“Hadsiz! Senin ne söylediğinden haberin var mı?” dedi Zeliha Cevahiroğlu.
Koyu kahverengi gözlerini nefretle kısmış, bir an için kendini kaybetmişti. Eylem, bir an için yengesinin kendini kaybedeceğini ve üzerine saldıracağını bile düşündü.
Ama sesinin epeyce yüksek perdeden çıktığını fark eden kadın hafifçe öksürdü. Kendini toparladı. Ve her zamanki gibi elit havasına yeniden büründü.
“Ben hadsiz değilim. Doğruyu söylüyorum!”
Korkuyordu. Yengesi gerçekten de korkutucu bir kadındı. Amcasının evine geldiğinden beri, kendini bu aileye kabul ettirmek, sevdirmek için boşuna çaba harcadığını ise son zamanlarda fark edebilmişti.
“Doğruyu söylüyormuş… Neyin doğrusu? Sen kim, kızımın adını Okan gibi biriyle aynı cümlede kullanmak kim? Okan, Burçin’i sevemez. O kim ki benim kızımı sevecekmiş? Okan’mış, hah! Okan dediğin kapımızdaki köpeklerden biri. Öyle bir şeye cesaret edemez, hatta düşünemez bile… Kapıdaki köpeğin evin kızına bakmaya cesaret edildiği nerede görülmüş? Eceline susamayan bu işe girişmez!”
Zeliha Cevahiroğlu, Okan gibi sıradan bir aileden gelen birinin, kendi kızıyla aynı seviyede olmadığını vurguluyordu. Okan, ona göre alt tabakaya aitti. Tıpkı Eylem gibi… Ve aynı anda başka bir şeyi daha vurguluyordu: Sen bu aileden değilsin!
Eylem, yengesine verecek bir cevap bulamadığı için dudaklarını birbirine bastırıp yumruklarını sıkmakla yetindi. Aşağılanmaktan yorulmuştu. Ve hiç hak etmediği bu aşağılanmaya daha ne kadar maruz kalacağını bilemiyordu.
Okan ile evlenmek istemesinin nedeni bu evden kurtulmaktı. Daha doğrusu bu muameleden kurtulmaktı. Her şeye rağmen umutluydu. Yuvasını kuracak, sevdiği kadar sevilecekti.
Okan’ın ona her zaman özlemini duyguyu verecek kişi olduğunu sanmıştı. Ve yanılmıştı. Okan onu sevmemişti. Onu kullanmıştı. Kuzeniyle konuşurken onu kendi kulaklarıyla duymuştu.
Okan Heybetli, onu sadece kullanıyordu. Limanda söylediği kelimeler hala beyninde yankılanıyordu. “Biraz sabret sevgilim! Sezgin Bey’in gözüne girdikten sonra Eylem’den ayrılırım,” demişti. “Sonra seninle evlenmek için izin isteyeceğim! Şimdi gitsem kafama sıkar geçer. Zaten babam da izin vermez bu raddeden sonra… Düğün bahanesiyle iş almış, hazır liman işini kapmışken… Baban birlikteliğimizi kabul edecek olsaydı, bir dakika düşünmeden Eylem denen sünepeden kurtulurdum! Ama sen merak etme, büyüklerden biri olacağım, o zaman baban kendi isteği ile seni bana verecek…”
O cümleler kalbini yaralamamış, yok etmişti.
Burçin’in alaycı cevabını, birlikte onunla alay etmelerini, iki yüzlülüklerini bir türlü sindiremiyordu.
Yine de sonunda bir cesaret belirtisi gösterip Okan’ı terk etmişti.
“Bakıyorum susuyorsun! Aferin. Şimdi uyu. Sabah üzerine doğru düzgün bir şey giyin. Git ve Okan’dan af dile.”
Eylem yengesine boş gözlerle bakmaya devam etti.
Yengesi tahammülsüzce yüzünü avuçladı. Elini yüzünden bir tabakayı söküp atmak ister gibi yukarıdan aşağı sürterek geri çekti.
“Beyinsiz beyinsiz bakacağına bir cevap ver.”
Eylem, susmaya devam etti.
“Son kez uyarıyorum. Bu işi de beceremezsen elimden çekeceğin var!”
Yengesi odadan çıktıktan sonra Eylem kendini yatağa attı. Üzerini giyinmek için çıkarttığı kıyafetleri yere düşmüştü.
Gözlerini tavana dikti.
“Ölsem bile geri adım atmayacağım!” diye mırıldandı.
Burçin’in imtiyazlı hayatı, şımarıklığı artık tahammül edebileceği seviyeyi çoktan geçmişti.
Çocukluktan beri onun yüzünden neler çektiğini düşündü.
Asla ne istediğini, ne düşündüğünü, ne sevdiğini söyleyememişti. Söylediği zamanlarda da sahip olamamıştı zaten. Yine de ortada kalmış bir sürü çocuk vardı. Yetimhaneya yaptığı düzenli ziyaretler, ona ailesiz olmanın ne demek olduğunu öğretmişti.
İyi kötü bir evi, bir ailesi vardı. “Çok şükür,” derdi. Ya kimsesiz olsaydı?
Şimdi düşündüğünde aslında kimsesiz olduğunu fark ediyordu.
Amcası onu alıp evine getirene kadar bir ona bakan ailenin evinde, bu evde olduğundan çok daha mutluydu. Belki güzel yemekler yememişti ama sevilmişti. İnsan yerine konulmuştu.
Sabaha kadar gözünü bile kırpmadan tavana baktı durdu. Güneş doğarken giyindi. Odasından çıkıp salonda kahvesini içmekte olan amcasının yanına gitti.
“Günaydın amca, nasılsın?”
Amcası Sezgin Cevahiroğlu, onu bir baş selamı ile geçiştirip elindeki dosyayı önüne doğru uzattı.
“Şunları bir kontrol et. Öğleden önce raporları görmek istiyorum.”
Eylem, dosyayı aldı. Amcasının tam karşısına oturdu. Bir göz atıp amcasına uzattı.
“Amca, seninle konuşmak istiyorum,” dedi kısık sesiyle. Konuşurken dudakları bile kımıldamamıştı.
“Ofise geçmem lazım. Yolda konuşuruz.”
Kahve fincanını masaya koyan Sezgin Bey ayaklanırken Eylem bir cesaret “Ben işe gelmiyorum,” deyiverdi.
“Ne demek gelmiyorum?” dedi Sezgin Bey.
“Amca, bugün kendimi iyi hissetmiyorum. Okan ile de karşılaşmayı kaldırabileceğimi sanmıyorum. Gelmesem daha iyi olur.”
“Bir kere konuşacağım. İyi dinle,” diye konuşmaya başladı Sezgin Bey.
Devam etmeyince Eylem “Buyun Amca,” dedi.
“Bu işler çocuk oyuncağı değil. Başta geldin, ben bunu seviyorum, evleneceğim dedin. İzin vermediğimde yalvardın. Ben de Okan’ı ailemize uygun görmesem de seni kırmamak için izin verdim. Şimdi piyasadaki herkes bu düğünden haberdar. İnsanlar kapımda duran adama yeğenimi verdiğimi duyunca bir dünya laf yaptı zaten, bir de iş yattı diye dedikodu yapmalarını kaldıramam. İsmimi yeterince ayağa düşürdün.”
Eylem, “Ama amca,” diye karşı çıkmaya hazırlanırken, amcası sağ elini havaya kaldırıp kıza ters bir bakış attı.
“Şimdi bana söyle. Öyle bir sebep söyle ki… Okan’ı öldüreyim. Nişan da bitsin gitsin!”
Eylem, Okan ölsün istemiyordu.
Sürünsün istiyordu.
Onun da kalbi yerinden kızgın demirlerle sökülmüş gibi acıyla kıvranmasını istiyordu.
Ölmesin, ölmekten beter olsun istiyordu.
“Okan beni sevmiyor,” dedi.
Amcası hafif bir kahkaha attı. “Eylem,” dedi sinirle. “O itin seni sevmediğini ben de söyledim sana. Derdi para, makam… Ben dediğimde bile anlamadığın şeyi ne oldu da anladın, onu söyle bana!”
Eylem, yutkundu.
Amcasının yükselen sesi evde yankılanırken içeriye yardımcıları girdi.
“Efendim, Okan Bey kapıda. Mümkünse Eylem Hanım ile görüşmek için bekliyor.”
Hizmetçinin hemen arkasında kendini gösteren yengesi sinsice gülümsedi. Elindeki çay fincanını dudaklarına götürerek gülümsemesini eşinden büyük bir ustalıkla gizledi. Ve salona giriş yaptı. Eylem’in hizasına geldiğinde “Akıllı ol. Git, af dile,” diye mırıldanmayı da ihmal etmedi.
Eylem, ayaklarını yere vura vura çıkışa yürürken “Size on dakika müsaade ediyorum!” dedi amcası.
On dakika, diye düşündü Eylem. On dakikada neler yapabildiğini onlara gösterecekti.