GÖKKUŞ VS ARSLAN
Elindeki spiralli defteri sırt çantasına yerleştirip fermuarını çekerken telaşlı gözleri odasının krem rengi duvarında, çift kişilik yatağının üzerinde asılı duran dede eskisi antika saate takıldı. Akrebin sekize ulaşmasına yalnızca yirmi dakika kaldığını gördüğünde ağzının içinde bir küfür savurdu. Her sabah aynı telaşı yaşıyor olmaktan ölesiye yorulmuş olmasına rağmen yatağa sabaha karşı girmekten bir türlü vazgeçmiyordu.
İnce kemikli parmaklarını sarıya çalan saçlarının arasından geçirip, ince dudaklarını yalarken bir şey unutup unutmadığını anlamak için gözlerini odasında bir tur gezdirdi. Dün gece kafası kıyakken komodinin üzerine fırlattığı araba anahtarını görünce, ilk defa anahtarları mantıklı bir yere bıraktığı için şükredip anahtarı alıp kot pantolonunun cebine tıktı. Sırt çantasını da sırtına attıktan sonra sonunda yetişmesinin neredeyse imkansız olduğu derse girebilmek için odasından koşar adım çıktı.
Merdivenlerden hızlı hızlı indikten sonra, antreye ulaştığında burnuna dolan kızarmış ekmek kokusuyla guruldayan karnıyla ağlamaklı sesler çıkararak adımlarını çıkışa sürükledi.
"Ben çıkıyorum!" diye bağırdı salonda kahvaltı eden ailesine. O ayakkabılıktan aldığı siyah spor ayakkabılarını ayağına geçirirken, ellilerinin başında olan annesi şaşkın bir ifadesiyle salondan çıkıp yanına geldi. "Kahvaltı yapmadan mı gidiyorsun oğlum?" diye sordu.
Kafasını kaldırmadan, yere çömelip ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken, "Yok annem, sekizde dersim var, çok geç kaldım zaten. Ders arasında atıştırırım bir şeyler." dedi.
Annesi, "Dur iki dakika bekle. Ekmeğin arasına peynir domates koyayım bari yolda giderken yersin." deyip, aceleyle salona yönelince, "Ya annem gerek yok, okulda yerim işte bir şeyler." diye arkasından seslense de, çabasının boşa olduğunu biliyordu. Annesi çocukluğundan beri yemek yeme konusunda çok katıydı. Sanki iki saat aç kalsalar, çocukları bir yerde yığılıp kalacakmış, hasta olup yataklara düşecekmiş gibi evham yapıyordu.
"Olmaz öyle oğlum, aç açına çıkılır mı evden? Allah korusun, ya okula varmadan kan şekerin düşse? Hem kafan da çalışmaz senin, bilirim ben."
Sözlerini tamamlayıp, koşar adım salon kapısının ardında gözden kaybolan kadına bakıp, pes etmiş bir nefes verdi. Cebinden çıkardığı telefonla saati bir kez daha kontrol etti. Sekize çeyrek olduğunu görünce ofladı. Artık derse yetişmesine imkan yoktu ve geç kaldığı dersin hocasıyla arası zaten dönem başında yaşadıkları tartışma sebebiyle limoniydi. Böyle giderse adam ona tamamen takacaktı. Omuzları düşerken, ufukta görünen yaz okuluyla, kederle dudaklarını büktü.
Biraz sonra annesi elinde yarım ekmekle tekrar kapı girişinde belirince, battı balık yan gider zihniyetiyle asık suratıyla ekmeği alıp bir ısırık kopardı. "Abim nerede?" diye sordu, ağzındaki lokmayı ağır ağır çiğnerken.
Mihriban Hanım, sonunda oğlunun midesine bir şeyler girmesiyle içi rahatlamış bir şekilde başından arkaya doğru kayıp sarı saçlarını açığa çıkaran eşarbının önünü çekiştirdi. "Kahvaltı ediyor. Ne yapacaksın abini?" diye sordu.
"Arabası hala tamirdeymiş ya, ondan dedim. Sor bakayım, kahvaltısını bitirdiyse onu da atayım dükkâna. Zaten geç kaldım, artık 200le de gitsem yetişemem bari biraz sevap point kazanayım."
"Sabaha karşı eve gelirsen olacağı o tabii." Sarı ve seyrek kaşları çatılırken sesini alçaltıp devam etti. "Baban uyanacak da o saatte geldiğini görecek diye ödüm koptu. Bak Gökmen, son zamanlarda çok sık olmaya başladı bu geç gelmeler, kendine çeki düzen ver artık. Babanla uğraştırma beni, külahları değişmeyelim."
Gökmen, annesinin azarıyla gözlerini devirip ofladı. Haftada en az bir kere bu fırçayı yediğinden artık bağışıklık kazanmıştı. "Başlama sabah sabah yine Mihriban hatun ya, genciz kanımız kaynıyor işte. Ayrıca babamın da gençliğini biliyoruz. Az beklemedin onu pencere önlerinde, hiç konuşmasın boşuna."
Ekmeğinden bir büyük lokma daha alıp, başparmağının üzerine akan domates çekirdeklerini dudaklarıyla temizledi. Ağzındaki lokmayı ağır ağır çiğnerken, "Neyse hadi, söyle abime gelecekse bekleyeyim." dedi boğuk çıkan sesiyle.
Annesi oğlunun arsız tavrına ters bir bakışla karşılık verdi. Gökmen üç yaşından beri hep kendi kafasının dikine giden bir çocuk olduğundan, annesi onun bu tavırlarını yadırgamıyor ancak yine de onu uyarmadan da duramıyordu. Kafasını bezmiş bir şekilde iki yana sallarken, "Allah ıslah etsin seni evladım, ne diyeyim daha ben sana. " diye homurdanıp bir kez daha salon kapısının ardında gözden kaybolurken, Gökmen homurdanarak giden 1.55 boylarındaki tonton kadının arkasından sırıtarak baktı. Yusyuvarlak, sevimli suratıyla ve şefkatli gözleriyle, annesi ne kadar uğraşırsa uğraşın tehditkar olamıyordu.
Aslında annesine hak vermiyor değildi. Şu sıralar eve geç gelmeyi biraz abarttığının pek tabii kendi de farkındaydı. Dikkat etmeye çalışsa da, çoğu zaman saatin gece yarısını çoktan geçtiğini fark edemiyordu ya da çok geç fark ediyordu. Arkadaş ortamında ondan başka aile yanında üniversite okuyan yoktu. Bu nedenle ara sıra aile yanında kaldığını unutuyor, sanki öğrenci evinde kalıyormuş ve kimseye hesap vermesi gerekmiyormuş gibi bir rahatlıkla hareket ediyordu.
Gökmen'in asık bir suratla elindeki ekmeği kemirdiği ve özeleştiri yaptığı birkaç dakikanın sonunda abisi sonunda salon kapısında belirmişti. Ağzındaki lokmayı ağır ağır çiğneyen Göktuğ, kardeşine alaylı bir bakış atıp, "Surata bak. Yine yedin mi fırçayı?" dedi lokmasını yuttuktan sonra.
Gökmen, portmantodan aldığı ceketi üzerine geçiren ondan yalnızca üç yaş büyük abisine, "Yok ya, ondan değil. Derse geç kaldım yine. Hoca takık bana zaten, götüme girecek yaz okulu parasını düşünüyorum." diye cevap verirken yaslandığı kapıdan ayrıldı.
Göktuğ kardeşinin sözleriyle sessiz bir gülüş bıraktı. "Her sene o yaz okuluna kalıyorsun zaten sarı, hoca sana takmış takmamış ne fark eder." Onun sözlerinin haklılığıyla Gökmen'in suratı biraz daha asılırken, Göktuğ ayaklarına siyah, yeni boyanmış kundurularını geçirdi. "Ulan bir de okuduğun bölümde bölüm olsa anasını satayım. Mezun olunca ağzın açlıktan kokacak, yine başımıza kalacaksın."
Gökmen'in kaşları çatıldı. "Bu ülkede senin gibi geri kafalılar yüzünden sanatla uğraşan herkes aç kalıyor ulan. Ben bakarım başımın çaresine sen dertlenme. "
Aslında Güzel Sanatlar Fakültesini kazandığının açıklandığı gün, bu duruma en çok abisi sevinmiş, en büyük tebriği de ondan almıştı. Hatta o kadar sevinmişti ki, okula gidip gelirken 2-3 aktarma yapmak zorunda kalacağı toplu taşıma araçlarında sürünmesin, rahat gidip gelsin diye arabasını bile kardeşine vermişti. Tabii, birkaç ay sonra kendisine gıcır gıcır yeni bir araba almıştı ama olsundu.
Abisi liseye kadar ite kaka okuduktan sonra, kendisinden bir cacık olmayacağına karar verip babasının telefon dükkânını devralmıştı. O yüzden ya, kardeşinin üniversite okuyacak olması en başta ne okuduğunu umursamaksızın onunla gurur duymasını sağlamıştı. Ancak Türkiye'de ressam olmanın aç olmakla eş değer olduğunu söyleyen eş dostla birlikte kardeşi adına duyduğu sevinç yerini endişeye bırakmış, bu çocuk mezun olunca karnını nasıl doyuracak düşüncesi gelip şakaklarına yerleşmişti.
"Neyse hadi çık. Dükkanı açayım hemen, buçukta bayiden geleceklerdi."
Gökmen homurdanmaya devam ederken boştaki eliyle evin demir kapısını açtı. Yüzüne vuran çiçek kokularıyla uyandığından beri gitgide bozulan morali anında bir miktar düzelmişti.
Baharın müjdesini her yıl ilk olarak evlerinin önündeki geniş bahçeden alırlardı. Kışın yapraklarını dökmüş, dalları Gökmen'in odasının penceresine değen yarım asırlık meşe ağacının dallarını yapraklar donatıp, bahçelerindeki çiçeklerin dallarında tomurcuklar filizlenince baharın geldiğine emin oluyordu Gökmen. Tüm çocukluğu bu bahçede geçtiğinden belki de, bahçeleri ne zaman çiçek kokularına bulansa içi sıcacık oluyordu. Burnuna ergenliğe kadar her baharda meşe ağacının kalın dallarına kurdukları salıncakta sallanırken yüzüne vuran rüzgarın güzel kokusu doluyordu. O, her ağaca tırmanıp ev ahalinin düşüp yine bir yerlerini kıracak korkusuyla ağacın altında saatlerce onu ikna etmeye çalıştığı anlar sanki dün olmuş gibi gözünün önüne geliyor, her seferinde yüzünü özlem dolu bir tebessüm kaplıyordu. O bahçenin her yeri Gökmen'in çocukluğuydu ve ne zaman bahar gelip bahçe canlansa
Gökmen'in yüreğini bir çocuk sevinci kaplıyordu. Gözlerini kapayıp içine derin bir nefes çekti. Bir an için dünyanın bütün kederi ve sorunlarını o aldığı nefesi bırakırken vermiş gibi yüzünü huzurlu bir gülümseme kapladı. "Bayılıyorum şu havaya be!"
Abisi onun bu aniden nükseden romantik hareketlerine alışık olduğu için gözlerini kapamış, huzurla gülümseyen kardeşine gözlerini devirmekle yetindi. "Hadi abim, hadi."
Gökmen, belki bir mucize olur da yoklama kağıdı tüm sınıfı dolanmadan yetişmeye başarırım ümidiyle abisini ikiletmedi. Akşam eve biraz erken gelip, ağacın altına bir minder atıp, kulaklarına kulaklıklarını takıp resim yaparak biraz önce anlık olarak içine düştüğü huzuru tekrar bulmayı aklının köşesine not edip, hala elinde olan ekmeği dişlerinin arasına sıkıştırdı. Cep kısmı biraz dar olan kotunun cebinden arabanın anahtarına ulaşmaya çalıştığı sırada kötü başlayan gününe bahar kokusuyla dolan bir parça umuda göz diken o sesi duydu.
"Bu sabah annen ağzına mamanı bırakamadı mı Gökkuş?" diyen alaylı sesle, kaşları anında çatıldı. İçinde yer etmiş bir parça huzur, hissettiği öfke ateşiyle bir buz parçası gibi eridi gitti. Mavi gözleri, evlerinin tam karşısında, kendi evleriyle duvar renginden, meşe ağacına, penceresinden kapı koluna, çitinden çiçeğine kadar neredeyse birebir aynı olan evin önündeki esmer delikanlıyı buldu.
Dişlerinin arasındaki ekmeği sertçe çekip, ağzındaki lokmayı yutarken çocukluğundan beri düşman bildiği herife nefretle baktı.
"Sana da hayırlı sabahlar sayın amına koduğum." dedi Gökmen.
Yaptığı iğnelemeye cevap vermemişti çünkü verecek cevabı yoktu. Mihriban Hanım, fazla anaç bir kadındı. Kendini kocası ve evlatları için paraladığı yetmiyormuş gibi, çocuklarının yaşları kaç olursa olsun, arada hala beş yaşındalarmış gibi- ki çocuklarının en küçüğü bu sene 18'ine basacaktı- kendi elleriyle beslemek gibi kötü bir huyu vardı. Onunla alay eden esmer, bu görüntüye bir kere şahit olmuştu ve o günden beri sık sık onu bu sözlerle iğneliyordu.
Yanındaki abisi bıkkın bir nefes verip, "Gökmen, sabah sabah tatsızlık çıkarmayın yine." diye uyarıda bulunsa da, Gökmen'in onu takmayacağını biliyordu.
Esmer delikanlı, ellerini üzerindeki lacivert kapüşonlu hırkanın ceplerine yerleştirirken, "Sabah sabah yine bütün neşen üstünde bakıyorum." dedi yüzündeki alaylı ifadeyi bozmadan. "Küfürler falan havada uçuşuyor."
Göktuğ, "Arslan, hadi abim belanı arama sabah sabah." deyip, Gökmen'i kolundan tutup, arabaya doğru çekiştirse de Gökmen yerinden kıpırdamamaya yeminli gibi çatılı kaşları ve nefret dolu gözleriyle karşısındaki esmere bakıyordu. Aralarındaki caddeye rağmen esmerin ela gözleri da Göktuğ'u malum bir yerine takmadan onun mavilerindeydi. Ancak Gökmen'in yüzündeki bariz nefretin aksine, onun karaları alayla bakıyor, dudakları da o bakışı desteklemek ister gibi yukarı doğru bir kavis çiziyordu.
Bu sabah bakışmaları ikili için de rutine dönmüş bir eylemdi. Bu eylemi gerçekleştirmek için ikisinden birinin bir şey söylemesine bile gerek yoktu. Gözlerine yerleşmiş nefret ve öfke daha el kadar birer bebeyken, ailelerinin tutumları neticesinde öğrenilmiş bir davranış olarak içlerine yerleşmiş, zamanla vücutlarının bir parçası haline gelmişti. Utanınca kızarmak gibiydi onların bu birbirlerini görünce içlerine düştükleri öfke. İnsan doğduğunda utanç duygusunu bilmezdi ancak çevresindeki insanların utandıklarında kızardıklarını gözlemleyince vücut utanınca kızarmak gerektiğini öğrenir, bunu reflekse dönüştürürdü ya heh, onların nefreti ve öfkesi de işte o hesaptı.
"Senin yüzünü gören insanda neşe mi kalır lan kan emici?" dedi Gökmen, onun alayını bir ayna gibi yansıtmaya çalışsa da başarılı olamıyordu.
Arslan, Gökmen'in sözleriyle samimiyetsiz bir gülüş bıraktı. Kalçasını arabasının kapısına yaslarken, alayla kıvrılmış dudaklarını yalayıp, "Kendimde küçüklüğümden beri en takdir ettiğim beceri ne biliyor musun?" dedi, ela gözleri aralarındaki dar sokağa rağmen hala mavilerdeyken.
Gökmen'in tek kaşı havalanırken, abisine döndü. "Abim, bunun elle tutulur tek icraatı anasının amından çıkmayı başarabilmiş olmak değil miydi ya, başka becerileri de mi varmış? Bunca yıldır komşuyuz, hiç şahit olmadık. Allah allah, çok şaşırdım!" dedi yalancı bir şaşkınlıkla.
Abisi ikilinin arasındaki seviyesiz diyaloga gözlerini devirip, "He abim he." diyerek ofladı. Ağzının içinde ettiği küfürlerle Gökmen'in elindeki anahtarı alıp, arabanın kapısını açıp yolcu koltuğuna kuruldu. Sabah sabah hiç uğraşamayacaktı bu iki deliyle. Başka zaman olsa keyifle kardeşine katılırdı ancak o sabah hiç havasında değildi.
Arslan, onun başarısız laf sokma girişimine güldü. "Bende ne marifetler var, görsen dudağın uçuklar sarı. İstersen şöyle arka tarafa doğru gel..." Yüzündeki gevşek gülümseme genişlerken, göz kırptı. "Abin sana iki-üç hareket öğretsin. Ne me lazım, belki aşk hayatın hareketlenir de sağ elindeki nasırlar biraz nefes alır lan."
Gökmen'in tek eli yumruk olurken, mavileri biraz daha karardı. Uzun zamandır yumruklaşmadıklarından, birkaç yumruk için parmaklarının ihtiyaçla kasıldığını hissetti. Gökmen'in biseksüel olduğunu öğrendiğinden beri esmer delikanlı sık sık ona bu tarz imalarda bulunur olmuştu.
Geçen yıl, Güzel Sanatlar Fakültesi ile Mühendislik Fakültesinin ortasında bulunan kantinde bir arkadaşının ayarsız ses tonuyla, "Oğlum ben anlamıyorum, hem kadınlara hem erkeklere kaldırabiliyorken sen hala nasıl yalnızsın lan?" demesiyle, birkaç masa arkalarından bir gürültü kopmuştu. Gökmen, kafasını çevirip de esmerin şaşkın bir suratla yerinde doğrulduğunu ve büyümüş elalarının ona sabitlendiğini gördüğünde ağzından çıkan tek şey, "Ha siktir!" olmuştu. Haftalarca ecel terleri dökse de ilginç ve hala anlam veremediği bir şekilde Arslan öğrendiği bilgiyi kendine saklamıştı.
Evet, tüm eğitim kademelerini aynı eğitim kurumlarında tamamladıkları yetmiyormuş gibi üniversitede de aynı okulu tutturmuşlardı. Gökmen'in tek avuntusu aynı bölümü okumuyor olmaları olsa da fakülte binaları yan yana, takıldıkları alanlar ortak olunca kendini avutma çabaları baltalanmıştı.
"Bizim kitabımızda hayvana kaldırmak günah be kedi, evrimini tamamlayınca gelirsin, o zaman baka-"
"Gökmen sidik yarışını bırak da bin şu arabaya. Buçukta bayiden gelecekler diyorum oğlum, deli etme adamı. Okulda devam edersiniz sidik yarışınıza." diye arabanın camını indirip bağıran abisiyle sözü kesilince çatılı kaşlarıyla hala yaslandığı yerde gram tavır değişikliği sergilemeden ona bakan esmere son bir sert bakış atıp, sürücü kapısına yöneldi.
"Sonra görüşeceğiz seninle." dedi arabaya binmeden, bir kez daha öfkeli mavilerini elalara çevirdi. Esmer delikanlı, sessiz bir gülüş bırakıp, ona el sallarken, "Sen git sarı, kızdırma abi kuşu. Ben sana mesajla iletirim cevabımı." deyince, kafasını bir yana eğip,
"Hasbin Allah!" diyerek sertçe kapıyı açıp kendini arabaya attı.
Sürücü koltuğuna oturup, kasılmış çenesiyle kapıyı hışımla kapadıktan sonra arabayı çalıştırdı. Çantasını arka tarafa fırlatıp, elindeki ekmeğin kalan son parçasını sinirle ağzına tıktı. Lokmasını sert hareketlerle çiğnerken, arabayı hareket ettirmeden önce elleri kot pantolonunun cebinde hala keyifli bir sırıtmayla onu izleyen esmere nefret dolu bir bakış attı. Şeytan arabayı üstüne sürmesi için dürtse de ona uymadı. Gazı kökleyip, mahallenin çıkışına sürdü.