Arslan öfkeliydi. Daha önce olmadığı kadar, daha önce hissetmediği kadar derin bir öfkenin koynunda kıvranıyordu. Kime öfkeli olduğunu bile bilmiyordu üstelik. Kendisine mi? Yoksa o aptal kuşa mı?
Önüne çıkan taşı sertçe tekmeleyerek uçururken adımlarını biraz daha hızlandırdı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. İstediği tek şey, o otoparka geri dönmek ve Gökmen kollarının arasında eriyene, istediğini inkar etmeyi bırakana, daha fazlası için yalvarana kadar ağzını tarumar etmekti.
Ama yapamazdı. Yapamayacak olmasının ne gururla, ne de aptal kuşun daha sonra ona hayatı zindan edecek olma ihtimaliyle alakası yoktu. Yapamazdı. Çünkü Gökmen'le öyle bir topa girmenin, aralarındaki sınırı aşmanın ona getirebileceği sıkıntıları sırtlanacak cesareti yoktu. İki tanıdık gibi karşılıklı oturmayı bile başaramıyorlarken, olmayan ilişkilerine bir de ıslak öpücükler eklemenin ne ona ne de Gökmen'e bir faydası dokunmayacaktı. Tam tersine aralarındaki yoğun çekimle hisleri zamanla perçinlenecek, yalnızca cinsel çekimden ibaret olan duygular asla kaymaması gereken bir noktaya kayacaktı. Her şeyi boş verse bile, ailevi durumları ortadaydı. İkisi de ayaküstü denk gelseler biri görür diye kafa selamı bile vermeye korkarken o perçinlenen hislerle ne bok yiyeceklerdi? Geleceği olmayan, geleceği yalnızca ikisini de mahvedecek bir ilişkiye çekilmelerine izin veremezdi.
İstemiyordu bile! Gökmen'le siktiri boktan bir ilişkinin içine girmek istemiyordu bile! Ama yine de ona direnişine, kollarının arasında ihtiyaçla titrerken dudaklarına kapanmayışına deli oluyordu. Hissettiği çekimi kabullenmeyişine deli oluyordu! O kaçtıkça, kaçındıkça Arslan karabasan gibi üzerine çökmek istiyordu.
Öfkeli adımları ağaçlık alanın ortasındaki çardağa vardığında, düşünmeden kendini içeriye atıp, boş oturağa oturdu. Sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Kafasını toplamaya ve mantıklı davranmaya ihtiyacı vardı. O böyle bir adam değildi. Anlık gazlarla, anlık duygu durumlarıyla hareket etmezdi. Düşünmeden bir işe kalkışmaz; önce bütün olasılıkları düşünüp, en doğru olduğu düşündüğü yoldan ilerlerdi.
"Konu Gökmen olunca her seferinde kendini kaybediyorsun." diyen iç sesine hak verdi. Doğruydu. Konu Gökmen olunca Arslan, her zaman kendinden beklemediği tepkiler koyuyordu ortaya. Konu Gökmen olunca Arslan neyi neden yaptığını uzun zamandır kestiremiyordu. Yıllardır niçin onu her sabah kapıda beklediğini bilmiyordu mesela. Ona sataşmanın, onu sinirlendirmenin niye bu kadar hoşuna gittiğini bilmiyordu. Onunla dövüşmekten bile keyif alıyordu ve bunun ne mantıklı bir tarafı, ne de akla yatkın bir açıklamasını bulamıyordu. Bunca husumete rağmen ondan neden nefret edemediğini de, neden neredeyse çocukluğundan beri sürekli onun götünü kurtardığını da bilemiyordu.
Arslan, konu Gökmen olduğunda tepeden tırnağa bir bilinmezler yumağıydı ve kendini çözmeye çalışmayı yıllar önce bırakmıştı. Ancak keşke vakti zamanında o yumağı görmezden gelmek yerine çözmeye çalışsaydım diyordu son günlerde. Belki o zaman Gökmen'e karşı hissettiği tüm bu şeyleri hissetmezdi. Belki zamanında müdahale edebilirdi. Şimdi dizgininden kurtulan bir at gibi dörtnala at koşturmazdı içinde bu duygu yığınları.
Vahim bir durumdaydı ve kendine acımadan edemiyordu.
Başını ellerinin arasına aldığında birçok duyguyu aynı anda sırtlanan omuzları çökmüş, zemine dikilen gözleri öfkeyle koyulaşmıştı. Öfkeliydi. En çok kendisineydi bu öfke. Ona duyduğu çekime karşı duramayan, bir önceki gece tişörtünü aldığı gibi suratına bakmadan arkasını döneceğini kendine defalarca söyleyip, ardından onu arabaya mıhlayıp dibine giren kendisineydi. Onu böylesine bir şevkle kışkırtan, öpsün diye neredeyse yalvaracak duruma gelen kendisine...
"Ulan gidip de senden ölümüne nefret eden bir adama tutulacak kadar ne yaşadın amına koyayım?" diyerek kendi kendine söylendi. Kendi sözleriyle yine kendi kendine kaş çattı. Tutulmuş muydu sahiden? O sınırı aşmış mıydı harbiden?
Çaresiz bir iniltiyle kafasını geriye atıp, bir yangını ağırlayan elalarını çardağın tavanına dikerken ciğerini şişiren bir nefes alıp verdi. Boğazına yerleşen yumru ve ciğerindeki yangınla başı beladaydı şimdi. "Kendine gel lan." diye fısıldadı titrek bir sesle. "Bu şey ikinizi de bitirir oğlum, kendine gel..."
***
Dalgın gözleri önündeki limonata bardağının içinde git gide küçülen buz küplerini izlerken, zihni uzun zaman sonra ilk kez sessizdi. Onu hırpalayıp duran iç sesi, bir şeylerin yolunda olmadığını fark etmiş gibi kendi köşesine çekilmiş, Gökmen'i zihnindeki boşlukla baş başa bırakmıştı. Sarışın olan ise o boşlukla ne yapması gerektiğini bilemiyordu. O boşluğu gündelik hayatın sıkıntıları ve sorumluluklarıyla doldurmaya çalışıyor; iç sesinin sindiği köşeden çıkmaması için derin düşüncelerden kaçınıyordu.
İçli bir nefes alıp verip, önündeki limonata bardağının içindeki renkli pipetle bardağının içinde küçük bir girdap oluştururken, dışarıdan derin düşüncelere dalmış gibi gözükse de aslında akşam yemeğinde ne yemek istediğini düşünüyordu. Tavuk mu yeseydi, yoksa et mi? Et güzel olurdu ya, böyle bol yağlı, soğanlı, biberli... Yanında bulgur pilavı mı, pirinç pilavı mı yeseydi acaba? Yanında ne içseydi? Biraz şişkinliği var gibiydi; en iyisi asitli içeceklerden kaçınmaktı.
"Gökmen?" diyen endişeli sesi duyduğunda gözlerini yavaşça kaydırıp, karşısında kaşları çatılı bir şekilde ona bakan arkadaş topluluğunda uyuşukça gözlerini gezdirdi.
"On dakikadır seninle konuşuyoruz bro." dedi Derman, kaşlarını havaya kaldırarak.
Gökmen, yavaşça sandalyesinde doğrulup, zira neredeyse masanın üzerinde yatıyordu, sarı saçlarını karıştırdı.
"Duymamışım, ne diyordunuz?"
Onun ruhsuz sesiyle arkadaşları birbirleriyle kaçamak bir şekilde bakıştı. Gruplarının genelde babası konumunda bulunan Ufuk, derin bir nefes alıp, "Gökmen, neyin var senin kardeşim? Ne oluyor?" dedi.
"Ne oluyormuş?"
Uygar, onun kendinden bir haber tavrı karşısında bıkkın bir ifadeyle dudaklarını araladı.
"Ne mi oluyormuş? Oğlum senin için bile anormal sayılacak bir hızla yükselip alçalıyorsun sürekli. Ulan yükseldikten iki dakika sonra bir bakıyoruz bitkisel hayattaymış gibi dakikalarca boşlukla bakışıyorsun. Hepsini geçtim, iki haftadır manyak manyak kendinle tartıştığının farkında mısın? Harbi biraz daha devam edersen kolundan tutup psikoloğa sürükleyeceğim seni."
Gökmen'in önce kaşları şaşkınlıkla havalandı. Dudakları anında kendini savunmak için aralansa da Sibel izin vermedi.
"Aslında psikologlar insanın kendisiyle konuşmasının çok sağlıklı olduğunu söylüyorlar." dedi kumral kız, çenesini eline yaslamış, sıkıldığını gösterir gibi suratını asmıştı.
"Hangi psikolog diyormuş onu? Ulan benim amcam ergenliğinden beri sürekli kendisiyle konuşuyordu. En son otuzundayken götürdük psikoloğa adam şizofren çıktı." dedi Derman, masanın ortasındaki çerez tabağını tırtıklarken.
"Sallama ziya, amcan nasıl otuz yaşında olabilir amına koyayım? Sen 23 yaşındasın." dedi Uygar, masanın üzerinden uzanıp tam karşısında oturan delikanlıyı alnının ortasından ittirdi.
"Ulan otuz yaşındayken doktora götürdük dedim, amcam otuz yaşında mı dedim? Götünle değil, kulağınla dinle lale."
Gökmen, ortada dönen manasız muhabbetle gözlerini devirip cevap vermekten vazgeçti. Önündeki bardaktan bir yudum alıp, "Çok boş adamlarsınız lan, valla." dedi.
Uygar, arkasına yaslanıp, masada kime ait olduğunu bilmediği paketten bir dal sigara alıp dudaklarına koyarken, "Sen doluyu boşu bırak da şu eteğindeki taşları bir dök artık Göko. Tahmin yürütmekten imanımız gevredi iki haftadır." dedi, itiraz istemeyen bir sesle.
"Yok bir şey." dedi, limonatasından bir yudum almadan önce. Bu sıralar, bu soruya en popüler cevabı buydu. Halini soran herkese bu cevabı veriyordu. Ailesi, çocukluk arkadaşları ve şimdi okul arkadaşları. Mütemadiyen herkes aynı soruyu soruyor, aynı cevabı alıyordu. Gökmen, ruh halini dışarıya yansıtıyor olmaktan ilk defa bu kadar nefret ediyordu.
Arkadaşlarının gözleri onun üzerinde inceleyici bir şekilde gezinirken, o bakışların yoğunluğunun verdiği rahatsızlıkla donuk gözlerini boş boş mekanda gezdirdi. Bu mekanı seviyordu.
'Açık Mikrofon'
Adı bile hoşuna gidiyordu. Kan kırmızı masaları ilk zamanlar onda biraz pavyona geldim hissiyatı yaşatsa da zamanla o hissi aşmış, o masalardan da hoşlanmaya başlamıştı. Burası hakkında hoşlanmadığı tek şey kalabalığıydı. Yedi yirmi dört hınca hınç, çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu bir kalabalıkla doluydu. O kalabalığa sebep olan şey ise, mekanın en göz önünde yerine kurulmuş ayaklı mikrofon ve daimi olarak bir sonraki solistini bekleyen orkestraydı. Bazen halkın içinden çıkan eşsiz seslerle kulak pası silenler çıkıyordu o sahneye. Bazen ise yersiz bir özgüvenle kulak tırmalayanlar... Ancak mekanın adı gibi, sahnedeki mikrofon herkese açıktı.
Artık her karesine aşina olduğu mekanı, dostlarının bakışlarından kaçırmak için bir kez daha incelerken gözleri hiç zorlanmadan, sanki orada olduğunu biliyormuş gibi esmer bir surette duraksadı. Aynıanda gönlü gürültüyle yuvasında çırpındı. Feri gitmiş mavilerine can geldi.
Onu görmeyi beklemiyordu. Karşılaşmaları imkansız olduğundan falan değil. Mekan son günlerde kampüsteki neredeyse herkesin ilk uğrak mekanıydı. Yine de esmer delikanlının gece hayatı kendisininki kadar aktif olmadığından onu görmeyi ummuyor, görmeyi de hiç istemiyordu. İçine titrek bir nefes çekerken, mavi hareleri onun üzerinde usulca dolandı. Kıyafetleri sabahkinden farklıydı. Demek ki Gökmen'in aksine evine uğramıştı. Üzerinde her zaman görmeye alışık olduğu sweatler yerine oversize siyah, baskılı bir tişört, altında siyah bir kot vardı. Göğsünün ortasına doğru sarkan parıltı, muhtemelen kolye ucuydu. Saçları her zamanki gibi kendi halinde dağınık, yüzüne yerleştirdiği geniş gülümseme Gökmen'e layık gördüklerinin zıttı olarak sahiciydi. Allahsız herif, çok yakışıklıydı!
Yakışıklı mı demişti o?
Gözlerini hızla önündeki masaya indirirken, dişlerini bir kez daha dudaklarını geçirdi.
Tüm gün kaçınmıştı. Tüm gün onu düşünmekten, onunla geçirdiği birkaç dakikadan uzun olmayan ancak canına okuyan anları düşünmekten, ona attığı son bakışı düşünmekten, giderken kurduğu cümleleri düşünmekten kaçınmıştı. Ve işte, buraya kadardı. Bu ona kaderinin bir oyunu olmalıydı. Bunun başka açıklaması yoktu. Kaçtıkça ona daha çok çekiliyordu resmen. Önünde bir yol uzanıyordu. Uzun, bol sapaklı, engebeli... Ve Gökmen hangi sapaktan giderse gitsin yolu ona çıkıyordu sanki. Kaçmak da, koşmak da, kafasını çevirmek de, gözlerini kapamakta bir işe yaramıyordu.
Gözleri engel olamadığı bir şekilde bir kez daha onu buldu. Gülüşünde, sık sık sakallarını yoklayan ellerinde, konuşurken kısılan gözlerinde, ara ara dudaklarına yanaştırdığı sigarayla içe göçen yanaklarında ağır ağır gezindi. Ne zamandır buradaydı acaba? Gökmen'i görmüş müydü? Sık sık buraya geliyor muydu ki? Yoksa düşündüğü gibi kaderin cilvesi miydi, o aklına geldikçe kanını kaynatan sabahın ardından burada denk gelmeleri?
Onun düşüncelere daldığı sıralarda esmer delikanlı garson arar gibi yerinde doğrulup bakışlarını mekanda gezdirdi. Ela gözler, mavilerine değdiği anda göğsü bir kez daha kalbinin gazabına uğrarken içine titrek bir nefes çekti. O baş selamı vermeye hazırlanırken, Arslan sanki gözleri ona değil de tanımadığı bir yüze değmiş gibi bir ilgisizlikle yüzünü çevirip gördüğü garsona el edince dumur oldu. Bir an için ona baka kaldı. Diğer saniye ise hızla kafasını önüne eğip, kızaran kulaklarıyla diliyle yanağını şişirdi. Ulan neydi bu herifin derdi? Ne istiyordu Gökmen'den? Neydi bu tavırlar? Gökmen ondan hoşlanır diye falan mı korkuyordu? O yüzden mi sabah öyle demişti? Bakma demişti? Ondan mı demişti? Onu öpmek istediğini kabul etse yine bakma mı diyecekti? Ne istiyordu bu adam ondan? Madem ondan hoşlanmasından bu kadar korkuyordu neden dibine girip duruyordu? Bu kadar mı eğlenceliydi Gökmen'le uğraşmak?
"Gökmen?" diyen, omzunu dürten biraz öncekinden daha endişeli sesle kafasını kaldırdı. Gözleri yanı başındaki Uygar'ı buldu. Daimi olarak işin gırgırında olan arkadaşının çatık kaşları ve düz bir çizgi halini almış dudakları ile içindeki kaosu olduğu gibi dışarıya yansıttığına, dakikalardır kendisine yöneltilen hiçbir soruyu duymadığına emin oldu.
Derin bir nefes verip, "Yok bir şey." diyerek bir kez daha geçiştirdi onları. Neyse, hazır mikrofonda boştayken yok mu aranızda bir babayiğit, bize bir şarkı söylesin?" diye devam etti, onların itiraz etmesine fırsat tanımadan. Yüz ifadelerini kontrol edemiyordu ve artık hiçbirinin ona bakmamasına ihtiyacı vardı.
Uygar, onun niyetini anladı. Zira sarışın delikanlının yüzü kaskatı, bedeni gergindi. Derin bir nefes verip, onun bir kez daha kaçmasına izin verdi. "Söyleyeyim mi bir tane? Var mı istek parça?" dedi yüzündeki sırıtışla, kaşlarını havaya kaldırıp indirdi. Aralarında en kart sesli olan kendisi olduğundan herkes suratını buruşturunca, höykürerek gülüp, "E ben kafama göre takılayım o zaman." diyerek ayaklandı.
"Yemin ederim, mekandan atacaklar bizi." dedi Sibel, ağlamaklı bir sesle.
Gökmen, onun yüzündeki ifadeye yarım bir gülümsemeyle bakarken, gözleri Uygar'ın sahneye çıkışını izleme ayağına, kendine bile çaktırmamaya çalışarak bir kez daha esmere döndü ve yüzündeki yarım gülümseme de böylece silindi. Absürt bir şey yoktu. Yalnızca biraz önce orada olmadığına emin olduğu, kolunun altına aldığı kıza doğru eğilmiş, yüzünde güzel bir gülümsemeyle bir şeyler anlatıyordu. Arkadaşı olabilirdi. Gökmen de sık sık arkadaşlarıyla böyle yakın temaslara giriyordu. Her şey normaldi. Normal olmayan tek şey, Gökmen'in göğsündeki ani sıkışmaydı. Normal olmayan tek şey, o görüntünün kanına bir kibrit çakıp tutuşturmasıydı. Normal olmayan tek şey Gökmen'in ta kendisiydi!
İnsan kendinden korkar mıydı? İnsanın kendi hislerinden ödü kopar mıydı? Gökmen'in o anda, yalnızca birkaç saniyeliğine duyumsadığı o histen ödü koptu. O görüntüye bir dakika daha maruz kalsa, yapabileceklerinden ödü koptu.
Bir anda ayaklandı. Masanın üzerinde kendisine ait olan her şeyi, görmeyen gözlerle toparlarken, göğsünü sıkıştıran görüntüye bir kez daha bakmamak için dişlerini sıktı. Arkadaşlarının şaşkın bakışları ve soruları arasında, "Eve geçiyorum ben, yarın görüşürüz okulda." diye hızlıca konuşup, onu durdurmalarına izin vermeden mekandan çıktı.
Serin hava yüzüne vurdu, saçlarını uçuşturdu, ciğerlerine doldu. Yanından hızla geçen bir araba kornaya abandı. Birkaç tanıdık kişi onu görüp seslendi. Ancak Gökmen hiçbirini duymadı, hissetmedi.
Göğsünde bir sancı vardı. Zehirli, dikenli ve öfkeli bir sancı. Boğazında bir yumru vardı. Nefes aldırmayan, korkutan, canını yakan bir yumru. Her yutmaya çalıştığında midesini bulandıran o yumrunun adı farkındalıktı.