Tüm aile bir araya geldiğinde masa kurulmuş, üçüzler anne babalarının hemen yanına sıralanmış, Liam ile kızlar da aynı şekilde yerini almıştı. Masa Türk yemekleri ile donatılmıştı. En büyük ilgi yaprak sarmadaydı. Andrew ve Mike birbirini gözetlerken Veronica gülmemek için kendini zor tutuyordu. Aslında hiç keyfi yoktu. Bugün ilk kez Alexander tarafından ekilmiş üstüne yalan söylemesine şahit olmuştu. Elbette her insan buna sığınırdı ama gereksiz yapılmış bir hareketti. Kırılmış, ruhu yaşadığı acıdan daha fazlasını omuzlamış gibi hissediyordu. Gözlerini babası ve amcasından çektiğinde bir çift mavi gözün onu hapsettiğini fark etti. Normalde bu durumda kızarır gözlerini kaçırır ve sol yanı sıkışırdı ama şimdi sadece başını çevirmekle yetindi. Açıklama yapmasını bile istemiyordu. Kaldı ki açıklama yapacak kadar önemsendiğini de artık düşünmüyordu.
Dikkati yeniden babasına döndüğünde onun elinde çatal atağa geçtiğini ve sarmaları tabağına doldurmaya başladığını gördüğünde kıkırdadı. Ailenin diğer kadınları iki adamın sarma savaşını hem göz devirir hem de güler halde izledi. Elbette adamların sonraki hamlesi masadakilerin kahkaha atmasına yetmişti.
Andrew ve Mike tabaklarında dolu dolu olan sarmaların yarısını hemen yanlarında oturan Veronica’nın tabağına koyduğunda aslında tüm çabanın onun gülüşünü görmek olduğunu biliyorlardı.
“Baba, amca! Yeter ben hepsini yiyemem ki.”
Arthur karşısındaki kıza göz kırpıp tabağını uzattı. “İstersen paylaşabiliriz güzellik” dediğinde bu anı beklediği çok açıktı. Elini sol göğsüne koyup heyecanlı gibi görünmeye çalışan kız “Ah yakışıklım, böyle bir isteğe karşı gelemem” diye karşılık verdiğinde kalktı ve hemen yanına gidip yanağını öperek sarmalardan koydu. Önüne bir tabak daha uzandığında başını çevirip Alex’in dikkatle ona bakan yüzüne gözlerini dikti. Sessizce “Sana kırgınım ama geri çevirmeyeceğim Deniz” deyip ona da istediğini verdiğinde “Kıvırcık lütfen” diyen adamı duymazdan geldi. Sonra diğerlerinde birer ikişer sarma koyduğunda kendine en fazla beş tane kalmıştı.
Alexander ise kızın tavrı karşısında bir an duraksadı. İçindeki bir yerin sızladığını hissediyordu. Onun gözlerindeki kırgınlığı gördükçe yaptığı hatanın aslında saçmalığını fark ediyordu. Neden yalan söylemişti ki? Ona ne kadar güvendiğini biliyordu. Nasıl da vakit geçireceklerini öğrendiğinde sevinmişti. Başını sağa sola salladı. Gönlünü almak için ne yapabileceğini düşündü ve aklına gelen şeyle ayaklandı. Diğerleri ona bakarken müziğe gerek duymadan yemeğini didikleyen Veronica’nın yanına kadar gitti. Onun elindeki çatalı bıçağı alıp masaya bıraktığında onun gözlerinin irice açılmasına tebessüm etti. Tıpkı ilk doğduğu andaki gibiydi. Masum, güzel ve ufacık.
Elinden tutup kaldırırken sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Anında kollarına çektiği kızı etrafında bir tur döndürüp dansa başladığında onun “Deniz, bırak lütfen ne yapıyorsun?” sözlerine aldırmadı. Onu iri beden ile sarmalarken eğilip kulağına “Özür dilerim. Yaptığım doğru değildi ve ben çok pişmanım kıvırcık. Affet beni” dediğinde heyecandan ve de yorgun hissettiğinden nefesleri sıklaşan Veronica başını kaldırdı. Gözlerinin dolduğunu biliyordu. Buna rağmen ona ‘İçim acıyor, anla beni, fark et beni’ der gibi baktı. Maviler elalara bu defa kaşlarını çatarak baktı. Dalgalanan harelerde gördüğü şeylerin gerçekliğini sorguladı. Anne babaları ise dikkatle onları izliyordu. Mike bir an da gözlerini Andrew ve Menekşe’ye çevirdiğinde sessiz ve sözsüz bir konuşma geçti. Herkes Veronica’nın duygularından haberdardı. Gördükleri manzara ve genç adamın mavilerinden geçen farkındalık onun da bir şeyler anladığını kanıtlıyordu. Bundan sonrası için yapılacak tek şey üzülürse kötüye gidecek kızın en az hasar almasıydı. Çünkü dalgalanan irislerin buna inanamıyormuş gibi bir tavrı vardı.
Genç kız bakışlarını kaçırıp masaya özellikle de Arthur’a yalvarır gibi baktı. Kahraman gibi düştüğü zindanlardan kurtarsın istedi. Genç adam bunu bekliyormuş gibi kalktı ve ikilinin yanına geldiğinde bu defa kızı kollarına alan o oldu. Kardeşine “Çok yoruldu ama birazda benle dans etsin güzellik” dedi. Alex hala kaşları çatık biçimde önce adama sonrada kıza bakıp yerine geçti.
Arthur onu sarıp sarmalarken başını göğsüne yaslamasına izin verdi. Beline dolanan kolların tişörtüne çarpan nefesin ve küçücük kalan bedenin titrediğini hissedebiliyordu. Başını kıvırcık ve kabarık saçlarına gömüp mırıldandı.
“Sakinleş güzellik. Kimse için kendini böyle yıpratmaya değmez. Şimdi yavaşça yerine otur ve suyunu iç. Biliyorum canın yanıyor ama söz veriyorum küçüğüm hepsi geçecek.”
Geçermiydi? Sol yanına batan iğneler çekilirmiydi geriye? Nefes alırken ciğerleri acımaktan vazgeçermiydi? Mutlu olmak güneş kadar uzak olmaktan sıkılır da ona da uğrarmıydı? Tüm sorularına yanıtlar yaşadıkça nefes aldıkça ve gördükçe cevap bulacaktı ama şimdi kocaman bir düğümün içinde yaşamaya mahkumdu.
***
TÜRKİYE - TRABZON
Ahmet Arslan ve Ali Agah. Vakfıkebir'in ve dahi Trabzon’un gururu. Aynı zamanda yangazlığın kitabına yeniden imza atan fırlama oğlanlar. Yirmi altı yaşında olmaları bir şey değiştirmiyordu. Onlar hala nenelerinin evlat parçaları dedelerinin aslan parçalarıydı.
Lakin bu defa ne yangazlıkları vardı üzerlerinde ne de fırlamalıkları. Zaman onlar için ölümü kucaklama, acıyı hissedip sessizleşme zamanıydı. Dedeleri, hanelerinin koca çınarı vefat etmiş dünya denen handan kesmişti nefesini. Beş gün olmuştu. Yağan rahmetle daha toprağı kurumamıştı ki neneleri de devrilivermişti mezarın hemen kıyısına. Dayanamamıştı Nazmiye nenenin yüreği. Ahmet Turan Rüzgaroğlu’na, sevdasına ağıtlar yakarken kesilmişti soluğu. Kalbi yeter demişti.
Şimdi yoğun bakımın kapısının önünde Ali hemen yanında oturan ve direkt karşıyı izleyen ikizi Ahmet’e çevirdi başını ve onun sessizce ağladığını gördü. Görmesine lüzum yoktu aslında yüreğinde hissediyordu. Her zaman sakin olan ve mantığını devreden çıkarmayan kendi olurdu ama şimdi etrafı yıkmayı istiyor bağrını döverek haykırmayı arzuluyordu. Önce babası gibi ardında duran dedesini koymuştu kara toprağın bağrına. Nenesini bulduğunda ise çoktan anlamıştı bir mezarın daha kazılacağını ve sevdası yaşını almışlarının dilinde olan iki değerlisini kavuşturacağını.
Hemen yan taraflarında bir ayak sesi onları düşüncelerinden uzaklaştırdı. Kucağında nenesinin yaptığı bez bebeği gözünde yaş olan küçük kızın omuzları sarsılıyordu. Ahmet gözlerini kapadı. Yanağından süzülen iki büyük damlanın sonunda sertçe avuç içi ile gözlerini sildi ve güçlü duruşu bir hırka gibi giyindi. Ali ayaklanmış gelen kızın arkasında kimse var mı diye kaşlarını çatarak bakmıştı.
“Abi?”
“Asiye, güzelim nana nerde sen tek mi çıktın bu kata?”
Daha on yaşında olan kız başını salladı. Annesi bir alt katta fenalaştığı için odaya alınmış babasıysa amcası ile oradan oraya koşturuyordu. Korkmuştu. Ölüm onu öyle korkutmuştu ki en büyük sığınaklarına koşmuştu. Abilerine. İlk aşklarına. Kız çocuklarının ilk aşkı hep babaları olurdu ama Asiye için yangaz kardeşlerdi işte.
“Nana uyudu. İlaç verdiler. Korktum abi, size de bir şey olur diye çok korktum.”
Ahmet bir anda ayaklandı. Büyük cüssesi kardeşinin önünde diz çöktüğünde sadece kollarına çekti ve sıkıca sarıldı. Onun kendine göre küçük ellerinin boynuna dolanışını bir gram huzur bulmak ister gibi kabul etti. Ali de hemen yanlarında aynı şekilde eğildiğinde kızın kıvırcık saçların okşadı.
“Korkma tekne kazıntısı bize bir şey olmaz ama hastane içinde böyle tek dolaşman doğru değil. Hadi ufaklık nana’mın yanına inelim.”
Ali abisinin sözlerinden sonra başını geri çeken kız omuz silkti. “Tek değildim ki abi Zühre abla da buradaydı ama bir kadın onu durdurdu. Hastaydı galiba sen git ben geliyorum dedi.” değince Ahmet anında koridorun sonuna irislerini çevirdi. Koyu kahveleri onlara doğru gelen kızla sevginin parıltılarını yaktı acının arasında.
Beyaz hemşire önlüğü içinde temkinli adımlar atan kız sonunda küçük Asiye’nin ardında durduğunda naif bir tonla “Geçmiş olsun tekrar. Asiye çok korktum değince ben yanınıza getirmenin doğru olacağını düşündüm.” dediğinde kardeşini ikizinin kollarına bırakan Ahmet ayağa kalktı. Hiçbir şey demeden sadece gözlerine bakarak aslında nasıl da ona muhtaç olduğunu belli etmeye çalıştı. Muhtaçtı. Sevdasının ona geçecek demesine, küçük bir oğlan çocuğu gibi onu sarıp sarmalamasına açtı. Kardeşlerini görmezden gelip kollarını bu defa Zühre’ye sardığında aldığı karşılık gönlünün üzerindeki taşı kıpırdatmaya yetmişti.
“Gyuliçkimi, ben karanlıktayım.”
Genç kız da onun gibi sarıldığında “Korkma, geçecek. Her karanlığın sonu aydınlık. Ben yanındayım” diye fısıldadı kulağına. Bu ilaç gibiydi Ahmet için. Ali ise ikiliye bakmayı kestiğinde kucağında başını omuzuna yaslamış uyuklayan kızla yürümeye başladı. Bir haftadır Hastane cenaze derken çocuk arada telef olmuştu.
İki gün daha devrildi. Nazmiye nene kocası Ahmet Turan’ın yedisi çıkmadan yumdu hayata gözlerini. Rüzgaroğlu ailesi bir hafta içinde iki yaşlı çınarını verdi toprağa. Ağıtlar yakıldı. Dualar edildi. Karadeniz hırçın dalgalarını kayalara sertçe vururken gök iki sevdalı için yağmurlarını döktü. Bu dünyadan çocukluktan sevdalı iki can geldi geçti. Birbirine dayanak olan yürekler attı, evlat hatta torun büyüttü sonunda da göçtü gitti.
Oturma odasının camından baktıklarında daha taze olan mezarlar görünüyordu. Hatice hanım elinde kitabı başında örtüsü gözünde kederi yıllar yılı ana baba bildiği insanlara dualar ediyor, içten içe her defasında hakkını helal ediyordu. Zordu içlerine girmek belki ama bir kez sardılar mı kanatları ile etrafını o zaman iliğine kemiğine kadar onlardan oluyordun. Ali ve Ahmet’in nanası gelin geldiğinden günden itibaren bunun canlı şahidiydi.
Asiye oturma odasına girdiğinde kalabalığın dağıldığını görünce gözlerini ovuşturdu. Kucağında yine üzüm bebek vardı. Nenesi ne de özenmişti bu bebek için nasıl da göz nuru dökmüştü. Hemen sedire anasının dizinin dibine oturup başını onun korunaklı kucağına yasladı. Yaşı küçüktü belki ama aklı tıpkı abileri gibi cin fikirlerle çalışıyordu. Zeka bakımından yaşıtlarından ileri seviyedeydi ve özel bir çocuk konumunda yer alıyordu.
“Nana, nenemle dedem şimdi cennette midir?”
Duasını edip kitabı kapatan kadın evladının saçlarını okşarken “Allah bilir kuzum, bize sadece huzurlu olmaları için dua etmek düşer.” diyebildi.
“Peki, sizde öleceksiniz değil mi? Ben yalnız kalacağım.”
Hatice Hanım’ın gözleri irileşti. Tam kızacaktı ki bunun faydasız olduğunu düşündü. Artık öğrenmişti kızını kızarak ya da susturarak durduramıyordu.
“Kızım, benim güzel gözlü Asiye’m. Allah insanları yaratırken onlara bir ömür biçer. Kimi uzun olur kimi kısa ama ne bir nefes fazla alırız ne de az. Nenen ile dedenin nefeslerinin sayısı bitmişti. Bizim de ne zaman biter ancak Allah bilir. Korkma kızım, olurda ölüm gelirse yine gözüm açık olmayacak. Abilerin sana sahip çıkacak bundan eminim. Şimdi sen o güzel aklını bunlarla yorma. Aç avuçlarını dua et can yongam, et ki tüm ölmüşlerimize hayır olsun.”
Ana kız konuşurken kapıdan bu defa Ali girdi. Heybetli duruşu ona gözlerini çeviren kadının içinden “Hey maşallah, Yaradan’a bin şükür” diye geçirmesine neden oldu.
“Nana, hayırdır inşallah bir sıkıntı yok değil mi?”
Kadın kucağında hala uzanan ve saçlarını okşadığı kızı işaret etti. Genç adam ise hemen kızın ayak ucuna oturduğunda burukça gülümsemekle yetindi. Ahmet de geldiğinde koca adamlar olsalar da tıpkı küçük Asiye gibi analarına sığındılar. Dillerinden sadece nana hitabı döküldü. Bir kez daha insanoğlu ölüm ile hatırladı her şeyi. Acı ayrılık ve bir daha görememe vardı.