Aynadaki aksiyle bakışan sarışın delikanlının gözleri kendi mavi kürelerindeydi. Gözlerinin mavisini ilk kez görüyormuş gibi bir ilgiyle incelerken zihninde, "Göğsümde başka maviler buldum." cümlesi yankılanıp duruyordu. Acaba diyordu kendine. O maviler bu maviler olabilir mi? Ardından zihni, esmerin erkeklerden hoşlanmıyorum deyişini getirip önüne koyuyordu.
Ellerini yasladığı lavabo mermerinden çekip, bir elini çenesindeki sarımtırak tüylere atarken bıkkın bir nefes verdi. Dünden beri Arslan'ın ne yapmaya çalıştığını irdelemekten beyninin bütün kıvrımları sızlıyordu. Esmerin her sözünün, her hareketinin altını kazıyıp gerçek niyetini anlamaya çalışıyordu ama nafile, ne kadar uğraşırsa uğraşsın eli bir önceki gece kadar boştu. Avuçlarında karmakarışık bir yumak vardı ve bir türlü ucunu bulup da o düğümü çözemiyordu. Hoş, çözse bile o yumakla ne yapacaktı onu da bilmiyordu. Zira Arslan'la bir ilişki düşleyemiyordu. Oysa bilinçaltı onunla aynı fikirde değildi. Çünkü günlerdir rüyaları Arslan'la doluydu. Birkaç gün önceye kadar yalnızca ateşli öpücüklerden ibaret olan rüyaları son günlerde yerini daha romantik olanlarına bırakmıştı. Mesela bu sabah saçlarında onun dokunuşunun, yanağında sıcak göğsünün, dudaklarında onun dudaklarının iziyle gözlerini aralamış, birkaç dakika boş gözlerle tavanına bakıp kırılan gerçeklik algısının tekrar oluşmasını beklemişti. Rüyanın etkisinden tamamen çıkmayı başardığında ise göğsünde derin bir sızıyla ellerinin arasındaki battaniyeyi sıkıştırarak sesli küfürler etmişti.
Islak saçlarını geriye doğru tarayıp, çıplak bedeninin alt tarafını beyaz bir havluyla kapatırken mavi gözlerine son bir bakış atıp ağzının içinde homurdandı. Kendi duygularının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de puştun dengesiz hareketlerinin iç dünyasını karıştırmasıyla uğraşıyordu.
Banyo kapısını açıp geçtiği yerlere ıslak izlerini bırakarak odasına doğru adımlarken kaşları çatılıydı. Aşağıdan gelen çatal bıçak sesleri ev ahalisinin kahvaltı faslına geçiş yaptığını ikaz ediyordu lakin Gökmen'in ne iştahı, ne de babasının azarlarını dinleyecek takati yoktu. Yüzünde, dün geceden arta kalan kavganın izleriyle kahvaltı masasına oturduğu an azar seansının başlayacağını biliyordu. Elbette babası da en az onlar kadar Akınal pataklamaktan hoşlanıyordu lakin lüzumsuz ve sebepsiz edilen kavgalar konusunda anlamsız bir katılığı vardı. Bu sebeple onu tatmin eden bir açıklama duymadığı müddetçe oğullarının kavga edişlerine müsamaha göstermiyor, her sebepsiz kavgadan sonra bir güzel ağızlarına sıçıyordu.
Abisi sırf bu yüzden hafta sonu olmasına rağmen mal gelecek bahanesi ile babası uyanmadan önce sabahın köründe evden tüymüştü. O sebeple zaten uyuşuk olan hareketlerini bilinçli bir şekilde daha da yavaşlattı. Babası evden çıkana kadar odasında oyalanacak, ardından da sırtına çantasını vurduğu gibi toz olacaktı. Yüzü gözü tam olarak iyileşene kadar da babasıyla köşe kapmaca oynamayı planlıyordu. Gece geç gel, sabahın köründe tüy taktiğiyle ilerleyecekti.
İlk güzergâhı Kaya'nın eviydi. Zira dün geceki arbedede arabasını yol ortasında, anahtarı kontağında bir başına bırakmıştı. Yaka paça karakola alınınca da yetim kalan arabasına Kaya sahip çıkmıştı. Gece, 'Araban bende, sabaha gelip alırsın.' diye tripli bir mesaj atmıştı arkadaşı. Gökmen öylesine dağılmış bir haldeydi ki, o mesajı görene kadar arabasının akıbeti aklının ucuna bile gelmemişti.
Derin bir nefes verip, ıslak saçlarını bir eliyle hızlı hızlı karıştırıp suyunu etrafa saçarken homurdandı. Tek istediği bir parça huzurdu lakin isteğinin aksine sürekli gerilimle haşır neşir oluyordu. Sonra niye agresifsin Gökmen? Önü, arkası, sağı, solu kaostu. O kaostan saklanamayan Gökmen de barut fıçısıydı işte.
Vücudunu kurulayıp ağırlaşan havluyu omzuna attıktan sonra dolabına yöneldi. Eline ilk gelen kıyafetleri alıp yatağının üzerine doğru fırlattıktan sonra altına siyah bir iç çamaşırı geçirdi. Ağır ağır hazırlanarak geçirdiği bir yarım saatin sonunda odasının kapısını her ihtimale karşı kilitleyip kendisini balkonuna atıp bir sigara yaktı. Nemli saçları yüzüne vuran hafif rüzgarla savrulurken, sigarayı dudaklarıyla kıstırıp, kafasını geriye attı. İstediği bir parça huzuru ararken çektiği zehirli soluğu burnundan verip, sigarayı parmaklarına geçirdi. Lakin zihninden bir an olsun atamadığı sıfat sağ olsun, kendi köşesine çekildiği o saniyelerde bile huzur kapısının önünden geçmiyordu.
Dün geceden şu saate kadar zihnini ince ince kemiren sesler bir an olsun susmamıştı. Geçmişe dönüp duruyor, sarhoş olup yanlışlıkla Arslan'ın evine girdiği günden beri olan her şeyi; her konuşmayı, her davranışı, her mimiği hatırlamaya çalışıyor, hatırlayabildiklerini çepeçevre inceliyordu. Lakin elleri hala bomboştu. Esmerin tavırları öylesine tutarsız, öylesine birbirinden farklıydı ki bir türlü bir sonuca varamıyordu. Aradığı cevap neydi, ne keşfetmeyi umuyordu, onu bile tam olarak bilmiyordu. Hislerinin karşılıklı olmasının ya da olmamasının bir önemi yoktu. Karşılıklı olsa da susup bastıracaktı, olmasa da... O zaman neydi bu merak? Neydi bu anlam verme çabası? Kendi de bilmiyordu.
Sigarasını duman duman kısaltarak geçirdiği birinci dakikanın sonunda göğsünü şişiren bir oflamayla kafasını kaldırdı. Bir eliyle seyrek sarı sakallarını sıvazlayıp, mavi kürelerini tüm bu ayarsız düşünsel ve ruhsal sancılara sebep veren esmerin balkonuna çevirirken, kendini kandırmayı bırakışının getirisinin verdiği gönül rahatlığıyla öncekilerinin aksine bedeni kasım kasım kasılmamıştı. Lakin boş bir pencere görmeyi beklerken, dirseklerini balkon demirine yaslamış esmerle göz göze gelince irkildi. Anında göğüs kafesinde parendeler atan kalbiyle sigarasını tutan parmakları seğirip dalı yere düşürünce ağzının içinde bir küfür savurup, eğilip dalı yerden aldı. Kafasını ağır ağır yerden kaldırıp, bir kez daha gram çekince belirtisi göstermeden açık açık onu izleyen esmere baktı.
Üzerindeki elalar kulaklarının kızarmasına sebebiyet verdi. Zira dünden sonra ona bakmak da, onunla karşılaşmak da çok zordu. Kendine bile güç bela itiraf ettiği bir gerçeği adamın suratına doğru bas bas bağırmıştı. "Vura vura dökeceksin içimdekini!" diye bağrışı hala kulaklarını incitiyordu. Sıcağı sıcağına onunla yüzleşmekte o kadar zorlanmamıştı ancak şimdi o anlar aklına geldikçe kulak kepçesi utançla kızarıyor, üzerine dikilmiş elalara karşılık vermekte zorlanıyordu.
Sertçe yutkunup, ona bakmaktan kaçınarak kafasını önüne eğdi. Hafifçe titreyen ellerindeki dalı dudaklarına yanaştırırken olmamış gibi davran diye kendine hatırlattı. Salağa yatma konusunda profesyonel sayılırdı. Bunu yapabilirdi. Adamın yüzüne ondan hoşlandığını bağırmamış gibi yapabilirdi. Evet, çok kolaydı. Onu öpmek isteyen dudaklarından küfürler salmaya, onu görünce içine akan sıcaklığı görmezden gelip yüzünü ekşitmeye, onu sarmalamak isteyen parmaklarını birer yumruğa dönüştürmeye devam edebilirdi. Bunu yapabilirdi... Yapabilirdi değil mi? O kadar da hoşlanmıyordu canım. Aşık falan değildi. Sadece etkileniyordu. Biraz fazla etkileniyordu o kadar. Adam çok yakışıklıydı sonuçta. Onun tipi olmasa da yakışıklıydı yani. Sonra çok güzel gülüyordu. Gülüşü insanın içini sıcacık ediyordu. Gözleri her zaman çok anlamlı bakıyor, ela hareleri insanın göğsünü gıdıklıyordu. Ve- Dur dedi kendine. Düşüncelerinin seyrettiği yer bir bataklıktı ve Gökmen'in daha fazla batacak takati yoktu.
Hemen sağındaki küçük beyaz sehpanın üzerindeki telefonu titreyince mavi hareleri oraya kaydı. Gözleri telefonun ekranına değdiği anda karnı heyecanla kasıldı ve biraz önceki bataklığın dibinde buldu kendini. Zira bildirim panelindeki isim birkaç metre ötesindeki esmere aitti.
Gözleri anında karşı evi buldu. Arslan, elindeki telefonu kaldırıp hafifçe sallayınca tutuk bir hamleyle telefona uzandı. Mesajı sağa kaydırıp açarken, karnındaki heyecan kasılmalarını görmezden gelmeye çalıştı. Bir mesaja heyecanlanacak da değildi ulan! İyice kafayı yemişti.
Arslan:
Perdelerin çekili değilken odanın içinde dal taşak dolanma bir daha.
Okuduğu mesajın tersliği bile karnındaki heyecanı yatıştıramadı. Lakin şaşırmıştı. Gözleri istemsizce kendi pencerelerini buldu. Güneşin altında uyumayı sevdiğinden perdeleri hep açık olurdu ve yine öyleydi. Sonunda kadar açık perdeleri neticesinde odasının içi olduğu gibi meydandı. Çıplaklıktan utanmak gibi ahlak kurallarını pek önemsediği söylenemezdi. Yiğidin malı meydandadır mottosu ile yaşıyordu. Yani daha geçen yaz, gecenin karanlığında çırılçıplak denize girmişliği vardı. Üstelik bunu yaparken neredeyse tüm arkadaş çevresi de oradaydı.
Sigarasını dudaklarıyla kıstırıp, tek gözünü dumandan korunmak amacıyla kısarken parmaklarını telefon ekranında hareket ettirmeden önce gözünü kırpmadan onu izleyen esmere kısa bir bakış attı.
Gökmen:
Hayırdır rahatsız mı oldun?
Arslan:
Evet, bir daha olmasın.
Gökmen'in bu cevapla kontrol edemediği bir şekilde suratı düştü. Göğsündeki heyecan yavaşça yerini hafif bir kızgınlığa bırakırken, mavi küreleri karşı evi bulup, esmere sert bir bakış attı. Piçin dengesizliğinden illallah etmişti. Herif dün gece saçını okşamış, güle oynaya yanından ayrılmıştı. Şimdi bu tavır neydi böyle?
Gökmen:
Kendi evimde nasıl dolaşacağımı sana soracak değilim. Çok rahatsız olduysan bakma amına koyayım.
Arslan:
İnan, odanın içini yalnızca ben görsem sıkıntı değil :)
Ablamın penceresi de senin odanı görüyor farkındaysan ve abimin.
Giyinirken perdeni çekmen o kadar da zor değil Gökkuş. Tek bir bilek hareketiyle başarırsın bence
Gökmen, ilk cümlenin içinde sıcak bir şeylerin akmasına sebebiyet vermesiyle dudaklarını ısırdı. Arslan'a soyunmak istemesi normal miydi? Mesela şu an üzerindeki tişörtü çıkarıp atası falan gelmişti. Esmerin onun çıplak bedenini dikizleyecek olmasının düşüncesi bile kanını kaynatınca iç geçirdi. Anlaşılan iyice kafayı yiyordu. Durup dururken salak salak fanteziler bile edinmişti. Ayrıca daha biraz önce sinirliydi. Nereye gitmişti o fokurtu?
Bakışları telefonundan yavaşça önce Arslan'ın ablası Aysima'nın odasına ardından bir kez daha esmere değerken bir kez daha iç geçirdi.
Onunla atışmak istemiyordu. Cidden istemiyordu. Çünkü onca yıllık düşmanlıkları boyunca ilk kez onunla atışmaktan keyif alıyordu. İlk kez onunla atışarak flörtleşmek istiyordu ve bu düşünce sinir bozucuydu.
Parmakları isteksizce klavyede gezinirken, ona diklenmek isteyen tarafını güçlükle bastırdı.
Gökmen:
İyi tamam, çekeriz.
Arslan'ın gözleri telefon ekranından ona döndüğünde dudaklarındaki minik sırıtışı seçti. Nedenini bilmediği bir şekilde o sırıtışla kalp atışları bir kez daha hızlanırken elinde neredeyse sönmüş sigarayı küllüğe fırlatıp gözlerini kaçırdı. Çıplak ayağını anlamsızca yere sürterken, kafasını kaldırmadan yalnızca gözlerini havalandırarak karşı balkona kaçamak bir bakış attı. Memnun sırıtışı hala yüzünde ona bakıyordu. Uysal davranmasının esmerin hoşuna gittiğini düşündü. Çünkü ne zaman öyle davransa Arslan aynı şimdi olduğu gibi memnun bir sırıtış takınıyordu. Eskiden bu bilgi, yalnızca köpürmesine neden olurdu. Lakin şimdi o sırıtış yalnızca içini gıdıklıyordu. Şemsiyenin götüne girdiğini anlaması için daha fazla kanıta ihtiyacı yoktu. Arslan'a artık eskisi gibi davranamayacağını görmesine bu üç-dört mesaj yetmişti.
Elindeki telefonu bir kez daha titreyince bakışlarını açık sohbet sayfasına indirdi.
Arslan:
Yüzün nasıl?
Eli refleksle yüzüne gitti. Açıkçası o kadar yumruğa bu kadar hasar az bileydi. Canı yanıyordu yanmasına da Arslan'ın yumruklarının bıraktığı acıyı sırtlanmaya yıllar önce alıştığından belki de yüzündeki berelerin varlığını sık sık unutuyordu. Yine de onun tarafından yumruklanmak ilk defa kanına dokunuyordu. Gücenmiş hissetmesine engel olamıyordu. Oysa ilk yumruğu o savurmuştu esmerin yüzüne...
Gökmen:
Ne zamandan beri verdiğin hasarı takıyorsun?
Arslan:
Senin aksine canını yakmaktan asla hoşlanmadım.
Yani verdiğim hasarı dün de önemsiyordum, bugün de. Yalnızca şu an insan gibi konuşabildiğimiz için ilk defa durumunu sorma fırsatım oluyor.
Bu cevap Gökmen'in görmezden geldiği ancak varlığının bal gibide farkında olduğu yumuşak bir yeri okşadı. Göğsü heyecanla sıkıştı. İçine çektiği nefesle kendini, aklıselim kalması ve salak salak fikirlere kapılmaması gerektiği konusunda telkin ettikten sonra cevap verdi.
Gökmen:
Dün attığın yumrukları düşünürsek bence canımı yakmayı baya bir seviyorsun.
Tepkisini merak ettiğinden kafasını kaldırıp gözlerini bir kez daha esmere çevirdi. Onun çatık kaşlarla mesajını okuyuşunu izledi. Yanağını şişiren dilini ve parmaklarının klavyesinde hızlı hızlı dolanışını izlerken göğsü git gide ağırlaştı.
Arslan:
İlk yumruğu sen attın Gökmen.
İkinciyi de öyle.
Beni buna mecbur bırakıp, ardından trip atamazsın.
Mesajı Gökmen'in zoruna gitti. İçeriğinin gerçek oluşu mu, yoksa gerçekten trip attığını fark edişi miydi sebep, emin değildi. Tek bildiği utandığı ve okuduklarının içini sıktığıydı.
Gökmen:
Ne tribi lan dalyarak
Sen kimsin ki sana trip atayım lan ben
Kendine gel.
Arslan:
Beni yoruyorsun Gökkuş...
Gökmen, tuhaf bir şekilde son mesajın onu bozguna uğratışıyla öylece kalakaldı. Muayyen gününde miydi acaba? Bu mesajın moralini bu kadar bozmasının başka bir açıklaması olamazdı. Sertçe yutkunup, asılan suratını tek eliyle sıvazladı. Ağzının içinde kendine birkaç küfür etti.
Gökmen:
Yoruyorsam, uğraşma benimle aslan parçası. İşine bak.
Yazıp gönderdikten sonra kafasını önüne eğip ona bakmaktan kaçınarak ayaklandı. En iyisi çıkıp gitmek; bedenini de düşüncelerini de Arslan'dan uzaklaştırmaktı. Zira esmerle arasındaki mesafe ne kadar kapanırsa o kadar saçma davranıyordu.
Arslan ise fevri hareketlerle balkonu terk eden sarışının arkasından iç geçirerek baktı. Harbi yoruyordu. Salaklığıyla ayrı, aksi halleriyle ayrı yoruyordu. Bir elini çenesinin altına yaslayıp, "Başımın belası." diye mırıldandı, şimdi boş olan Gökmen'in balkonuna dudaklarında yarım bir tebessümle bakarken. Keşke uğraşmamak gibi bir şansı olsaydı. Keşke kendini geri çekebilse ve onu kendi haline bırakabilseydi. Ama yapamıyordu, elinde değildi. Her an, her saniye onu görmek, onunla konuşmak, ona bakmak ama en kötüsü ona dokunmak istiyordu ve kendisiyle baş edemiyordu.
İki eliyle birden yüzünü sıvazlarken, "Fark et artık." diye fısıldadı. "Fark et ve bana gel Gökkuş."
Sabrı kalmamıştı. Ancak kararı onun vermesine ihtiyacı vardı. Ona adımlayıp duruyordu lakin nihai adımı sarışının atması gerekiyordu ama tabii önce kaçmayı bırakıp, gözünün önündeki gerçeği fark etmeliydi.
Kaçmak ya da kaçmamak... İşte bütün mesele buydu.
***
Yüzünü yasladığı serin cam ile keyifsiz ve bomboş bakan mavilerini renk renk, desen desen, envai çeşit modelin bulunduğu telefon kaplarının asılı olduğu duvara dikmiş sarışın delikanlı sıkıntıdan ölmek üzereydi.
Saatler önce Arslan'dan kaçmak için evden çıkmaya yeltendiğinde kapı ağzında babasıyla denk gelmiş ve olan olmuş; yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuştu. Babası Tibet Bey, önce yüzünde memnuniyetsiz bir ifade, gözlerinde duvarı delecek kadar sert bir bakışla Gökmen'in yüzünü, daha doğrusu Arslan tarafından açılmış taptaze yaralarını süzmüş ardından saydırmaya başlamıştı.
Gökmen yarım saat süren, bir türlü adam olamadığı üst başlıklı konuşma boyunca ellerini önünde kavuşturup, başını eğip babasının azar seansının bitmesini uslu uslu beklemiş, kapı ağzından kıs kıs gülen yeğenini gözleriyle tehdit ederek vakit öldürmüştü. Lakin babası öfkesini yeterince çıkaramamış olacak ki onu kolundan tuttuğu gibi abisinin dükkanına sürüklemişti. Bundan sonra her hafta sonu burada çalışacak, abisine yardım edecek, iş öğrenecekti. Serseriliği bırakmasının zamanı gelmişti de geçiyordu. Çünkü bu kafayla giderse mezun olunca aç kalacak, yine babasının eline bakacaktı, şimdiden iş öğrenmesi en iyisiydi.
Sonuç olarak burada, ışıl ışıl telefon kaplarını izleyerek dakikaları sayıyor, gelen 3-5 müşteriyle ilgilenen abisine her fırsatta onu salması için acıklı bakışlar atıyor, ara ara yükselip kafasına yediği şamarla yükseldiği yerden indirilip eski pozisyonuna dönüyordu.
Sıkıntıyla oflayıp, kafasını camdan kaldırdı. Dirseklerini cam tezgaha dayayıp, uykusuzluktan morarmış gözaltı torbalarını parmak uçlarıyla yoklarken, "Abi gideyim mi ben artık? Saat zaten sekize vardı." diye sıkıntılı bir sesle sordu.
Biraz önce satın aldığı ikinci el telefonu özenle temizleyen Göktuğ, hain bir sırıtışla kıvrılan dudaklarıyla işine devam ederken, "Emir büyük yerden sarı, dükkanı kapatana kadar buradasın." dedi.
Gökmen, abisinden onuncu kez duyduğu aynı cevapla iç geçirdi. "Ulan adam gibi müşteri bile gelmiyor! İki kişi fazla işte bu dükkana! Ne diye korkuluk gibi dikiyorsunuz beni buraya ya?" diye homurdandı.
"Ulan ben çok mutluyum sanki! Bir boka yaradığında yok, anca ayak bağı oluyorsun zaten."
"İyi ya işte, sal beni. Ben yoluma bakayım, sen işine."
Göktuğ, elindeki telefonu önündeki cam tezgahın içine yerleştirirken, kafasını bir kenara yatırıp sabır çekti. Gökmen bazen harbiden çekilmiyordu. Yine de sabırlı bir sesle devam etti. "Çok sıkıldıysan çık biraz esnafla sohbet et, insan içine karış. Hem komşu komşunun külüne muhtaçtır oğlum, yarın öbür gün işin düşer, kapılarını çalacak yüzün olsun."
Gökmen, "Aman ne eğlenceli aktivite! Bırak ya, dikileyim şurada daha iyi." diye homurdanmaya devam edince Göktuğ bezgin bir nefes verdi. Babası bir tuşla iki kuş vurmuştu resmen. Gökmen'i dükkanla, onu Gökmen'le cezalandırıyordu.
"Aksiyon arıyorsan, karşı dükkana yollayayım seni." dedi kafasıyla Akın'ın telefon dükkanını işaret ederken. "Aytaç abinin telefonu arızalandı. Yalvar yakar bana getirdi halledeyim diye. Bir haftadır göndereceğim bir türlü kimseyi yakalayamıyorum."
Göktuğ telefon tamir işinden gram anlamıyordu. Bu zamana kadar yanına aldığı elemanların hepsi de fos çıktığından bir süre sonra tamirat işinden vazgeçmiş, gelen müşteriyi geri çevirmeye başlamıştı. Onun aksine Akın tamir işinden anlıyordu ve Göktuğ bazen hiç istemese de iş başka düşmanlık başka kafasıyla arada ona iş gönderiyor, elbette payını da alıyordu. Aytaç ise en yakın arkadaşıydı ve en az Göktuğ kadar Akın'la kanlı bıçaklıydı. Bundan mütevellit kırık telefonunu kendi götüremeyip, Göktuğ'a paslamıştı.
Gökmen, yüzünü ekşiterek dükkanın cam duvarından karşı caddedeki telefoncuya bir bakış attı. Tam ağzını açıp istemez diyecekti ki, Akın götünün yamulmuş yüzünü görüp az dalga geçip eğlenirim düşüncesiyle, "Ver götüreyim, az dalga geçerim pezevenkle." dedi sırıtarak.
Göktuğ, kardeşinin yüzündeki şeytani sırıtışa göz devirip, "Telefonu teslim ettikten sonra sataş bari. Aytaç'ın telefonu olduğunu da çaktırma, şerefsiz bile bile hurdaya çıkarır telefonu." diyerek cam bölmeden çıkardığı ekranı parçalanmış telefonu homurdanarak kardeşine uzattı. "Ekranı değişecek, bir de hoparlörleri temizlenecek."
Gökmen kafasını sallayıp, hevesle telefonu aldı. Caddenin karşısına neredeyse seke seke geçip, yüzünde iğreti bir sırıtışla düşmanın ininin kapısını savurarak açtı. Lakin cam tezgahın arkasında gördüğü yüz Akın'a değil, köşe bucak kaçmayı planladığı esmere aitti.
Esmer delikanlının cam tezgahın üzerine serdiği gazetenin üzerinde dolanan ela gözleri onu bulunca bir eli kapının üzerinde öylece kalakaldı. Yüzündeki hain sırıtış anında dağılırken, "Senin burada ne işin var lan?" dedi gayri ihtiyari.
Arslan yavaşça yerinde doğrulup elindeki kalemi gazetenin üzerine bırakırken, "Son baktığımda burası benim dükkanımdı sarı, asıl senin ne işin var burada?" dedi kaşlarını havaya kaldırarak.
Gökmen, üzerindeki şaşkınlıktan sıyrılıp içeriye girdi. Kapıyı arkasından kapatırken, bir elini sarı saçlarına atıp karıştırırken, küçük adımlarla Arslan'ın önüne ilerledi. Hazırlıksız yakalanışıyla göğsünü hırpalamaya başlamış kalbini birkaç derin nefesle yatıştırmaya çalıştıktan sonra boğazını temizleyip, "Bir tamir işi varmış, onu getirmiştim. Akın götü yok mu?" diye mırıldandı.
Arslan, onun asla ona değmeyen mavi gözlerindeki telaşla bıyık altından sırıtırken, "Dünün hesabını sormaya Asu'ya gitti." dedi. Elini Gökmen'e doğru uzatıp, "Ver, ben not alıp koyarım arka tarafa. Gelince bakar." diye devam etti.
Gökmen, elindeki telefonu tutuk bir hamleyle esmerin avuç içine bıraktı. Parmak uçları esmerin her zamanki gibi soğuk olan tenine değdiğinde karnı kasıldı. Soğukluğuna tezat, parmak uçlarından başlayıp tüm vücuduna bir sıcaklık yayındı. İçi gıdıklandı. Küçücük bir temas zihnini dağıtırken, elini hızla kendine çekip, refleksle parmaklarını kotunun kumaşına sürttü.
Arslan'ın gözleri adım adım onun hareketlerini takip etti. Dili alt dudağını sıkıntıyla yoklarken, içli bir nefes alıp verdi. "Bulaşıcı bir hastalığım yok Gökkuş, kasma bu kadar." dedi alaylı bir sesle.
Gökmen'in mavileri kısaca ona dokunup tekrar zemine dönerken, "Elin soğuk, ondan irkildim sadece." diye saçmaladı.
Esmer delikanlı üzerindeki siyah kapüşonluyu anlamsızca çekiştirip, kasanın yanındaki kalem kağıda uzandı. "Ne yapılacakmış buna?"
Gökmen kendisine ait olamayacak kadar özgüvensiz bir sesle, "Ekran değişimi ve hoparlör temizleme." diye mırıldandı.
Arslan onun söylediklerini kafasını sallayarak not alırken, Gökmen'in mavileri de onun eğri büğrü yazısını takip etti. Böyle güzel parmakların bu kadar çirkin yazıyor oluşu çok garipti.
"Yazın bok gibi."
Arslan kafasını kağıttan kaldırmadan gözlerini parmaklarında dolanan mavilere kısa bir bakış atıp, dudakları hafifçe kıvrılırken,
"Yine ağzından bal damlıyor." dedi.
"Bok gibi yazıya iltifat mı edeyim?" derken Gökmen'in amacı ortamı gerip, heyecanla titreyen ellerine bahane bulmaktı.
Arslan iç geçirdi. "Telefon kimin? Müşteri bilgisi de vermen lazım ki bir şey olursa iletişim kurabilelim." diyerek konuyu değiştirdi. Ona istediğini vermeyecekti. Gökmen onunla uslu uslu konuşmayı öğrenecekti. İster seve seve, ister sike sike... Ama bir şekilde öğrenmesini sağlayacaktı.
Gökmen, istediğini alamamanın getirdiği hayal kırıklığıyla düşen suratını saklamadan, " Aytaç abininmiş ama söyleme abine. Malum araları sik gibi. Bir şey olursa abimle iletişim kurmasını söyle." dedi.
"Ulan bir parça toprak için koca koca insanların düştüğü hallere bak." diye homurdandı Arslan, telefonu köşeye itelerken. "Millet de bizim yüzümüzden gereksiz yere birbirine bilenip duruyor."
Gökmen, onun çatılan kaşlarını ve yüzünün aldığı öfkeli ifadeyi sakince izledi. Esmerin gerçek bir öfkeyle sarılı yüzüne bakarken, bu ifadeyi en son ne zaman gördüğünü düşündü. Eskiden sık sık karşılaştığı bu öfkeli suratı artık çok nadir gördüğünü fark ettiğinde şaşırmadı. Bir şeyler değişiyordu. Hem içte, hem dışta. Bunun farkındaydı.
"Sadece bir parça toprak mevzusu değil mevzu, biliyorsun..." derken buldu kendini. "Halan amcamın aklını çelmeseydi bu düşmanlık belki de yıllar önce bitmiş olurdu. "
Arslan'ın sertleşen bakışları onun mavilerine dokundu. "Saçma sapan konuşma." dedi sert bir sesle. "Dedeleri zamanında bir parça toprak için birbirine girdi diye, kendilerine ait olmayan bir nefreti kuşanamadılar diye kimse kimseyi suçlayamaz."
Sesindeki ciddiyet Gökmen'i hazırlıksız yakaladı. Yüzünde ebleh bir ifadeyle onun savunmacı tondaki cümlelerini dinlemeye devam etti.
"Bir insanın gönlüne, ne sevgiyi ne de nefreti zorla ekemezsin. Bak işte, yıllarca birbirlerinden nefret etmeleri dikte edilmiş ama olmamış. Herkese ve her şeye rağmen birbirlerini sevmişler, herkesi karşılarına alıp tüm bu nefretten uzakta sıfırdan bir hayat kurmayı göze almışlar. Yani bu düşmanlığın büyümesi onların suçu değil, geride kalanların seçimiydi yalnızca. "
Derin bir nefes alıp, elalarını Gökmen'in mavilerine ciddiyetle dikti. "Amcan da, halam da hayran olunası derecede cesur insanlarmış. Keşke onları tanıma fırsatım olsaydı."
Gökmen'in titreyen gözbebekleri, aralık dudaklarıyla ona aval aval bakmaya devam etmesiyle, Arslan kıvrılan alt dudağını diliyle yoklayıp, ona doğru eğildi. "Niye öyle aval aval bakıyorsun sarı? Yanlış mıyım? Sevmek suç mu?"
Gökmen ağır ağır gözlerini kırpıştırarak kendine gelirken, göğsündeki sebepsiz ağrıyla gözlerini zemine indirdi. 'Yanlış değilsin. Sevmek suç değil.' Diye bağıran iç sesini zorlukla bastırıp, boğazına kurulan yumruyla birlikte yuttu sözcükleri.
"Yanlışsın." dedi, güçsüz bir sesle.
Değildi. Yanlış değildi. Lakin yanlış olduğuna en çok kendisini ikna etmeye ihtiyacı vardı. Yanlıştı. Ona karşı ne idiğü belirsiz bu duyguları hissetmemeliydi. Onu gördüğünde nabzı hızlanmamalı, boğazı kurumamalı, avuç içleri terlememeliydi. Her göz göze gelişlerinde karnı kasılmamalıydı ya da. Arslan ona öfkeyle baktığında göynü incinmemeliydi. Hissettiği her şey yanlış olmalıydı.
Ama değildi işte. Oysa bu yaşına kadar amcasına da, Arslan'ın halasına da öfke kusmuştu. İkisini de hiç tanımamış, aşklarına, bakışlarına, çaresizliğine hiç şahit olmamışken yapmıştı bunu üstelik. İkili, Gökmen daha portakalda vitaminken birbirlerini sevmiş, bir gece gizlice yanlarına sevdalarından başka hiçbir şey almadan kaçmışlardı. Gökmen amcasını ona anlatılan hikayelerden tanıyordu yalnızca. Babası kardeşinin adını hiç ağzına almamıştı. Düşman kızıyla kaçtığı gün onun için kardeşi ölmüş, hatta hiç var olmamış gibi silinmişti. Ancak halasının her evlerini ziyarete geldiğinde ve komşu evdeki Akınalları gördüğünde çenesi düşerdi.
Amcasından bahsederken, yüzünü iğrenç bir şey yemiş gibi buruşturup, "Küçükken de öyleydi Tuğrul. Ne vefa bilirdi, ne dostluk. Biriyle iyi anlaştı mı, diğerini hemen satardı." derdi. Gökmen de amcasına bilenir dururdu. Şimdi ise yıllar önce onun olduğu konumda, onun durduğu yerdeydi. Bir düşmana kaptırıyordu gönlünü ve kendine dur diyemiyordu. Demek ki, zamanında çok içten kınamıştı onu ki, kınadığı başına gelmişti. Tek dileği hikayenin sonunun bu sefer aynı olmamasıydı.
Tırnaklarını avuç içlerine sürterken kafasını kaldırıp sertleşen ela gözlere dikti mavilerini. "Hiçbir duygu; ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir duygu ailene ihanet etmenin bahanesi olamaz. Gerekirse bağrına taş basarsın ama ailenin yüzünü yere çalmazsın. Amcam da, halan da bencil, nankör ve vefasız insanlarmış. Cesur diyerek onları aklama." Dedi. Sesindeki bir şey kendi canını yaktı. Nereden tutsa elinde kalacak bir sevdanın merkezine doğru gün be gün çekiliyordu ve çoğu zaman neden ona çekilmesinin yanlış olduğunu bile unutuyordu.
Arslan'ın kasılan çenesiyle belirginleşen yüz hatları, çatılan kara kaşları ve aldığı öfkeli solukla genişleyen burun delikleriyle gözlerini kaçırdı. Gitse iyi olacaktı. Burada birbirlerine girerlerse sıkıntı olurdu. Dünden sonra ne onun canını yakmak, ne de onun tarafından canının yakılmasıyla baş edebilecekmiş gibi hissetmiyordu. Bir adım geriye gidip, dudaklarını veda cümlesi kurmak için aralayacağı vakit, esmerin alaylı lakin ince bir öfkeyle, derin bir hayal kırıklığıyla sarılı sesiyle yerinde kazık yutmuş gibi durdu.
"Ben kimseyi aklamıyorum Gökmen de gördüğüm kadarıyla sen karalamak için çok heveslisin. Yarandan bu kadar gocunma, daha bana kaçmış değilsin sonuçta."
Sözlerinin ağırlığı Gökmen'i ezdi geçti. Bir an için nefes bile alamadı sarışın olan. Hiç böylesine doğrudan yüzüne vurulmamıştı hisleri. Ya da belki de bu kadar ağrına gitmesinin nedeni dün olanlardı. Saçında gezinen parmaklar, gözlerinin içine bakılarak yakılan türkü ya da aldığı tebessümler. Boğazına oturan yumruyu neresine soksa bilemedi. Yutsa göğsüne oturacak, olduğu yerde bıraksa boğazını yırtacaktı.
Bir an için ne yapacağını bilemiyormuş gibi telaş içerisindeki bakışlarını dükkanın içinde gezdirdi. Esmerin gözleri ise onun yüzündeki dağılmış ifadede gezindi. Gökmen öfkelendiğinde yumruklarını, Arslan ise zehirli cümlelerini kullanıyordu. Onun için kabullenmenin ne kadar zor olduğu bildiği halde, hislerinden utandığını bildiği halde, ailesine ihanet ediyormuş gibi hissettiğini bildiği hale her fırsatta yüzüne çarpmasının sebebi de buydu ya. Gökmen onu öfkelendirdikçe, siniri zehirli diline yanaşıyor, sözcükler o daha müdahale edemeden dökülüveriyordu dudaklarından.
Gökmen'in dudakları birkaç kez açılıp kapandı ama konuşmayı bir türlü başaramadı. Ardından pembeleşen kulak kepçelerini esmerin gözünün önüne serecek şekilde kafasını camdan tarafa çevirip, boğazındaki yumrudan kurtulma umuduyla sertçe yutkunduktan sonra, "Salak salak konuşma lan." diye fısıldadı. "Sana öyle bir şey olmadığını söylemiştim."
Onun sarsılmış ifadesi, güçsüz sesi Arslan'ın öfkesinin bir nebze de olsa yatıştırdı. Bakışları yumuşadı ancak dili hala onu yere çalacak sözcükler için kıvrılıp duruyordu. Sarışının aşkı ihanet sayması beklediğinden daha çok zoruna gitmişti. Bu fikir içinde olduğunu en başından biliyordu ama duymak tüm sinir uçlarına dokunmuştu. Bir eliyle yüzünü sertçe sıvazlayıp, derin bir nefes alıp verdi.
"Dün de içindekileri vura vura dökmemi söylemiştin sarı. Hangisine inanayım?"
Gökmen'in ürkek mavileri onu buldu. Gördüğü yumuşak bakışlarla içi titrerken, boğazındaki yumrunun çapı büyüdü. Hisleri ilk defa böylesine açık açık suratına çarpılıyordu ve buna hazır değildi. Gitmek, kaçmak istiyordu lakin ayakları hareket etmiyor, onu olduğu yerde kalmaya zorluyordu. Her seferinde çekip gidenin Arslan olmasına alışmıştı. Sahi, şimdi düşününce hiç sırtını dönüp giden kendisi olamamıştı bu zamana kadar. Hep çekip giden, onu avucuna bıraktığı sorularla geride bırakan Arslan olmuştu.
Tırnaklarını avuç içlerine geçirirken, "Niye böyle yapıyorsun?" dedi kendisine yabancı, kulaklarını inciten kırgın bir sesle. "Niye üzerime gelip duruyorsun? Niye beni kendi halime bırakmıyorsun? Ne istiyorsun oğlum sen benden?"
Arslan, uzanıp onu kendine çekme, sıcak nefeslerini yüzünde hissederken tüm içindekini onun suratına bağırma isteğiyle zar zor baş etti. Söylese ne olacağını kestiremiyordu. Biraz önce sevmeyi ihanet saymıştı sarışın. Gerekirse bağrına taş bacaksın demişti. Nasıl söyleyecekti ki bunun üzerine? Ne diyecekti? Hislerimiz karşılıklı dese ne faydaydı? Belliydi işte, Gökmen ona gelmeyecekti. Kendi bağrına bastığı taşı Arslan'ın da zorla göğsüne vuracaktı.
Kirpiklerinin altından asık suratıyla ona çekingen bakışlar atan sarışına baktı. Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil çıkmazındaydı. Pes etmiş bir nefes verdi. "Seni kendi haline bıraksam geçecek mi?" diye fısıldadı.
Zor bir soruydu. Sarışının günlerdir cebelleştiği ve bir yanıt bulabilmek için debelenip durduğu bir çıkmazdı. Geçer miydi bu delilik? Arslan onu kendi haline bıraksa, sıkıştırıp durmasa, üzerine gelip çıldırtmasa, hislerini yüzüne vurup vurup durmasa geçer miydi cidden?
Belki... Belki geçerdi. Lakin hiç geçecekmiş gibi hissetmiyordu o an. Sanki o his canına yapışmıştı da anca canından olunca düşecekti yakasından. "Geçer." dedi. Kendini bile ikna edemedi.
Arslan onun cansız sesine alaylı bir nefesle karşılık verdi.
"Kendini kandırmayı başardığında gelip tekrar söyle bunu, böyle olmadı sarı."
Gökmen'in mavileri hızla onu buldu. Kızmak istedi lakin kızamadı. Çünkü esmer hala aynı yumuşak gözlerle bakıyordu ona.
"Geçecek." diye yeniledi kendini. Bu sefer sesi daha güçsüzdü.
Arslan bıkkın bir ifadeyle kenara itelediği telefonu alarak arkasını döndü. Telefonu çekmeceye neredeyse fırlatarak bırakırken, "Söylediklerimi tekrar ettirme bana. İkimizi de ezmeden geçmeyecek. Aç gözünü de gör şunu." dedi açık çekmeceyi çarparak kapatırken. Yüzünü tekrar Gökmen'e döndü. "İnsanın gönlünü en çok yaşanmamış yarınlar yıpratır Gökkuş, bu sözümü yaz bir yere."
Gökmen'in göğsü dünden beri aklında tekrar eden cümlenin tekrar zikredilmesiyle kasıldı. "Seni de mi ezecek?" derken sesindeki tereddüttün altına gizlenmiş merak ve bir parça umut Arslan'ı neredeyse güldürecekti. Gerizekalı ne istediğini kendi bile bilmiyordu.
"En çok beni ezecek hem de." diye fısıldadı, dudaklarında yorgun bir kıvrımla.
Gökmen ise tamamen dağılmış bir halde, kalbi şiddetle göğüs kafesini hırpalarken bir saniye için dondu kaldı. Beyni durmuştu. Düşünemiyordu. Dudakları birkaç kez aralandı. "Sen-" dedi ilk seferinde gerisi gelmedi. "Ama-" dedi yine gerisi gelmedi. "Niye-" dedi ama ne sorduğunu kendisi de bilmiyordu ve sonunda esmerin kıkırdayışıyla susmaya karar verdi. Arslan'ın elaları bir kez daha onun gözlerine tırmandı. Ela harelerdeki keyif, gülüşündeki sıcaklıkla Gökmen iyiden iyiye dağıldı. Kaybolan parçalarını nerede arayacağını dahi bilmiyordu.
Arslan kendine engel olamadı. Sarışın gözüne ilk defa sevimli gözükmüştü. Bir anda tezgahın diğer tarafındaki adamı bileğinden yakalayıp kendine doğru çekti. Gökmen refleksle boştaki eliyle cam tezgaha tutunurken, ani çekilişiyle büyümüş mavilerini Arslan'ın keyifle kısılmış elalarına dikti. Yine aynı yerdeydi. Esmerin sıcak nefesleri sus çizgisini okşuyor, soğuk elleri tenini dağlıyor, mavilerinde tek tek, ağır ağır dolanan elaları nefesini kesiyordu. Dönüp dolaşıp kendilerini aynı pozisyonda bulmaları Gökmen'i mahvediyor, içindeki azıcık direnci de söküp atıyordu.
İçeriyi kabak gibi gösteren camı umursamadan bir yanağını Gökmen'in yanağına dayayıp, dudaklarını kulağına yasladı. "Önüne serip durmaktan iflahım sikildi. Gözlerini aç ve gör artık Gökmen. Çok zor değil, çalıştır saksıyı." Diye fısıldadı.
Sarışının titreyişini avucunda hissederken, bir eli zaten kaçmaya yeltenmeyen adamın ensesine tırmandı. Soğuk parmakları sıcak enseyi sıkıca kavradı. Sarışın delikanlı daha çok titredi. Parmakları ense kökünü okşadı ve Gökmen'in şokla büyümüş gözleri kendiliğinden kapandı. Solukları hızlı ve ritimsizdi. Arslan onu bir dokunuşuyla mahvetmenin keyfiyle kıvrılmaya çalışan dudaklarını güçlükle engelledi. İstediği kadar ihanet saysındı. Tek bir dokunuşuyla istediği yere çekiyordu onu. Bu gerçek içinde kıvranıp duran öfkeyi bir anda buharlaştırdı.
Yüzünü yavaşça ve zorlukla sıcak yanaktan uzaklaştırdı. Ela hareleri sarışının kapalı gözkapaklarında turladı. Heyecanla allaşan yanaklarını okşama isteğiyle zar zor baş etti. Kendini tutmasına gerek olmayacağı günlerin yakın olmasını umarak titrek bir nefes verdi. Elinin altındaki enseyi son kez parmak uçlarıyla sıvazlayıp geriye çekildi. "Amcan ve halamın aşkını cidden ihanet sayıyorsan, bugünden itibaren seni rahat bırakacağım. Kimsenin pişmanlığı olmaya niyetim yok, merak etme."
Birkaç dakika önce isteğinin rahat bırakılmak olduğuna inanan Gökmen bu sözlerle anlamsız bir telaşa kapıldı. Ondan bir anda uzaklaşan bedenindeki yangını hafifleten ellerin ondan uzaklaşmasıysa cabasıydı. Oysa ensesindeki soğuk parmaklar nasılda güzel hissettirmişti. Hep orada kalsa ne olurdu sanki? Titreyen gözbebekleri Arslan'ın kararlı elalarındayken, sertçe yutkundu. Bozguna uğramış, düşünme yetisini kaybetmiş bir haldeydi.
Dudakları aralandı ama ne diyeceğini bilemedi. Arslan'ın elaları telaşlı mavilerinde ağır ağır gezindi. Verdiği korkuyu görmekten içten içe haz duydu. Lakin dudaklarını bir kez daha araladı. Bu sefer anladığından emin olmak istiyordu. "Ama biraz önceki sözlerinde ciddi değilsen... buradayım Gökkuş. Sabırla bekliyorum."
Sarışın delikanlı hızlanan kalp atışlarıyla derin bir nefes aldı. Ne demekti bu şimdi? Buradaydı. Bana gelirsen buradayım diyordu değil mi?
"Ne demek is-" diyerek titrek bir sesle söze girişti lakin esmerin sert sesi sözünü kesti. "İyi akşamlar Gökkuş, gözlerini açmaya hazır olduğunda yine bekleriz." dedi konuşmanın burada bittiğini gösteren net bir sesle.
Gökmen bir saniye için dudakları aralık kalakalsa da ikinci saniye uysalca başını salladı. Düşünce yetisini geri kazanmaya ihtiyacı vardı. Ne duyduğunun tam olarak idrakinde değilken söyleyeceği herhangi bir cümle ona utanç olarak geri dönecekti. Karşılık gibi duran bir şeyler duymuştu sanki ama... Dalga geçmiyordu yine değil mi? Bir eli biraz önce Arslan tarafından okşanan ve hala karıncalanan ense köküne çıkıp ağır ağır sıvazlarken gözlerini zemine indirdi.
Tutuk bir hamleyle geriye doğru bir adım atıp, "Gideyim ben o zaman." dedi.
Arslan avuç içlerini cam masaya yaslayıp, genişçe sırıttı. Çenesiyle kapıyı gösterdi. "Git sarı, abin birazdan öldürüldüğünü falan düşünüp dükkanımızı basacak yoksa."
Gökmen onun sırıtışına ya da keyfine eşlik edemedi. Yüzündeki dağılmış ifadeyle kafasını salladıktan sonra dükkandan çıktı.
Kafasını son kez çıktığı kapıya çevirdi. Camın ardından ona bakan ela gözlerle buluştuğunda ürperdi. Gözlerini hızla önüne çevirip ilk adımını attı. Caddeyi aşıp kendi dükkanlarına girerken biraz önce olan şeye bir anlam aramakla, ensesindeki dokunuşun izinin bıraktığı etkiden kurtulmaya çalışmakla öylesine meşguldü ki, abisinin çatılı kaşlarıyla söylediği sözcükleri bile duymadı.
Cam tezgahın sağındaki bilgisayar masasının sandalyesine bedenini külçe gibi bırakırken, ruhundaki hafiflemenin ve telaşlı neşenin aksine göğsünün tam ortasına kurulmuş can yakan korkunun tezatlığıyla cebelleşiyordu.