırdın." diyerek yüzünü ekşiten Kaya'yı ikisi de umursamadı. Zira Ercüment yemeğiyle, Gökmen ise hızlanan kalp atışlarıyla meşguldü o sıra. Planı bunlar yapıyorsa, Arslan'ı da dahil ettiklerine emindi. "Hee, kim kim?" dedi sertçe yutkunup, hissettiği anlık heyecanı belli etmemek için ekstra özen gösterirken. "Bizim ekip, birkaç tane de mahalleden çocuk ayarladık eksiği kapamak için." dedi Kaya. "Bizim ekip derken?" Kaya sorunun içinde gizli olan asıl soru işaretini sezdiğinden bıyık altından sırıtıp, "Arslan'ı soruyorsan o yok." diye fısıldadı, kapıya temkinli bir bakış atıp. Gökmen hissettiği duygunun hayal kırıklığı olduğunu reddederek, suratındaki ifadeyi sabit tutmaya çalışırken, "Hayret, topla haşır neşir olacağı hiçbir fırsatı kaçırmazdı o puşt. Hangi dağda kurt ölmüş?" dedi. Kaya, omuzlarını silkti. "Bilmiyorum valla bro, işim var dedi sadece. Ben de çok üstelemedim, sesi biraz moralsiz geliyordu." "Acaba hala Seher mevzusu mu lan?" dedi Ercüment, sonunda tabağını dibine kadar sıyırmış bir şekilde diliyle dişlerinin arasını yoklarken arkasına yaslanarak. "O günden beri ne zaman görsem suratı sirke satıyor herifin." Gökmen, bu çıkarım karşısında neden içinin sıkıldığını ya da kaşlarının çatıldığını, en kötüsü güve ve yapay ışık muhabbetinin niçin kulaklarında tekrar tekrar oynadığını bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu. O sebeple dişlerini sıkıp, sessizliğini korudu. Seher'ini sikeyim, diyen iç sesiyle kaşları daha da çatıldı. Kaya hoşnutsuz bir ifadeyle dudaklarını büküp, omuzlarını silkti. "Ne bileyim amına koyayım ya! Adam gördüğüm en ketum herif. Ne zaman derdini sorsam geçiştiriyor beni şerefsiz." "Derdini sikeyim onun, puşt!" diye yükseldi Gökmen, kendine engel olamayarak. Onun ani çıkışıyla dumur olan arkadaşlarını fark edince yüzündeki hırslı ifadeyi istemsizce yumuşatsa da birkaç saniyelik oluşan sessizliğe engel olamadı. Kaya boğazını temizleyip, mutfak kapısına kaçamak bir bakış daha attıktan sonra, "Yine kapıştınız mı siz? Ne oğlum bu sinir?" diye sordu. "Kardeşim onun normal hali bu." diyerek sırıtan Ercü'yü ikisi de umursamadı. "Yok, sizden sonra pek görmedim zaten." dedi Gökmen gözlerini kaçırıp, masanın üzerinde unutulmuş çay kaşığını bir sağa bir sola oynatarak oyalandı. Bu gerçeğin içini sıkıyor oluşuyla yenilmiş bir nefes verdi. Neden göremiyordu? Neden eskisi gibi dibinde bitip sinirini bozmak için uğraşmıyordu? Neredeyse iki hafta olmuştu. Geçen hafta kaçan kendisiydi ama bu hafta kaçmıyordu da, o zaman neden hiç karşılamıyorlardı? Niye sabahları evden çıkmasını beklemiyordu artık? Bir süre yine sessizlik oluşup, arkadaşlarının yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışır gibi üzerinde dolanan gözleriyle yerinde huzursuzca kıpırdanıp, "Neyse, bırakın o kara götü. Beni de pas geçin bu seferlik. Şu çalışmaya odaklanmam lazım. Teslim günü yaklaştıkça darlanıyorum. Bitireyim de kurtulayım." dedi. "Oğlum yaparsın ya! Cuma demedin mi biraz önce, daha iki gün varmış işte." diye sızlanan Ercüment'le birlikte Gökmen, kafasını iki yana sallayıp, "Yok abi, zaten adam akıllı odaklanamıyorum, son dakikaya sallayamam öyle. Zaten dünden uykusuzum, yığılır kalırım sahanın ortasına." dedi onun sızlanışından etkilenmemiş bir sesle. Arkadaşları bir süre daha ısrar etse de, Gökmen'in inadını kıramayınca mecbur pes ettiler. Bir yarım saati oradan buradan sohbet ederek geçirdiler. Gökçe ile gezmeden gelen Naz'la biraz onu kapı ağzında mıncırdılar ve Gökmen'i iyiden iyiye yükselen düşüncelerinin sesiyle baş başa bırakıp gittiler. Sonunda yalnız kalan sarışın, bir süre ne yapacağını bilemeyerek öylece onları yolculadığı kapı ağzında dikildi. Ardından adımlarını bir kez daha odasına sürüdü. Ablasının Atakan'a bağrışlarını duydu ancak bir ilki gerçekleştirip yanlarına gitmedi. Normalde fırsatı kaçırmaz, Atakan'ın paylandığı her ana keyifle ortak olurdu ancak onunla uğraşmaya dermanı yoktu. Odasına girip, evin gürültüsünü kapının ardında bıraktıktan sonra kendini yatağına attı. Bir kolunu dirseğinden kırıp, başının altına yerleştirirken komodininin üzerinde duran saatler önce okuldan geldiğinde şarja taktığı telefonunu eline aldı. Saatin çoktan yediye yaklaştığını görünce şaşırdı. Demek ki, çiziminin başında düşündüğünden çok daha uzun süre vakit geçirmişti. Bir süre can sıkıntısını alması umuduyla sosyal medyaya gezindi. Onlarca okunmamış mesajın olduğu mesaj uygulamasına girip son günlerde yalnızca okul sınırları içerisinde vakit geçirdiği için sürekli laf sokan arkadaşlarına küfür etti. Annesinin aşağıdan yemeğe inmesini söyleyen bağırtısıyla yüzünü ekşitip, "Yemeyeceğim!" diye geri bağırdı. İştahı yoktu. Babasıyla yüz yüze gelip, sert ve bir o kadar irdeleyici bakışlarına maruz kalası da yoktu. Annesinin aşağıdan yükselen itirazlarını duyabiliyordu ama duymazdan geldi. Mihriban Hanım'ın evlatlarının bir öğünü atladığında ölmeyeceğine artık ikna olması gerekiyordu. Yatağında amaçsızca geçirdiği dakikaların sonunda aniden bastıran uykusunu dağıtmayı umarak kendini bir kez daha küçük balkonuna attı. Bu sefer mavi demirlerin ardına saklanmak yerine uca yanaştı. Dirseklerini demirlere yaslayıp, göğsünde her geçen saniye büyüyen ağırlıktan kurtulmayı umarak içine derin bir nefes çekip verdi. Hava çoktan kararmış, rüzgar kuvvetini arttırmış ve sessiz sokakları ağaçların hışırtılarıyla sarmalanmıştı. Gözleri uzunca bir süre karşı evden kaçınıp, sokağı turladı. Metal çöp kutusunu karıştıran kedileri izledi. Rüzgarla birlikte savrulan yaprakları, geceyi aydınlatan ayı... Gözü nereye değdiyse kendini onunla oyaladı ancak sonunda kaçamadı. Gözleri bir kez daha onun odasının camlarını buldu. Işığının yandığını görünce sertçe yutkundu. Biraz sonra odanın içinde dolanan siluetle kalp atışları ansızın hızlandı. Bir saniye öncesine kadar donuk bakan gözleri cam gibi parlarken, elleri kendi bedenin verdiği tepkiye sinirlenerek yumruk oldu. Puşt herif, fark ettirmeden yıllar içerisinde rahatsız edici varlığına alıştırmıştı. O kadar alıştırmıştı ki, Gökmen onu görmediği her saniye biraz daha kayboluyor, göğüs kafesi gittikçe daralıyordu. Mavi gözleri Arslan'ın odanın içinde gezinen siluetini takip ederken, nabzı da her geçen saniyeyle birlikte hızlanıyordu. Lanet olsun! Onu görmek istiyordu! Bu istek onu sinirlendirdi. Elleri sarı saçlarının arasına kayıp, tutamlarını hırsla çekiştirirken, "Sikerim böyle işi!" diye sıkılı dişlerinin arasından söylendi. Kendiyle cebelleştiği uzun bir sürenin sonunda gözleri bir kez daha onun odasının camlarına ilişti. Oradaydı. Hala odasının içinde dolanıyordu. Oradaydı. Birkaç adım ötesinde... O gece, bir kez daha yenildi kendine. Ne ara odasına girdi, ne ara telefonunu kaptı bilmiyordu bile. Parmaklarının arasında sıkı sıkıya tuttuğu telefonla kendini tekrardan balkona attığında, hızla inip kalkan göğsü ile birlikte gözlerini bir kez daha esmerin hareketli siluetine dikti. Telefonuna kaydettiğinden beri ilk defa o ismin üzerine tıklayıp arama butonuna basarken ikinci kez düşünmedi. Boştaki eliyle mavi demirlere tutunurken, hırsla parlayan gözlerini onun penceresine dikti. Telefon çaldı, çaldı ve çaldı. Her çalışla birlikte Gökmen'in kaşları çatılıp, alt dudağı dişlerinin gazabına uğrarken heyecanı da yerini öfkeye bırakmaya başlamıştı. Açmazsa bir daha sikseler onu aramayacaktı! Ölecek olsa ve Arslan'dan başka yardım edebilecek kimse olmasa bile aramayacaktı hem de! Ancak beklediği olmadı. O, tam vazgeçip aramayı sonlandıracağı sırada karşı taraf aramayı cevapladı. "Hayırdır Gökkuş, hangi dağda kurt öldü?" diyen kanını donduracak kadar soğuk sesle birlikte kalbi göğüs kafesini hırpaladı. Alt dudağını dişleriyle ezerken bir elini saçlarına atıp dağınık tutamlarını iyice birbirine soktu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Hiç düşünmemişti ki! Niye aramıştı şimdi bu piçi? Ne diyecekti? Ne söylemeliydi? Ne dese rezil olmazdı? "Konuşmayacaksan kapatıyorum sarı, yorma beni akşam akşam." diyerek bezgin bir nefesin ardından konuşan aynı soğuk sesle, bir süredir nefes alıp vermekten başka hiçbir şey yapmadığını fark etti. Son sürat göğsünü döven kalbinin yavaşlamasını umarak, derin bir nefes alıp verdi. "Ne yapıyorsun?" dedi tutuk bir sesle. Arslan'ın afalladığını görmese de biliyordu. Muhtemelen Arslan da onu arasa ve üzerine böyle bir soru sorsa kendisi de afallardı. Ardından da telefonu suratına kapatırdı. Ancak esmer onun yapacağını yapmadı. Kısa süreli bir sessizliğin sonunda, "Film izliyordum." diye mırıldandı. Kendi gerilimi içinde kaybolmuş Gökmen onun sesindeki tereddüdü fark etmedi. "Sen?" "Çizim yapıyordum öyle. " dedi Gökmen, elinin altındaki demiri bir kez daha parmak boğumları bembeyaz kesilene kadar sıkıştırdı. Esmer delikanlı hala bu konuşmanın sebebini sorguluyor olacak ki, yine bir süre sessiz kaldı. "Ne çiziyorsun?" dedi Gökmen'e asırlar gibi gelen bir sürenin sonunda. "Bir şeyler işte." dedi geçiştirerek. Sohbet etmek için aramamıştı. Harbi, ne için aramıştı ki? Az balkona çık, yüzünü göreyim mi, diyecekti? Yok daha deler... "Balkona çıksana." Evet, bunu demişti. Evet, tamamen ayıkken ve kendindeyken. Ve evet, o demişti! Gözlerini sıkı sıkıya yumdu. Kulak kepçesinin utançla kızardığını hissederken, dudaklarını aralayıp lafı döndürecek bir şeyler söylemeye niyetlendi. Ancak içine çektiği derin nefesle sessizliğini korudu. Hattın karşısındaki sessizlikle iyice gerilip, içinden sövmeye başladığı sırada Arslan konuştu. "Sigara içecektim zaten, dur çıkayım." dedi, sanki Gökmen'in isteğinde hiçbir absürt yan yokmuş gibi dümdüz bir sesle. Gökmen, sertçe yutkunup, "Tamam." diye mırıldandı, titrek bir nefes eşliğinde. Mavi gözleri ise kaçamak bir şekilde esmerin balkonu ile hep müstakil evlerin olması sebebiyle fazlasıyla tenha olan sokak arasında gidip geliyordu. Biraz sonra, Arslan'ın perdesi aralanmış, balkon kapısı açılmış ve esmer görüş açısına girmişti. Gökmen, iyiden iyiye ritmi şaşan kalp atışlarıyla birlikte gözlerini günlerdir görmediği surete dikti. Aralarındaki metrelere rağmen ela gözlerin ağırlığını üzerinde hissederken, sertçe yutkundu. Parmak uçlarında karıncalar geziniyor ve karnı kasılıyordu ancak bunların ne olduğunu bilmiyordu. Yalnızca bunun delilik olduğunu biliyordu. Hissettiği ve hissetmemek için canını vereceği tüm bu şeyler o kadar yanlış ve absürttü ki, delilikten başka uygun kelime bulamıyordu. Yokuş aşağı bırakılan bir kar tanesi gibiydi hissettiği her şey. Sarhoş olup evleri karıştırdığı gece bırakılmıştı o yokuşa ve şimdi yolunun üzerindeki tüm karı toplaya toplaya iniyordu o yokuşu. Toslaması gereken duvarın yakınlarda olmasını umut etti. Onun kendi düşüncelerine gömüldüğü saniyelerde, Arslan sigarasını yakmış, tek dirseğini balkonunun demirlerine yaslamış ve gözlerini sarışının yalnızca bir karartı olarak gördüğü suretine dikmişti. Onun arkasından vuran ışık sayesinde Gökmen onu görüyordu ancak Gökmen'in odasının kapalı ışıkları neticesinde sarışın olan karanlığın içinde gizlenmiş bir haldeydi. Yine de Gökmen, Arslan onu görüyormuş, ela gözleri telaşlı mavilerine dikilmiş gibi gergindi. "Ne çiziyordun?" dedi Arslan, Gökmen'in konuşmayacağını anlayınca. Gökmen soruyla silkelenerek kendine geldi. Gözleri istemsiz bir şekilde hemen ayağının kenarındaki tahta levhanın üzerindeki kağıda kaydı. "Konsantre olamadığımdan hiçbir sikim çizemiyordum." dedi huysuz bir sesle. Neredeyse tüm gününü harcadığı çalışmanın koca bir hiçten ibaret olduğunu görmek bir kez daha sinirini bozdu. "Peki, ne çizmek istiyordun?" dedi esmer, sesindeki sıcak tonu engellemeden. Onun huysuz sesi hoşuna gitmiş olacak ki, sesinde hissedilir bir keyif vardı. "Ebenin amını diyeceğim ama evimi basmandan korkuyorum." dedi Gökmen, haftalar önce birbirlerinin yakalarına sarındıkları an gelince dudakları istemsizce kıvrıldı. Arslan'ın onun çizdiği resimlerle bir derdi olduğuna emindi. Lisedeyken de öyleydi. Onu defalarca masasının üzerinde unuttuğu çizim kağıtlarını dikizlerken yakalamıştı. Üstelik Arslan ondan bir yaş büyük olduğu için o zamanlar sınıfları aynı katta bile değildi. Sözleriyle Arslan sessiz bir gülüş bırakınca, dudaklarındaki minik kıvrım genişleyip bir sırıtışa dönüştü. "Yok sarı, şükür aklımızı daha peynir ekmekle yemedik. Evin önü neyse de, içine girmek için kafayı tamamen yemiş olmam gerekiyor." "Ağaçtan gel amına koyayım. İadeyi ziyaret olur işte. Beni indirdin, kendin de tırmanıver bir zahmet. " dedi Gökmen, bir omzunu silkerken. Sesi dalga geçtiğini ifade ediyordu ancak Arslan'ın bunu ciddiye almasından korkar gibi de tereddütlüydü. Zira esmerin arada kafası gidiyordu ona göre. Arslan'ın ela gözlerinin bu fikri tartar gibi ağaçta dolandığını ve düşünür gibi hımladığını fark edince, "Şaka yapıyorum allahın delisi. Gelme sakın." diye homurdandı. Arslan tatlı bir kıkırtı bırakınca alt dudağını bir kez daha dişleriyle hırpaladı. Gülüşünün yankısı sokağın karşısından kulaklarına dolunca sakinleyen nabzı bir kez daha hızlanmış, keyfi kaçmıştı. Sessizlik bir kez daha, iki balkon arasındaki mesafeye dizildi. "Niye aradın?" dedi esmer bir süre sonra. Sonunda Gökmen'in çekindiği soru rahatsız hissettiren sessizliğin ardından gelmişti. Zira o bilmese de, esmer de bu soruyu sormaktan bir o kadar çekinmiş ancak aralanan dudaklarına engel olamamıştı. Sarışın olan, derin bir nefes verdi. "Bekle bir, sigaramı alayım ben de." dedi zaman kazanmak için. Arslan sessizce bekleyince yere eğilip Atakan geldiğinde minderin altına sakladığı paketi buldu. Olması gerekenden daha uzun bir sürenin sonunda ucunu tutuşturduğu daldan ilk nefesini çekip verdikten sonra, "Ortalarda yoksun kaç gündür..." diye mırıldandı. "Yokum." dedi esmer delikanlı, sanki bu yeterli bir açıklamaymış gibi net bir sesle. Gökmen, bu cevap karşısında dişlerini gıcırdattı. Sanki görebilirmiş gibi ona ters bir bakış atarken, "Çok açıklayıcı oldu amına koduğum." dedi sert bir sesle. "Bu kadar detay vermene hiç gerek yoktu, zahmet ettin." "Vizelerim yaklaşıyor sarı, not toparlıyordum." dedi Arslan, sertçe yutkunurken. Bu aramanın sebebine an itibari ile aymıştı ve kahretsin ki an itibari ile içinde tutmak için dişlerini sıktığı öfke, vardığı farkındalıkla toz bulut olmuştu. Göğsüne şişiren bir nefes alıp verirken, sesinin daha önce hiç olmadığı kadar yumuşamasına engel olamadı. "Ne yapacaksın sen beni?" Harbi, ne yapacaktı Arslan'ı? Şerefsiz onu göt gibi bırakıp gitmişti o gece. O geceden sonra Arslan'la yapacağı tek şey puşta güzel bir meydan dayağı atmak olabilirdi. Ancak bu sıra bütün öfkesi yalnızca kendine yönelikti ve göt gibi bırakılmış olmasına rağmen bu konuda öfkeli hissetmiyordu. Peki, ne yapacaktı Arslan'ı? Dilinin ucuna bir sürü soru geldi. Esmer onu her arkada bırakışında avuçlarına soru işaretleri de bırakıyordu. Kamburunu at demişti mesela geçen gün. Öncesinde bir ahtım var demişti. Yapay ışıklardan bahsetmişti. Elinde tamamlanmamış, yarım bırakılmış birçok cümle vardı ve o cümlelerin tamamlanmasını istiyordu. Sen kamburunu attın mı, diye sormak istiyordu. Ahtın ne, benimle ne ilgisi var? Kim o yapay ışık? Seher mi? Özlüyor musun onu? Döneceğini öğrendiğin için mi günlerdir seni gören herkes dağılmış buluyor? Neden not topluyordum diye yalan söylüyorsun? Neden benden kaçıyorsun? O gün niye öyle durup dururken sinirlendi ki? Hiçbirini sormadı. "Tişörtün..." dedi sadece. "Hala bende. Onu verecektim." Bu sefer sessiz kalan Arslan'dı. Gökmen'in gözleri onun üzerinde dolandı. Keşke yüzünü görebilseydi. Ancak bu mesafeden, bu ışık seviyesiyle yüzünü tam seçemiyordu. "Verirsin bir ara, acelesi yok." dedi Arslan, sessizliği alıp verdiği derin nefesle bölmeden önce. "Tamam." dedi Gökmen, o görmese de kafasını salladı. Onun uysal tavrı Arslan'ın dişlerinin birbirine geçmesine neden oldu. Böyle olmamalıydı. Gökmen şu an sinirlenmeli ya da ona laf sokmalıydı. Gökmen onu akşamın bir köründe sebepsiz yere, ikisinin de umurunda olmayan bir tişörtü bahane ederek aramamalıydı. Yokluğunun sebebini merak etmemeliydi. Söylemek istediği çok şey var gibi uzun sessizliklerin arasında konuşacakmış gibi ani nefesler almamalıydı. Arslan, onun söyleyeceklerini bu kadar merak etmemeliydi. Günlerdir muhafaza ettiği hissetmeye hakkı bile olmayan öfke, onun kendisine attığı bu ufacık adımla buharlaşmamalıydı. Aklını başına toplayana, ışığın parlaklığı gözlerini kamaştırmayı bırakana kadar ondan uzak durma planı o ufacık adımla silinip gitmemeliydi. Kafayı yiyecekti. Güneş yakın zamanda doğmazsa ve o her geçen saniye daha da parlaklığı artan yapay ışık ortadan kaybolmazsa kafayı yiyecekti. Keşke kendi kendine sönseydi. Ya da keşke onca yıldır yanı başında olan o ışığın parlaklığını hiç fark etmeseydi. "Yarın ilk dersin kaçta bitiyor?" derken buldu kendini. Soru ağzından çıktığı an pişman oldu ancak kendine hakim olamıyordu. "Ne yapacaksın?" diye sordu Gökmen, ne ara pamuğuna dayandırdığını bilmediği izmariti ayağının dibine çektiği küllüğe atarken. "İlk dersinin bitiminde buluşalım." Gökmen'in gözleri hızla karşı evi buldu. "E ebesinin amı ama artık, bir randevulaşmadığımız eksikti. " diye homurdandı. Ses tonu Arslan'ın dudaklarının kıvrılmasına sebep oldu. Gökmen'in dikenlerini seviyordu. Huysuzluğu, ani yükselişleri, küfürleri ve daimi olarak çatılı kaşları Arslan'ın hoşuna gidiyordu. En çok da o dikenler onun yüzünden sivrildiğinde hoşlanıyordu o dikenlerden. "Tişört için soruyorum Gökkuş, çek dikenlerini." "Dikenlerim girsin sana." "Ulan kaç gündür dalaşamıyoruz diye aramadıysan ben de bir şey bilmiyorum. " dedi Arslan, kafasını iki yana sallarken sırıtışı genişlemişti. Keşke onun için aramış olsaydım dedi Gökmen içinden. Gerçek sebebinden çok daha kolaydı bu sebebi kabul etmek. Yine de onu aradığı için pişman değildi. Kabul etmek istemese de Arslanın sesinin duyduğu ilk an göğsündeki ağırlık bir anda yok olmuş, daha rahat nefes alır olmuştu. "Oğlum senin beyin fonksiyonlarında çıkarım yapacak kapasite yok, yorma kendini." dedi düşüncelerinin aksine ters bir sesle. "Tamam tamam demedik bir şey atarlı kuş, söyle hadi dersin kaçta bitiyor?" "Belli olmuyor." dedi Gökmen uzatmadan. "İlk ders uygulamalı, bazen uzayabiliyor." "Tamam, bitince haber ver o zaman. Gelir alırım ya da bir yerde buluşuruz." "Tamam." "İyi o zaman." "İyi." Sessizlik. Diğerinin aldığı nefesleri dinleyen iki delikanlı da sohbetin çıkmaza girdiğini ve artık telefonu kapamaları gerektiğinin farkındaydı. Ancak kimse bir atılımda bulunmuyor, hattın iki ucunu sarmış derin sessizlik büyümeye devam ediyordu. Sonunda Gökmen, durumun git gide saçma bir hal alışıyla, gözlerini devirip, "Kapasana amına koyayım, iyi geceler öpücüğü mü atayım, ne istiyorsun?" diye homurdandı. "Fena olmazdı. At bakayım bir tane. Ama ışığı aç, bir sikim göremiyorum böyle." dedi Arslan yüzüne yerleşen geniş sırıtış ses tonuna da yansımıştı. Gökmen bezgin bir nefes verdi. Arslan'ın ona sataşma şeklinden her zaman nefret etmişti. Ancak şimdi eskisinden daha çok nefret ettiğini hissediyordu. "Dalganı sikeyim senin." diye homurdanırken, morali bir kez daha dibi gördü. Dalga geçtiğini bilmesine rağmen içi gıdıklanmış, karnı istekle kasılmıştı. Arslan, dilinin ucuna kadar gelen, "Belki de dalga geçmiyorumdur?" cümlesini güçlükle yuttu. O cümlenin böylesine basitçe dudaklarından dökülmeye niyetlenmesi onu korkuttu. Dilini de, bedenini de, her saniye biraz daha şaha kalkan hislerini de zapt etmek, her geçen gün daha da zorlaşıyordu. "Hep bir sik sok derdindesin be sarı, geçen gün boynundaki morlukları görmesem; diyeceğim yokluk diline vurmuş ama yolundasın da maşallah." dedi. Alayla başladığı cümlenin sonuna doğru sesi istemsizce sertleşmiş, diline yanaşan zehirli sözcükleri yutmuştu. Bir haftadır kafayı yemişti ulan! Gökmen'in dumur olduğunu hattın ucundaki sessizlikten aldı. Haklıydı da. Sarışının bir eli boynunu buldu. Çoktan uçup gitmiş izleri saklamaya çalışır gibi avucunu oraya kaparken, onu telaşa sürükleyen şeyin ne olduğunu bilmiyordu. İçi sıkılmış, anlamsız bir rahatsızlık hissiyle sarmalanmıştı. Dudakları birkaç kez açılıp kapandı, ancak söyleyecek bir şey bulamadı. "Seni ilgilendirmez." derken buldu kendini. Sertçe yutkundu. "Kendi işine bak." Onun sesindeki savunmacı ton Arslan'ın dinmiş öfkesini bir anda harladı. Diliyle yanağının içini yoklarken, "Orası öyle tabii." dedi buz gibi bir sesle. "Ama birini sikerken, aynı anda diğerinin dudaklarına göz dikmek sana yakışmıyor sarı. Madem öyle, kendine çeki düzen ver; ya o gözlerine ya da iradene sahip çık." Gökmen'in kocaman olan gözleri, hızla Arslan'ı buldu. Nabzı daha önce hiç ulaşmadığı bir hıza ulaşırken, titreyen eli güç almak istercesine sıkı sıkıya önündeki demiri buldu. Fark etmiş olamazdı. Daha Gökmen bile yeni fark etmişti ulan! Atıyordu sadece, saçmalıyordu. "Ne diyorsun lan sen?" diye yükseldi bir anda. Utanç çoktan bütün hücrelerini sarmış, yakalanmış olmanın korkusu iliklerini sarmıştı. Arslan, içinden bir siktir çekti. Ağzını açarken amacı bu değildi. Kesinlikle bu değildi ancak bir haftadır muhafaza ettiği, ondan kaçarak zapt ettiği öfke, sarışının kurduğu tek bir cümleyle ipini koparmış, dilini ele geçirmişti. "Anladın sen onu." dedi buradan topu çeviremeyeceğini biliyordu. "Anlamadım amına koyayım!" diye bağırdı Gökmen. Sesi tüm sokakta yankılandı. Yakalanmış olma ihtimali onu utancın, hemen ardından öfkenin kollarına atmıştı. O yüzden yanakları utançla kızarmış, mavileri telaşla büyümüş, dilini ise öfkesi ele geçirmişti. "Ne diyeceksen doğrudan söyle. Beni saçma sapan imalarınla uğraştırma." Onun sonuna kadar inkar taktiğiyle ilerleyeceğini anlayan esmerin alnında ve boynunda birkaç damar şişti. Şeytan çok pis şeyler fısıldıyordu şu an kulağına. Başını bir yana eğip gözlerini sıkı sıkı yumdu. O bu değildi. Fevri kararlar almaz, anlık duygularla hareket etmezdi. Ulan daha düne kadar Gökmen'in ona yanaşmasından, duygularına hakim olamamasından korkuyordu. Şimdi onun yapmasından korktuğu şeyi kendi yapıyordu ve ne kadar istese de çenesini kapayamıyordu. "Ben diyeceğimi dedim zaten Gökkuş, salağa yatmak istiyorsan iyi uykular sana. Yarın dersin bitince ararsın, hadi eyvallah." dedi sert bir sesle ve ardından telefonu şok içindeki sarışının suratına kapadı. Kafasını kaldırıp, karanlığın içinde gizlenmiş olan adama keskin bir bakış attı. Bakışının yoğunluğu mesafeyi aşıp, kulakları uğulduyan, kanı çağlayan ve yüzü her geçen saniye utancın kızılına boyanan sarışının titrek bir nefes almasına sebep oldu. Kulağındaki telefonu yavaşça indirirken sertçe yutkundu. Artık ölmek için çok güzel bir nedeni vardı. Yakalanmıştı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD