AĞAÇ EV

3402 Words
Nedenini bilmediğim ne çok acı yüklenmişti içime ne çok acı ile baş etmeye çalışıyordum. Ne kadar çok umutsuzluğum, nasıl büyü bir yalnızlığım vardı. Nefes almak insan bedeninde zorunlu bir eylem olmasına rağmen neden bu kadar can yakardı. Aldığım her nefes ciğerlerimde alev olup harlanıyordu. Ayakta kalmaya çalıştığım her an sanki daha zor geliyordu. Onun gözlerine baktığım her an kalbimin değişen ritmi, ona sarılmak isteyen kollarım ve yaşananların ağırlığı içimi boğuyordu. Odamın balkonundaki korkuluklara ellerimi dayamış ve günün geri kalanındaki savaşıma başlamıştım. Parmaklarımın arasında duran güle baktım. Küçük daha tam açmamış tomurcuk bir güldü. Onca zaman bir platonik aşkım olduğuna inanmış olmam gerçekten ne kadar büyük bir aptallıktı. Bunun Savaş’ın bir oyunu olduğunu anlamamak ne kadar büyük bir aptallıktı. Her Cuma yanı başıma kadar gelip, sonra bana görünmeden gitmiş olması çok saçmaydı. Beklide orada birini ayarlamıştı. O bırakıyordu diye düşündüm ve pes edercesine derin bir nefes aldım. Çok yorulmuştum. Artık gerçekten çok fazla yorulmuştum. Balkondaki koltuklardan birine oturdum ve gözlerimi göğe diktim. Yıllar sonra tenime değen teninin verdiği ürperti tüm bedenimi sardı. Ne kadar değişmişti. Duruşu, bakışı, gülüşü hala güzel dans ediyordu ama yinede bundan dört yıl öncesinden çok ama çok farklıydı. Düşüncelerim kalbimi boğmaya başladığında topuklu ayakkabı sesleri kulaklarımda yankılandı. Bu gelen kesinlikle annemdi. Hatta ondan önce gelen kokusu gülümsememi sağlamıştı. Ayakkabı sesi durunca oluşan sessizlikte gözlerimi açtım ve ona baktığımda birçok sorunun bulunduğu bakışlarını gözlerime sabitledi ve “annen olarak neler olduğunu artık öğrenme zamanımın geldiğine inanıyorum. Bana her şeyi anlatacak mısın yoksa o minik fareyi boğazlayarak öğreneyim mi?” diye sorusuna gülümsedim. Bakışları ikinci seçeneği hemen gerçekleştirecekmiş gibi bakıyordu. Yerimde doğruldum ve artık yorulmuş bir ses tonunda. “anne sadece bitti. Onun bana karşı olan sevgisi, benim ona karşı olan aşkım bitti. Bunu bir nedeni olması gerekmiyor ki içimizde aşka dair bir şey kalmadı sadece bu” dediğimde annem söylediklerimin tek bir kelimesine bile inanmamış bir şekilde tek kaşını kaldırdı ve “karşımda birbirinize hasret bakışlarla dans etmeseydiniz, gözlerindeki bu özlemi ve acıyı görmeseydim. Burada gözlerin kapalı o dans ettiğin ana geri dönmek için hayal kurduğuna emin olmasaydım belki inanırdım ama sana inanmıyorum.” Dedikten sonra elini elimin üzerine yerleştirdi ve “Bak her ne yaşadıysan belli kalbinle aklın arasında sıkışıp kalmışsın. Tek başına değilsin, ailen var ve sen bunu bilmiyormuş gibi davranıyorsun. İkinizde aşkınızdan yanıyorsunuz. Bu yangın o kadar büyük ki kül olmaya başladınız. Bir gün hata yaptığınızı anlarsanız korkuyorum aşkınızın küllerinden başka bir şey kalmamış olacak.” dedi ve gözlerime daha derin bir bakış atıp derinlik yüklenen ses tonu ile “Elinde hala aşka dair bir şeyler varken, hissetmeye çalış. Bir gün gelir keşkelerin artarsa geri dönüşü olmuyor. Her ne yaşadıysan ya da her ne yaşattıysa yüzleş belki atladığınız, göremediğiniz şeyler vardır” dediğinde gözlerim dolmaya başlamıştı. Yıkılmış bir vaziyette evine koştuğum gece onu bir başkasının koynunda gördüğümü nasıl yanlış anlayabilirdim ki? Ya da burada ney atlayabilirdim? Neyi gözden kaçırmış olabilirdim? Diye düşünürken kendime geldim ve “Anne gerçekten buraya ipek’in düğünü için geldim ve gelmemek içinde tek nedenim bu sorulardı. Savaş ve Rüya aşkı bitti. Bunu kabul edin ve artık soru sormaktan vazgeçin gerçekten sırf bu yüzden bir daha tatil amaçlı bile olsun gelmem ve devam ederseniz yarın sabaha biletimi alır geri dönerim” dediğimde kaçlarını çatan annem bana sadece birkaç saniye öylece baktı ve derin bir nefes alarak ayağa kalktığında bana “Umarım bir gün geç kaldığın için üzülmezsin” dediğinde oflayıp ayağa katlım ve biraz sert çıkan sesim eşliğinde “Neye geç kalacağım anne?” diye sorduğumda annem gözlerimin içine dik dik baktı ve tek bir mimiği oynamadan, “Anlatmaya” dedi ve tüm kelimeler boğazımda düğümlenip yutkunmamı sağladığında sadece baktım. Annem ellerini yine göğsünde birleştirdi ve bana “İyi geceler tatlım” dedikten sonra odamdan çıkışını izledim. Odamın kapısından çıkıp kapıyı ardından kapattığında gevşeyen bedenimin artık bu sorgulamalara dayanamadığını fark ettim. Gözümden süzülen gözyaşını silmedim ve yüzümde bir yol çizerek akmasına izin verdim. En kısa sürede Fransa’ya geri dönmez isem bu işkence artık kontrol edemeyeceğim boyutlara ulaşacaktı. Onun için artık toparlanma ve uzaklara gitmenin zamanı gelmişti. Her şeyi burada bırakıp, hayatıma dair aldıklarımla beraber. Onca yılın özlemine bir dokunuş bir bakış yeterdi. En azından bir dört yıl daha beni idare ederdi.          ……………….   “Baba sence de abartmıyor musun? Birkaç güne gideceğim ve sen tatilden bahsediyordun. Gerçekten bazen çocuktan farkınız yok.” Dedim ve hemen yanımızda durup halimize gülümseyen avukata kızgın bir ses tonunda, “Yani size de pes diyorum. Açılmayacak bir davanın evraklarını anneme mi imzalattınız?” diye sordum. Öğrendiğim şeyin verdiği öfkeyse sorduğum soruya Av. Tahsin Bey sinir bozucu bir şekilde sırıtarak, “Rüya hanım, inanın babanıza karşı gelmek gerçekten zor “dediğinde ise olduğum yerde dönüp babama sert bir bakış attım. Fakat babamın sırıtmasından bundan etkilenmediğini anlamak zor değildi. Korkması adına, “Yeşilinin sana bunu fazlasıyla ödeteceğini biliyorsun değil mi?” diye sorarken attığı kahkahanın eğlenceli tınısı tüm evi doldurmuştu. Babam her zaman gülümserdi. Fakat çok az kahkaha atarsı. Genelde kahkahaları anneme dair olan şeylerde olurdu. Ben sitemli bir bakış atarken babam bana bana kocaman sarıldı ve “O anı sabırsızlıkla bekliyorum. Annen genelde intikam alırken çok baştan çıkarıcı oluyor” dediğinde ise babama şaşkınca bakarak, “Bunun sonunda annem seni gerçekten de boşayabilir” dediğimde ise babam daha çok sırıtarak, “Anneni yeniden aşık etmek zevkli olacaktır?” dediğinde ise artık pes etmiştim. Konuşmak veya itiraz etmek yersizdi. Babam kafasına koymuştu bir kere bu yaştan sonra hayatında bir renk istiyordu. Tabi ki istediği tek renk ise yeşildi. Aslında bu oyun birazda bana yarıyordu. Babam oyunu için tatile gittiği anda bende Fransa’ya geri dönecektim. Bunun için benimle ilgilenmek, itiraz etmek veya vazgeçirmeye çalışma çalışmaları için zamanları olmayacaktı. Olayların detaylarını annemden öğrenirdim nasıl olsa. Eminim ki oyunun sonunda çok ama çok mutlu olacaklardı. ……. Babamı oyun tatiline uğurladıktan sonra annem gelmişti. Onun bu ruh gibi dolanan haline her ne kadar üzülsem de babamın oyununu bozmamıştım. Annem her zamanki gibi o halde bile ağzımdan laf almaya çalışsa da başaramamıştı. Düğünün ardından Savaş’ı hiç görmemiş olmamada bana ayakta durmam adına yardımcı oluyordu. Hesap soracak olan bir diğer kişi olan ve sorularıyla beni çıkmaza sürükleme potansiyeli olan Melek Fethiye’ye gitme hazırlığı içerisindeydi. Yiğit amcam ciddi anlamda rahatsızdı. Üstelik bu rahatsızlığını gidermek için planlanan tedaviyi reddediyordu. Kendi isteğiyle kalan ne kadar günü varsa denizin ortasında Aylin teyzem ile geçirmek istiyordu ve tüm itirazlara rağmen bunu uyguluyordu. Fakat bu mükemmel adamın doğum günü yaklaşıyordu ve herkes onun yanına gidecek, güzel bir kutlama yapma planına girmişti. Onun için Melek ne kadar istese de durum hakkındaki sorularına vakit ayıramıyordu. Her ne kadar nedenleri yıkıcı olsa da şu anki durum benim için süperdi. Hafta sonuna Fransa’ya dönüş biletim vardı. Bir şekilde kendimi hafta sonuna atabilirsem, gerisi zaten rahattı. Tamam, bu gizem ve cevabı olmayan sorulara suskunluğum karşısında herkes bana kızıyor olabilirdi. Fakat kimse ne yaşadığımı bilmiyordu. Aşamadıklarımı, üstesinden gelemediklerimi bilmiyordu. Benim içimde kaldıramadığım, çıkış yolunu bulamadığım ve her geçen gün içimdeki karanlığa çekildiğim bu gerçeğin onları derinden sarsacağını biliyordum. Her birinin ayrı ayrı bilmek istediği gerçeklerin ardından gelecek olan Savaş’ları bu yorgun ruhum kaldırmayacaktı. Zaten bu gerçekleri anlatmaya hazır değildim. Sessizliğime anlayış göstermedikleri her an gerçekten kaçacaktım. Onun için bu durumu kabullenene kadar uzaklarda olmam herkes için en iyisi olacaktı. Saatler ilerledikçe annemin baskı ve laf alma çabaları ile boğuluş ve kendimi evden dışarıya atmıştım. Gerçi nereyi gezeceğim hakkında en küçük bir fikrim yoktu. Burada kaldığım bu kısa zamanı da özlediğim şeyleri yaparak geçirmek istiyordum. Fakat özlediğim her şeyde savaş’ın gölgesi olduğundan nefes almak daha da zorlaşıyordu. Bora amca ve Azra teyzem herkesten önce Fethiye’ye gitmişti. Sanırım Bora amcanın yokluğunda Savaş’ta şirkette olmalıydı. Tam dört yıl olmuştu ağaç oyun evimizi görmeyeli. Çocukluğumuzdan beri canımız sıkıldığında, kendimizi toparlamak için oraya giderdik. Bu ağaç ev aslında Bora amcanın çocukken babası ile birlikte yaptığı ve bizim için tekrar düzenlediği bir yerdi. Bu ağaç evin her alanında her birimizin ayrı ayrı anısı vardı. Bora amca ağaç evi düzenleme işçini tamamladığı gün evin altına bizi toplamış ve   “Bu ağaç ev burada diye sadece Savaş ve Melek’e ait değil. Burası her birinizin kaçtığı saklandığı huzur bulduğu yer olsun” demişti. Bunu söylerken hayatımızda babalarımızdan sonra gelen tek güvenli kapı olduğunu hissettiren bir duygusu hissettiriyordu. En komiği de bu konuşma içinde Mert’in çekinerek söze “Buraya her zaman gelebiliriz ve vakit geçirebiliriz yani” diye sorarak girdiğinde Bora amca çattığı kaşları ve gayet net sesi ile “Sen, ben olmadan bu ağaç evden adım atamazsın velet” karşılığını vermişti. Bu didişme her birimiz kahkahalara boğulmuştu. Hatırladığım anılarla özlemle gülümsedim ve arabayı Bora amcamların evine doğru sürdüm. Sadece yarım saat içinde ise arabamı evin önünde durdurmuş arabadan iniyordum. Adım adım kapıya yaklaştığımda demir kapının ardında beni karşılayan Zafer abi, “Rüya, kızım evde kimse yok” dedi ve bu kelimeler içimde bir sevinç patlaması yarattı. Demek ki birkaç saat keyifli vakit geçirebilir ve hiç kimse görmeden gidebilirdim. Kimsenin sorusu olmayacak, kimsenin iması olmayacaktı. Rahat bir şekilde anılarımın denizinde yüzebilir, keyifle vakit geçirebilir ve buradan gidebilirdim. Onun için Zafer abiye gülümseyerek, “Harika Zafer abi, ben ağaç ev için geldim. Birkaç saate çıkarım” dediğimde gülümseyip bana kapıyı açtı. Bende ona gülümseyerek demir kapıdan içeriye doğru girdim. Evin kapısının oradan arka bahçeye açılan taşlı yoldan yavaş adımlar eşliğinde yürüdüm çiçekli yoldan geçip geniş bahçeye çıktım. Gözlerimle bahçeyi taradım. Ne kadar güzel bir çocukluk, ne kadar sevgi dolu bir gençlik geçirmiştik bu bahçede. Ne kadar çok kahkaha atmış ne mükemmellikler biriktirmiştik. Hatırladıklarımla derin bir nefes aldım ve ağaç eve doğru ilerledim. Tam dibine geldiğimde şöyle bir baktım. Hala mükemmel görünüyordu. Hala anı kokuyor ve çocukluğum sanki balkonundan bana el sallıyordu. Merdivenlerden tırmandım ve o küçük kapıdan içeriye girdim. Evet, alan küçüktü. Ama içi tüm anılarınızı canlandıracak kadar büyüktü. Savaş ile kaç gece bu küçük yatakta sabaha kadar uyumuştuk. Saatlerce şu balkonda oturduğumuzu ve kahkahalarımızı hatırlıyordum. Küçükken evdekilerden kaçmak istediğimizde buraya saklanırdık. Herkes nerede olduğumu bilirdi aslında ama yine de gelip bizi bu mutluluk kulübesinden almazlardı. Böyle mutlu olacağımızı düşünürlerdi. Gülümsedim. Aslında ne kadar çok özlemiştim o günleri. Ne kadar da dönmek istiyormuşum aslında o günlere. Bir anda 5 yaşında o geveze, neşeli ve gülmeyi seven kız olmak istedim. Ne kadar masum, ne kadar temiz bir sevgi vardı kalbimizde o zamanlar. Odanın içine girdiğimde o zamanlar bedenimize göre büyük ama şimdi gözüme küçücük görünen yatağa baktım. Bu yatakta öğlen uyuduğumuzda Azra teyze bizi bulur ve üzerimizi örterken, “Bu yatağı odanıza çıkarsam yatmazsınız” diye söylenir sitemini dile getirir ve bizi yalnız bırakırdı. Kendimi huzurla uyuduğum küçük yatağın üzerine bıraktım ve gözlerimi kapadım. Tüm o çocukluğum gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti. Bazı hatırladıklarıma gülümsedim, bazılarına ise hüzünlendim. Hatta birkaç damla gözyaşımda yanağımdan süzüldü. Tam 3 yıl boyunca her cuma günü kapıma bir gül bırakmış ve benimle bir kere bile karşılaşmadan geri döndüğüne gerçekten inanamıyordum. Bunu yapma sebebine de anlam veremiyordum. O gülleri biriktirmiş olduğumda inanamıyordum. Gerçi yaşadığım bunca şeye de inanamıyordum. Değişmişti. Duruşu bakışı, sesi her bir şeyi değişmişti. Daha geniş omuzlara sahipti. Buda demek oluyor ki boş kalan tüm vakitlerini sporda harcamıştı. Bakışlarına soğukluk yüklenmiş olsa da ben daha çok kırgınlık ve özlem görmüştüm. Birçok merak ettiğim şey vardı aslında, mesela hala o saçma sapan bulduğum bilim kurgu kitaplarını okuyor mu? Bilim kurgu ve korku filmi izlemeye devam ediyor mu? Ya da hala duşta 2 saat kalıyor mu? Duştan çıkınca ıslık çalıyor muydu? Diye düşünürken birden düşündüklerime öfkelenip, “Kes artık Rüya, onca acını bir kenara kaldıramazsın? Seni aldattı, birde yalan söylediğini düşündü. Sorgulamadı, araştırmadı ve seni onca acının içinde bir başına bırakıp geri geldi. Bunu unutma” dedim ve derin bir nefes alıp, çocukken burada yaşadıklarımızı hayal etmeye başladım. O zamanların huzuruna ihtiyacım vardı. Kendimi o günlerdeki gibi mutlu hissetmeye ruhumun fazlasıyla ihtiyacı vardı. Onun için gözlerimi kapadım ve öylece uzandım. Kendimi anılarıma teslim ettim ve o geveze renklerle dolu küçük kızın ruhuma geri dönmesini diledim. O küçücük yatakta öylece ne kadar zaman uzandım bilmiyorum. Ama uyuya kaldığım kesindi. Gözlerimi açtığımda yanımda yatan kişi ile gözlerim neredeyse yerinden çıkacaktı. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki neredeyse temiz kandan bayılacaktım. Çünkü Savaş Yılmaz yanımda yatıyordu. Tıpkı eski günlerdeki gibi huzur bulmuşçasına uyuyordu. Gözlerim bir anda doldu ve nefes alamadığımı fark ettim. Lanet olsun yanlış bir karardı işte. Buraya hiç gelmemeliydim. Onu hiç görmemeliydim. Bu bana iyi gelmeyecekti. İçimdeki öfkeyi kusma falan olmayacaktı. Unuttuğum, bastırdığım her ne varsa ortaya çıkıyordu. Onu ne kadar özlediğimi fark etmek, ona olan nefretimi bastırıyordu. Parmaklarımı yüzünde gezdirmeye kalktığımda elim yanağına değmeden duraksadı. Yapamazdım. Ona kalbimle dokunmaya kalktığımda ortaya çıkacak olan hiçbir duyguyu bastıramazdım. Bu kalbi onun için durduralı çok olmuştu. Etrafına oluşturduğum duvarı çatlatamazdım. Bu duvar kırılırsa nefes alamazdım. Onun için gözlerimi kapadım ve yavaşça yerimden kalkmak için ayaklarımı yataktan indirdiğim anda eli belime dolanan Savaş beni kendine doğru çekerek, “Gitme yalvarırım” diye fısıldadığında tek kelime edemeden yutkundum. O ise beni daha çok kendine çekerek, “Buna ihtiyacım var. Çok özledim lütfen” dediğinde ise tüm bedenim kontrolüm dışı kendini yatağa bırakmıştı. Ardından sırtımı göğsüne yaslayan Savaş bana sıkıca sarıldı. Tüm bedenime yayılan hüznün içine kendimi bıraktım. Gittikçe sıkılaşan eli ile gözlerimi sıkıca yumdum. Gözümden süzülen yaşa engel olamamak dişlerimi sıkmama neden olurken hıçkırmamak için kendimi tutmakla resmen savaşıyordum. Bedenim ne çok özlemişti sıcaklığını, ruhum bu an için ne çok yanıyormuş? Ne çok ihtiyacım varmış aslında ona diye düşünmemeye çalışıyordum. Yutkundum ve birkaç saniye, sadece birkaç saniye sanki hiç bir şey olmamış gibi hissetmek istedim. Yıllar öncesi gibi bu yatakta yatıyor olduğumuzu hayal ettim. o birbirini deli gibi seven aşık çift olmaktan vazgeçmemiş gibi ama Savaş ensemin orada derin bir nefes alırken omzumda hissettiğim bir damla gözyaşı ile kapalı olan gözlerimi açtım. Canı bu kadar yanıyor olabilir miydi? Beni bu kadar özlemiş, hala beni seviyor olabilir miydi? Diye düşündüğüm esnada derinden çıkan sesi eşliğinde, “Lanet olsun bebeğim neden?” diye sitemle sorduğun da dişlerimi sıktım. Düşündüğüm her şeyin hayal olduğunu anladım. Hala bana inanmıyordu. Hala bana beni aldatmadığını ve benim başka bir nedenim olduğunu ima etmeye çalışıyordu. Hala hatasını kabul etmiyordu. Hala nedensiz bir ayrılık hayal ediyordu.  Lanet olsun. O gece ne olduğunu bile sormuyordu. “ Madem seni aldattım, nasıl?” diye sormadı bile. O gece neden geldiğimi? Nereden geldiğimi? Ne olduğunu? Sormadı bile… Aklıma gelen bu kadar hayal kırıklığı sorusu ile bedenim öfke ile doldu. Kalbim ağlak gözlerle bana bakarken içimde başlayan duygu selini set ile durdurup belime doladığı elini öfkeyle ittim. Bana sarılmaya hakkı yoktu. Bana dokunmaya hakkı yoktu. Lanet olsun beni sevmeye hakkı yoktu… Onun için hızla yattım o küçücük mutluluk yatağından kalkıp öfkeli çıkan sesimle “Beni aldattın! Sana en çok ihtiyacım olan bir gecede, doğum günüm olan gecede, sana karşı ilgisi olduğunu kabul etmediğin kız ile seni aynı yatakta gördüm. Bunu söylediğimde de beni senden ayrılmak için bahane üretmekle suçladın. Onun için bir neden sormaktan vazgeç!” diye bağırdığımda hızla yataktan kalkan Savaş, burnumun dibine kadar geldi ve en az benim kadar yüksek çıkan sesi eşliğinde “Bana bak! Bak bana lanet olsun! Kimim ben?” diye sordu ve sonrasında kendini tanıtırcasına “ Savaş ben. Savaş! Hani seni bebekliğinden beri deli gibi seven ve sana âşık olan Savaş. Senden başka kalp bilemeyen Savaş. Ben mi seni aldattım? Ben bu dudaklardan başka bir dudağı mı öptüm, başka bir tene mi dokundum? Lanet olsun Rüyam ben senin olmayan nefeste boğulurken sen bunu nasıl söyleyebiliyorsun? “ Dediğinde ona şaşkınca baktım. Delirmiş gibiydi. Gözlerindeki mavilik öyle büyümüş ve öfkeyle dolmuştu. Canı yanan ve etrafa saldıran yaralı aslanlardan bir farkı yoktu. Fakat şimdide bana şizofren muamelesi mi yapıyordu? Ne olurdu sanki sarhoştum, hatırlamıyorum, ne olduğunu anlamadım, diyebilecek kadar bile cesareti olsaydı. Yaptığı hatanın altında ezildiğini, inkar etmek yerine çok pişman olduğunu söylese, beni sevdiğini özlediği onu affetmemi söylese bana yalancı muamelesi yapıp durumu inkar ettikten sonra ona olan sevgime kendimi bırakmamı nasıl bekliyordu. Onu gördüm. Onu o yatakta, o sürtük ile sarmaş dolaş gördüm. O gece yaşadıklarımın hiç biri yalan değildi. Hiç biri hayal değildi. Her biri kendini hissettiren acının en büyüğüydü onun için yutkundum. Kelimelerim zorlukla dilimden dökülürken gözlerimin dolmasını umursamadım bile. Titreyen sesim eşliğinde “O gece hayatımın en kâbus gecesiydi. Sana koşmuştum, sana ihtiyacım vardı. Sana sarılmaya, bana sarılmana ihtiyacım vardı. Lanet olsun beni korumana ihtiyacım vardı. evine geldiğimde o sürtük ile seni aynı yatakta bulmaya değil. Ben o gece ne yaşadığı, ne gördüğümü çok iyi biliyorum. Onun için gördüklerimin bir hayal ürünü olduğunu iddia etmekten vazgeç.” Dediğimde Savaş şaşkın bakışları arasında nasıl bir karşılık vereceğini düşünüyordu ki şu haline bakan herkes gerçekten bir tuhaflık olduğunu düşünüp, hiç bir şey bilmediğini sanırdı. Sanki gerçekten o geceden haberi yokmuş gibi düşünürdü. Sanki o gece çıplak bir vaziyette yatağında başka biri yatıyordu ve ben o sanmıştım. Bu yüzü nasıl bir başkasına benzetebilirdim ki? Nasıl bir başkası ile karıştırabilirdim? Savaş bana bir adım yaklaşırken “bebeğim” diye mırıldandı. Bebeği falan değildim, onun hiçbir şeyi değildim. Bana hitaben ismimi bile söylemeye hakkı yoktu onun için bedenime dolan öfkeyle elimi savurdum ve elimi yüzünde patlamadan önce havada yakalayan Savaş, “Aklından bile geçirme “diye dişlerinin arasından söylendi. Elim elinde havada kalmıştı. Gözleri bir an olsun gözlerimden ayrılmıyordu ve bakışları ruhumu delip geçiyordu. Fazla yakındık. Haddinden fazla yakındık. Onun için elimi avucunun içinden öfkeyle çekip, gözlerine sert bir şekilde baktım. Bana bunu yapmaya hakkı yoktu. Bunları söylemeye veya bu duyguların arkasına saklanamazdı. Evet, beni aldatmıştı. Hem de bunu doğum günümde yapmıştı. Ben iğrenç bir yaratığın kollarından kurtulmaya çalışırken, o aramda bir şey yok dediği o sürtüğü kollarında mest ediyordu. Kalkıp da beni kandırmaya çalışamazdı. Onun için olabildiğince sert çıkan sesimle, “bunu yapamazsın! Anladın mı bunu yapmaya hakkın yok! Bana onca acıyı, yaşattıktan sonra bir hayal ürünüymüş gibi davranamazsın. Ben o gece ne gördüğümü biliyorum. Tam 3 yıl gözlerimin önünden gitmeyen o görüntü ile kâbuslarımda bile savaştım. Onun için bana hastaymışım gibi bakmaktan, aşkımı bitirmek için bahane uydurduğumu falan ima etmekten vazgeç”  dedim ve ağaç evden çıkmaya yeltendiğim anda kolumdan çekildim. Bendenim bedeni ile çarpıştığı anda dudakları ile dudaklarımı örten Savaş, donup kalmamı sağlamıştı. Bedenimde yaşanan felce teslim olurken, tüm ruhuma can gidercesine içimde bir uyanma başlamıştı. Yıllar olmuştu bu kıpırtıyı çimde hissetmeyeli. Yıllardır biri köşede duran ve her gecen gün kanatları biraz daha kırılan kelebekler canlanmaya başlamıştı. Bedenimin yıllardır unuttuğu ateş kendini ben geldim dercesine hissettirirken. Kendimi o dudakların akımına bırakmak istedim. Zamanın durup, sadece bu anda sabit kalmasını istedim. Bu tutkulu hasret dolu öpüşün gerçek olmasını, gerçekten hayal görmüş olmayı diledim. Hasta olduğumu ve o gece yaşadığım her anın aslında benim hayal ürünüm olduğunu düşünmek istedim. Dudaklarının ateşi ile dakikalarca yanmak, o yangında kül olmak istedim. Gözümden süzülen gözyaşım gibi kalbine süzülmek istedim. Ellerini belime dolayan savaş’ın göğsüne yasladığım ellerim titriyordu. Kalbim içimde deli gibi aymaya başlamıştı ki tüm korkularım kapatıldıkları o kara kutudan firar etti. Ruhumu o geceye, o karanlık saniyelere an ve an çektiğinde bedenime giren karanlıkla titremeye başlamıştım. Kollarım göğsünde kilitlenmişti. Beynim uyuşmaya başlarken kendime gelmem biraz zaman almıştı. Hayır, yapamazdım ve yapamazdı. Bir öpücük ile tüm acılarımı silip atamazdım. Her şey gerçekti. Her şey yaşanmıştı. Onun için göğsüne dayadığım ellerim ile Savaş’ı tüm gücümü kullanarak ittim. Bedeni bedenimde koparcasına uzaklaşırken tekleyen titrek sesim ile “Sakın! “ Diye söylenip, yutkunduktan sonra parmağımı ona doğrulttum ve dizginlemeye çalıştığım titremem eşliğinde   “Beni çok özledin, beni aldatmadın, beni çok seviyorsun ve benden başkası ile olmadın öyle mi?” diye sordum. Buna evet diyecekti biliyorum onun için cevap vermesine izin vermeden ona bir adım yaklaştım. Gereğinden fazla kararlı çıkan ses tonum ile “Bunun için beni 4 yıl önce ikna etmeye çalışacaktın. Senden ayrı geçen 4 yılın neredeyse 3 yılı boyunca her cuma günü bir korkak gibi kapıma beyaz bir gül bırakıp kaçarak değil. Eğer beni aldatmamış olsaydın, beni yaşadıklarım ile orada bir başıma bırakıp Türkiye’ye dönmezdin. Beni orada bir başıma acılarımla bırakmazdın. Beni geçekten seviyor olsaydın bu 3 yıl boyunca nasıl öldüğümü, yalnızlıkta nasıl kaybolduğumu, tüm renklerimi nasıl kaybettiğimi görürdün. Sen gerçekten benim yıllarımı verdiğim o masum küçük çocuk olsaydın benim acımı görürdün. Onun için ne hissettiğin ve kim olduğun umurumda değil Savaş Yılmaz, uzak dur benden.” Dedim ve hızla ağaç evin merdivenlerine yöneldim. Birkaç adımda oradan indim ve koşar adım evin çıkışına geldim. Zafer abi tarafından evin girişine çekilmiş olan arabama bindim ve hızla Yılmaz malikânesinden uzaklaştım. Bu sefer gözyaşlarımın yanaklarımı ıslatmasına izin vermedim. Bedenimin öfkeye teslim olmasına da izin vermedim. Acımın ve artık hayatıma her fırsatta musallat olan kâbuslarımın geri gelmesine de izin vermedim. Ben hasta değildim. Bana sanki bir hayal görmüşüm gibi davranamazdı. Yaşadığım her acı gerçekti. Her anı, her saniyesi gerçekti. Yıllarca içimden, hayatımdan, kâbuslarımdan atamadığım kadar gerçekti. Bir ihanet adiliğini yerine getirmiş olması yetmiyormuş gibi özrü bunu inkâr ederek olmamalıydı. Bu yapmış olduğu ihanetten daha adi bir yoldu. O gece yaşananların hiçbir açıklaması ve hiçbir savunması yoktu. Kesinlikle olamazdı da…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD