Tüm bahçenin üzerine kızıl gün ışığı çoktan çökmüştü. O kadar güzel ve doğal bir ışık şöleni vardı ki neredeyse büyüleyiciydi. Saatlerce bu şekilde izlenebilirdi. Tüm bahçe yaz çiçekleri ile süslenmiş, çiçek kokularına boğulmuştu. Her biri kır çiçeğiydi sadece masaların üzerinde kırmızı güller vardı. Bahçenin orta kısmında bir pist vardı ve pistin her yanını masalar doldurulmuştu. Harika bir uyum yakalanmıştı. Herkes heyecanla Doruk ve İpek’in inmesini bekliyordu ki buna onlarda dahildi. İçimde heyecanla çarpan kalbim ve herkesin beklediği gibi büyük bir karşılaşma olmamıştı. Ben gelin odası kısmında saçım yeniden yapılana kadar kalmış ve düğün için hazırlanmış bahçeye inmiştim. Kimse de bu duruma itiraz etmemişti. Beni uzun zamandır görmemiş olan arkadaşlar, tanıdıklar merhaba demiş, ayak kısa muhabbetlerin ardından pisti net gören bir masaya yerleştiğim esnada yanımda beliren Azra teyzem ile neredeyse yutkunmuştum. Azra teyzem bu ailenin demir leydisiydi. Kararları net ve bazen acımasızdı. Söz konusu çocuklarıysa karşınıza alınmayacak kadar tehlikeli olabilirdi. Tamda dişi aslan yakıştırmasına uyuyordu. Bakışları ile beni süzdü ve hafif bir gülümseme eşliğinde
“Seni görmek güzel Rüyacım” dedi ve o mavi deniz bakışlarını bakışlarıma sabitleyerek,
“Gözlerindeki acıyı görebiliyorum. Onun için sana neden, niçin sorularını sormaya hiç niyetim yok. Sadece eğer hak ediyorsa daha fazla canını yak. Ama” dedikten sonra bana daha çok yaklaşıp kulağıma eğildi ve
“Oğlumu tanıyorum. Sizi biz büyüttük, o kendini öldürür ama gözlerine bu acıyı yerleştirecek bir şey yapmaz.” Dediğinde ise yutkunmuştum. Azra teyzeme olan biteni anlatmak demek onu yıkmak anlamına geliyordu. Oğlu için hayal kırıklığı yaşamaması için gülümsedim ve
“Neden Savaş’ın yaptığını düşünüyorsunuz. Belki bitmesini ben istemişimdir” diye söylendiğimde sadece gözlerini gözlerime dikti ve birkaç saniyelik bakışın ardından gülümseyerek benimle yüz yüze geldi. Kendinden emin çıkan ses tonu eşliğinde
“O zaman bakışlarındaki acıyı açıkla” diye sorduğunda yutkunmuştum. O ise gülümseyerek,
“Bazen ne anladığımıza veya ne yaptığımıza dikkat etmeliyiz. Bizler bu büyük yuvaları hiç yanlış anlamadan veya hiç hata yapmadan kurmadık. Onun için her neye, ne için karar verdiysen iyi bir süzgeçten geçir” dedi ve elini koluma yerleştirerek,
“Sonra geç kaldığın her şeye üzülürsün” dedi ve yanımdan ayrıldığında onun onca yıla rağmen dik duruşuna ve güzelliğine baka kaldım. Derin bir nefes aldım ve etrafıma bakındım. Hiçbir yerde yoktu. O kadar süredir sesini dahi duymamıştım. Bu aslında bir bakıma iyiydi. Onu görmemek bu düğünü sağ salim çıkarmama yardımcı olacaktı. Çalmaya başlayan giriş müziği ile düşüncelerimden sıyrılıp, Doruk ve İpek’in alkışlar içerisinde dans pistine yürümelerini seyrettim. Bunca acının üzerine bu mutluluğu gerçekten hakkediyorlardı. Umarım hayatlarının bundan sonraki tüm zamanlarında da en az bu günkü kadar mutlu olurlardı. Herkes mutluluğu hak ediyordu ama onlar herkesten çok hak ediyorlardı. O kadar uzun süre ayrı kalmış, onca acıdan kurtulmuşlardı. Canları yanmış ama bir şekilde mutluluğu yakalamış ve bırakmamışlardı. Onlar dans ederken ilk dansları diye kimse piste girmemişti ama gözlerim annem ile babamı aradı. Kesinlikle bir sonraki müzikte piste şov yapacaklardı. Her zaman uyumlu ve güzel dans ederlerdi. Yakaladıkları o uyum ile göz doldurur herkesi kıskandırırlardı. Bu düşüncelerime gülümsediğim esnada burnuma gelen koku ile duraksadım. İstemsizce içime dolan koku ile gözlerimi kaparken, kalbim deli gibi atmaya, nefesim içimi yakmaya başladı. Buradaydı. Savaş burada hem de tam arkamdaydı. Hafif esen rüzgâr kokusunu daha da yoğun hissettiriyordu. Bedenim uyuşmaya başlarken ayaklarım bu anı taşıyamayacaklarını belirtircesine titremeye başlamıştı ki etraftaki alkışlar, ıslıklar kayboldu. Hiçbir şey duymuyor ve görmüyordum. Sessizlik büyüdükçe dayanamadım ve gözlerimi açıp geriye doğru döndüm. Kimse yoktu. Aslında herkes vardı ama o yoktu. Kesinlikle onun kokusunu kullanan biri olmalıydı. Yüz yıllar geçse bile bu kokunun hafızamdan çıkabileceğine inanmıyordum. Anın rahatlamasıyla derin bir nefes aldım ve bir an durdum ve hissettiklerim ile kendime kızdım. Hangi ara onu görmek için bu kadar meraklı oldum. Ne ara unuttum onca yaşananı. Hangi ara kalbim böylesi titrek atmaya başlamıştı. Bunun olmaması için atmıştım onca duyguyu içimden, onca gözyaşı boşuna akmamıştı benim gözümden. Başımı sağa sola salladım ve derin bir nefes aldım. Fonda çalmaya başlayan Biri bana gelsin şarkısı ile ise gülümsedim. Bu şarkı çıktığı dönemlerde fazlasıyla dinlerdik. Her şeyin bu kadar organize olarak denk gelmesi ise tarifi imkânsız bir rastlantı olması için dua bile edebilirdim. Eşini alan herkes piste giderken karşımda beliren babam ile kaşlarımı çattım. Benimle değil annem ile dans etmesi gerekiyordu. Onun için
“Babacım annem ile dans etmen gerekiyor” diye söylendim. Sanki beni duymayan Babam ise
“Kızım ile dans etmek istiyorum.” Dedi ve kulağıma yaklaşarak,
“Bora amcan çok üzgün diye dansa kaldırdı. Bir birbirlerini öldürme kararı almadıkları sürece aralarına girmeyi de düşünmüyorum” dediğinde ise beni çoktan dans pistine getirmiş, dans etmeye başlamıştık. Şarkı daha yeni başlamıştı ve biz pistin tam ortasına gelmiştik ki birkaç saniye içinde şarkı ayarlanmış gibi başa sardı. Kalbim neler olduğunu anlamayacak kadar hızla atıyordu ve babamın arkasında beliren Bora amca
“Şu yeşilini öldürmeden al istersen” dedi ve kendimi bir anda Bora amca ile dans ederken buldum. Bora amca durumu özetleyen bir gülümseme eşliğinde
“Düğünün gerçekten katliama dönüşmesi için annen yeterli olur” dediğinde kahkaha atmıştım. Çocukluğumdan bu yana tatlı atışmaları vardı. İki arkadaştan çok abi kız kardeşi andırıyorlardı. Birbirini çok seven fakat bir o kadarda didişen iki kardeş gibiydiler. Birbirleri ile didişmeden duramıyor ama ikisinden birine bir şey olsa önce onlar koşuyordu. Aralarında tarifi imkânsız bir bağ vardı. Bora amca benimle dans ederken sadece gözlerime baktı ve
“Bazen keşke dememek için birilerine kızmamayı öğrenmeli ve sadece gülümsemelisin” dedi ve beni biraz daha pistin ortasına doğru sürükledi. Ben daha ne olduğunu anlamadan bana göz kırpıp tatlı bir gülümseme ile
“Bu şarkıda bebeğim ile dans etmezsem başım dertte demektir. Onun için seni” dedi ve beni bir anda döndürdü. Karşı karşıya kaldığım kişi ile ise donup kaldım. Lacivert bir takım elbise, geniş kaslı omuzlar, cam mavisi özlediğim bakışlar. Kalbim içime sığmıyordu. Nefesim içimden çıkmıyordu ki tüm ciğerlerimi alev almışçasına yakıyordu. Birden bedenimde duygu patlaması yaşanmış ve neredeyse bayılmak üzereydim. Tam dört yıl olmuştu. Onu görmeyeli, o gözlere bakmayalı, sesini duymayalı aramızda mesafe olsa bile sıcaklığını hissetmeyeli onun için bu haksızlıktı. Bu kadarı gerçekten haksızlıktı. Böylesi hazırlıksız yakalanmamalıydım. Bunu bilerek yapmışlardı. Bunu gerçekten her birine ödetecektim. Gözlerimiz birbirinden ayrılmazken Savaş elini bana uzattı ve ben sanki gitmek gibi bir seçeneğim yokmuşçasına elimi elinin içine bıraktım. Beni kendine çekerken hiç karşı koymayışıma içimden kızarken, eli sırtımın açık olan kısmına yerleşmişti. Teni tenime değdikçe alev sırtımdan tüm bedenime yayılıyordu. Boşta kalan elimi omzuna yerleştirirken gözlerim gözlerinden bir an olsun ayrılmıyordu. Tam dört yıl olmuştu onu görmeyeli, tam dört yıl olmuştu bu kokuyu koklamayalı, bu gözlere bakmayalı… Kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızlı atıyordu. Tüm bedenim titriyordu. Milyonlarca kez eğer bir gün karşılaşırsak nasıl davranacağımın provasını yapmıştım. Hiçbiri bu şekilde değildi. Bu şekilde olmaması gerekiyordu. Hiçbir provamda onunla dans etmek yoktu. Hiçbirinde bu şekilde değildik. Ne yapacağımı bilmiyordum. Elimi elinden çekip, buradan uzaklaşmam gerekiyordu fakat gözlerimi o cam mavisi denizden alamıyordum. Her saniye orada boğuluyor, nefes alamıyordum. Kalbime yüklenen duygu seli taşmasına neden oluyordu. O kadar çok bastırmışım ki hislerimi bir anda ortaya çıkmış he anın kontrolünü eline almıştı. Bedenim hissettiklerime teslim olurken bulunduğum karanlıkta beliren bir ışık gibi gözlerime bakıyordu. Birkaç dakikanın ardından şarkı bitmiş ve büyü tesiri yapan dansta bitmişti. İkimizde olduğumuz yerde gözlerimiz birbirinden ayrılmadan öylece duruyorduk. Önce Savaş elini belimden çekti. O elini çekince bu sıcak havada bir ürperti sırtımdan bedenime yayıldı ve neredeyse üşüdüm. Ardından ben elimi omzundan indirdim. Elinde kalan elimi çekmek istediğimde sıktığını fark ettim. Elim avucunda alev almıştı ve gözlerimi gözlerinden ayırmadan bir kez daha çekmek istediğimde yavaşça bıraktı. Bir adım o uzaklaştı bir adımda ben. Ardından ayrıldı gözlerimiz, ikimizde aynı anda arkamızı döndük ve uzaklaşarak pisten indik. Bu düğünün gelini ve damadı biz değildik. Fakat herkesin bakışları bizim üzerimizdeydi. Pisten iner inmez bara doğru yöneldim. Düğün gecesi olduğu için içki olarak sadece şampanya vardı. Bu yeterli değildi. Kendime gelmem için daha sert bir şeylere ihtiyacım vardı fakat seçenek bile yoktu. Koca bir bardağı devirmeme rağmen işe yaramamıştı. Birkaç saniye içinde yanımda beliren Mert ile ofladım. Gerçekten her biri sırasıyla şansını mı deneyecekti. Asla pes etmeyecekler ve her seferinde beni daha çok gereceklerdi. Neden zamanında bizlerin yaptığı gibi saygı duymayı denemiyorlardı. Bu o kadar zor olmasa gerekti. Mert bir abi edasında tam konuşacağı esnada onu susturmak adına elimi kaldırdım ve
“Gerçekten çocukça bir hareketti. İkimiz içinde bir iyilik yapıp neden kabullenmeyi denemiyorsunuz?” diye sordum. Her ne söyleyecekse bir an duraksadı ve derin bir nefes alıp verdi. Sonrasında çıkan sakin ve yumuşak sesi ile
“Bir birinize nasıl baktığınızı gördükten sonra gerçekten çok ciddi bir bahanen olmalı” diye sordu. Bu sorusuna gerçekten içimden haykırırcasına ‘evet var! Evet, gerçekten ciddi bir bahanem var ve artık beni rahat bırakın!’ diye bağırmak geçse de yüzüne hiçbir şey yokmuşçasına bakıp,
“Neden herkesin aşkını sizin çocukluk aşkınızın evlilikle taçlanması gibi olmasını bekliyorsunuz? Bitti. Bir nedeni olması gerekmiyor. Ya da bir nedene bağlamak gerekmiyor. Tamam, öğrenmek istediğiniz ne olduğuysa Tabii ki bir nedeni var. İşte anlamadığınızda bu Mert, bu bir tek beni ve Savaşı ilgilendiriyor. Gerçekten artık bu duruma bir son verin. Birkaç gün sonra dönüyorum. İnanın tek bir oyun ve hamle daha istemiyorum. Sadece arkadaşımın düğününe ve ailemle birkaç gün eğlenceli vakit geçirmeye geldim.” dediğimde netliğim karşısında neredeyse yutkunduğunu görmek beni şaşırtmıştı. Karşımdaki Mert Ertürk’tü. Onu bu şekilde bir konuşma ile durdurmak, istemediği bir şekilde susturmak ise neredeyse imkânsızdı…
………….
Mert ne çıkışımın ardından tek kelime daha etmeden gitmiş ve beni içimdeki hüzünle yalnız bırakmıştı. Düğün tüm güzelliğiyle son sürat devam ederken herkes pistteydi. Çevremde gerçekte rahatsız olacağınız kadar fazla mutluluk vardı. Aslında onca yaşananın ardından bu mutluluk son derece mükemmeldi ama işte kalbi acıyanlara iyi falan gelmiyordu. Tam beş bardak şampanya içmiş olmama rağmen hala bir ruh halimde saçmalamam olmamıştı. Fakat sigara içmem gerekiyordu. Öğlenden beridir içmiyordum ve bu artık baş ağrısı yapmaya başlamıştı. Eve girdim ve düğün bahçesinin tam tersine ormanlık alana bakan büyük terasa çıktım. Burası düğünde olanların ilgisini çekmeyecek kadar rüzgârlı ve sakindi. Düğün orkestrasının sesi buraya fısıltı gibi ulaşıyordu ve kimse yoktu. Terasın ucuna kadar gidip, çantamı açtım ve büyük bir hayal kırıklığı ile ofladım. Sigaram evdeyken bitmişti. Buraya gelirken alacaktım ama günün stresinden unutmuştum. Elimdeki şarap bardağımda duran son yudum şampanyayı da oflayarak içtim ve terasın manzarasını izlemeye koyuldum. Birkaç dakika orada kaldıktan sonra gözlerimi kapadım ve derin bir nefes aldım. O an burnuma dolan koku ile yutkundum. Hemen arkamdan yayılan o sıcaklık sırtımdan ter boşalmasını sağlarken kalbim yine ritmini değiştirdi. Birkaç adım sesi doldu kulaklarıma ve adımlar hemen yan tarafıma gelinceye kadar ağır bir ritimde devam etti. Nihayetinde durdu ve o an kapadığım gözlerimi açtım. Karşı karşıya kaldığım Savaş ile yutkundum. Bu gece danstan sonra artık gittiğini sanmıştım. Dansın hemen ardından ortadan kaybolmuş ve hiç karşıma çıkmamıştı. Gerçi çıkacağını da düşünmemiştim. Kravatını gevşetmişi gömleğinin üst düğmesini açmış, ceketsiz sadece gömlek ile salaş bir görüntü çiziyordu. Saçları birçok kere dağıtılmış haldeydi. Bu ana ayrı bir çekicilik katıyordu ki şu haline buradaki hiçbir kızın hayır diyebileceğin sanmıyordum. Elinde bir viski şişesi vardı ve onu bana göstererek,
“Sanırım bundan birkaç kadehe ihtiyacın var” dedi. İçimden bir ses kesinlikle derken tek kelime etmeden ona bakıyordum. Savaş ise cevap vermemi beklemedi ve elimdeki bardağı alıp yarısına kadar viski doldurduğunda gözlerimi ondan ayıramıyordum. Bardağı elime verdiğinde hala şaşkınca ona bakıyordum. Ardından elini ceketinin cebine götürdü ve çıkardığı sigara paketinden bir sigara bana uzatıp,
“Sanırım buna da ihtiyacın var” diye sordu. Elindeki sigara ile şaşkınlığım gözle görülür boyuttaydı. Tek kelime edememiş sadece öylece bakmıştım ki Savaş sigarayı almadığımı fark edip elini indirdi. İçinden kendi bir sigara alıp ağzına görürdü ve yaktı. Gözlerini şaşkın bakışlarımdan çekip manzaraya döndü ve bana hiç bakmadan derin bir nefes aldı. Aldığı nefes sigara dumanı ile dışarı çıkarken kollarını terasın korkuluklarına yasladı ve yine bana bakmadan derinden çıkan sesi eşliğinde
“Her sabah o yeşil gözlerini açtığındaki gülümsemeni severdim. Bana baktığında kalbinden gelen o gülümsemeyi gerçekten çok severdim. Benimle her şeyden konuşmanı, her şeyi anlatmanı severdim. Senin sesini ilk duyduğumda hatırlıyor musun? Daha çocuktum. İşte ben o zaman sana tam anlamıyla âşık olmuştum. Ben duymuyorum diye işaret dili öğrenmiştiniz. Duymaya başladığımda bir senin benle işaret dili ile konuşmanı istemezdim.” dediğinde yüzümde anlamsız bir gülümseme belirdi. Savaş doğuştan duyma engeli ile doğmuştu. Ardından ameliyat olmuş fakat duyması zaman almıştı. O günler ne kadar güzel ve anlamlıydı. Bir de şu halimize bak diye düşünürken Savaş manzaraya bakarak gülümsedi ve
“Biliyor musun sana hiç söylemedim. Aslında ilk senin sesini duymuştum” dedi ve benim gözlerim bir anda doldu. Ağlamamalıydım. Onun için yutkundum ve derin bir nefes aldım. Savaş ise yine bana bakmadan sigarasından bir nefes aldı ve
“Uyurken seni seyretmeyi severdim. Uyurken mırıldanmana saatlerce gülümserdim. Bir şeye sevindiğinde çığlık atmana ise bayılırdım.” Dedi ve gözlerini gözlerimle buluşturdu. Birkaç saniye baktıktan sonra
"Nedenini bilmediğim her ne varsa tam dört yılımı aldı. Duygularımı, kalbimi, aşkımı ve daha her ne kadar güzel şey varsa hayatımdan söküp aldı. Mutsuzsun, acı dolusun, gözlerinde anlamsız bir öfke var. Kalbin aşkın ile nefretin arasında kalmış sana nefes alacak bir alan dahi bırakmıyor. Aynı benim gibi.” dedi ve tamamen bana dönerek birkaç saniye baktı. Ardından biraz daha net çıkan sesi ile
“Onun için tek bir soru bunca yılın ardından” diye söylendi ve bana bir adım daha yaklaşıp aramızda neredeyse milimlik boşluk bırakmadan
“NEDEN?" Diye sorduğunda öylece gözlerine baktım. Birçok görüntü gözlerimin önünden geçti. O gecenin tüm ayrıntıları döküldü bir bir zihnime. Bu soruyu sormaya hakkı yoktu. Bu güzelliklerin gitmesinde suçlu olan ben değildim. Sanki gereksiz bir kapris sonucu onu bırakmışım gibi davranamazdı. Her şeyi bana yıkamazdı. Onun yüzündendi. Onun hatası yüzünden birçok acı yaşamıştım. Onun ihaneti yüzünden kalbimi karanlığa teslim etmiştim. Onun için bedenime dolan öfke ile gözlerine baktım ve net çıkan sesimle
"Senin yüzünden!" diye biraz yüksek çıkan sesim ile söyledim ve ona bir adım yaklaştım. Parmağımı yüzüne doğrultup içimde tuttuğum öfkeyi saldım ve beni anlaması için öfkeyle bakarak,
"Mutsuzluğum, acım, öfkem lanet olsun bu berbat halim senin yüzünden!" dedim ve ardından kendimi kontrol etmeye çabalarcasına derin bir nefes aldım. Ardından gözlerimdeki nefret ile gözlerine baktığım. Canım öylesine yanıyordu ki, sanki biri kalbime bıçak saplıyordu. Kanıyor nefessiz bırakıyordu. Onca şeyi bende seviyordum. Bana değer verdiğini hissettiğim zamanlarda bende mutluydum. İhaneti öldürmüştü bu aşkı ben değil. Savaş duydukları ile şaşkınca bana bakarken duruşumu değiştirmeden,
"Bahsettiğin o kocaman aşk var ya işte ondan da senin yüzünden vazgeçtim" dediğimde birkaç duruşunu değiştirmeden birkaç saniye öylece bana baktı. Ardından elindeki bitmiş sigarayı attı ve viski şişesini dikleyip koca bir yudum aldı. Acı çektiği belliydi ama benim çektiğimin acının yanında görünmezdi bile. Savaş, bana birkaç adım yaklaştı ve aramızda açtığım mesafeyi yine milimlik bir boşluk bırakacak şekilde kapattı ve tam tepemden sergilediği, keskin bakışı altında neredeyse eziliyordum. Fakat net çıkan sesi ile
“Neden?” diye tekrar sordu. Gözlerine öfke ile baktım. Bu soruya cevap vermeyecektim. Onun bu soruyu sorma zamanı çoktan geçmişti. Zaten nedenini söylediğim günde bana inanmamıştı. Bu saatten sonra inanmasının bir anlamı da yoktu. Onun için konuyu değiştirmek adına babamın söylediğinden beri aklımı kurcalayan soruyu birden onu sorgularcasına
“Buraya geleceğimi hiç kimse bilmezken sen nasıl biliyordun?” diye sordum. Savaş sorum karşısında tükenmiş gibi nefes verdi ve gülümsedi. Tek elini ceketinin ön cebinin üzerindeki beyaz güle götürdü. Gülü oradan aldı ve elinde birkaç saniye tutup baktıktan sonra uzanıp elimin içine bıraktı. Elini çekmeden gözlerime acı ile bakarak,
“Yine de onca zamanın üzerine gözlerinin içine bakmak, kokunu senden yayılırken koklamak, sana dokunmak güzeldi.” dedikten sonra yanımdan yürüdü ve beni ardında elimde beyaz bir gül ile bırakıp merdivenlere doğru yöneldi. Sonra da anında durdu ve
“Bekli de “diyerek durdu ve benimle göz göze gelip,
“Söylediğin doğrudur. Beklide gerçekten kabul etmek gerekiyordur.” Dediğinde elimdeki güle baktım ve tekrar gözlerine bakarak
“Neyi?” dediğimde Savaş ellerini cebine soktu ve gözlerimi gözlerimden bir an olsun ayırmadan,
“Bittiğini” dedi ve ben sadece öylece baktım. Savaş merdivenlerden inip gözden kaybolana kadar ardından sadece baktım. Birkaç saniye öylece kaldıktan sonra elimde neyin olduğunu anladım ve tüm bedenim zangır zangır titredi. İçimde alev alan hislerim kalbimin sıkışmasına neden olmuştu. Lanet olsun elimdeki beyaz güldü. Evet, tam üç yıl boyunca her cuma günü kapıma bırakılan beyaz gülün aynısıydı. O gülleri her cuma günü kapıma Savaş mı bırakmıştı? Üç yıldır her Cuma kapıma kadar gelip gülü bırakıp onca acımı görüp, geri dönmüş müydü? Benimle konuşmaya çalışmak yerine beni uzaktan seyretmeyi mi denemişti. Buna gerçekten inanamıyordum…