4

1886 Words
“Dünya soğur akşam serinlerken Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok. Kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim. Ve işte en gümüş cümlem: İçimi açtım sana. İçini açmak için.” *** Günler sakin bir monotonlukla ilerliyor görünenlere bakarsak eğer. Kızlar benden uzak duruyor, beni tokatlamıyor en azından, okul ilerliyor ve sınıfta kimseyle konuşmuyoruz. Her zaman olduğu gibi yani. Elimde kitabım, kulağımda müziğimle geçiyor günler. Tabii ara sıra karşılaştığımızda Agâhla yaptığımız küçük sohbetleri saymazsak. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama onunla konuşmak, bu sadece nasıl olduğumu sormak bile olsa, beni çok mutlu ediyor. Hayatım boyunca sustuğum her şeyi ona saklamışım gibi hissediyorum. Ondan ne kadar kaçsam da beni görmezden gelmiyor oluşu hoşuma gidiyor. Çok sık konuşmuyoruz belki ama geçen yıllara kıyasla, epeyce anıya sahip olduğumu biliyorum. Tabii bunun yanında onunla yakınlaşmaktan da korkmuyor değilim. Bana selam verdiği için beni tokatlayan Banu’nun varlığı bir yana, eğer yaptığı şeylerin altında birazcık olsun bile benden hoşlanmış olduğu gerçeği yoksa ve benim hislerimi öğrenirse diye korkuyorum. Gözlerimin içine bakıp bana acırsa diye. Sana sadece selam veriyorum ve sen bana âşıksın ha? Yüzünde canlanabilecek gülüşü hayal etmek bile midemi düğümlemeye yetiyor. Tüm tüylerim canlanıp isyan ediyor bu hayale. Asla ama asla istemem böyle bir hatırayla bu yılı bitirmeyi. Beden eşofmanlarımı giyerken geçiyor bunlar aklımdan. İki saatlik ders boyunca kitap okumayı planlıyorum fakat bitmek üzere olan kitabımla zamanı değerlendiremeyeceğimi de biliyorum. Bugün o kadar çok boş zamanım oldu ki daha yeni başlamış olmama rağmen kitap bitmeye yaklaştı. Anlamadığım ders işlenmeyecekse neden okula gelmenin zorunlu olduğu. Eşyalarımı toparlayıp kitabımla birlikte çıkıyorum kabinden. Kızların çoğu gitmiş, hatta şöyle bir bakınca sadece benim muhteşem eski arkadaşlarım ve iki kız kalmış geriye. Onlara uzun süre bakmak istemediğimden kapıya doğru hızlı adımlarla yürüyorum ama Banu önüme geçerek engel oluyor bana. “Hala dersini almadın değil mi?” diye soruyor kısık bir sesle ve içimi üşüten bir tebessümle. “Neden bahsettiğini bilmiyorum.” Kapı koluna bastırıp geçmeme izin vermesi için bekliyorum ama o beni dinlemeye bile tenezzül etmediği konuşmasına geri dönüyor. “Bak Mercan, seni son kez uyarıyorum. Bunu da eski arkadaşlığımızın hatırına yapıyorum. Eğer ondan uzak durmazsan, hiç istemediğin şeylerle karşı karşıya kalacaksın. Anladın mı beni?” “Gidebilir miyim artık?” Dişlerini sıkarak bana bakıyor on saniye kadar, sonra çekilip geçmeme müsaade ediyor. Kendimi dışarı atıp derin bir nefes alıyor ve hızlı adımlarla bahçeye çıkıyorum. Blöf yapmadığını biliyorum. Eğer böyle giderse gerçekten de olaylar istemediğim şekilde sonuçlanacaktır ama ne yapabilirim ki? Sadece ara sıra konuştuğum, hiçbir özel şeyi paylaşmadığım halde bunu bile nasıl çok görebilir bana Banu? Hem de bunlar için bir çaba bile göstermiyorum! Karşılaşıyoruz ve selamlaşıp kısa bir sohbeti paylaşıyoruz. Bazen uzun süren bakışmalarımız olduğunu inkar edemesem de fazla bir şey yapmadığımı biliyorum. Ama neden bu onu bu kadar rahatsız ediyor? Gözümün önünde az önceki rahatsız edici gülüşüyle Agâh’ın benimle alay eden yüzü canlanıyor bir kez daha. Risk alabilir miyim peki? Madem uzak durmazsam her şeyi ortaya dökecek Banu, bunu göze alıp onunla selamlaşmayı sürdürebilir miyim? Korku kalp atışlarımı hızlandırıyor. Düşüncelerimi dizginlemeye çalışırken sınıfın sıralandığı yere geçip en sonda ayakta duruyorum. Boyumun neredeyse okuldaki en kısa boy olduğunu söylememe gerek yok sanırım? Hoca yoklama alıyor, boş boş durmak yerine vakti güzel değerlendirmemizi öğütlüyor ve bizi özgür bırakıyor. Onun gitmesiyle birlikte ben de gizli köşeme geçiyorum, bahçenin arkasındaki eski kantine. Orada değişimden önceki tahta ve çürümüş sıralar, demir parçaları, okuldan arta kalan diğer ıvır zıvırlar arasında oturuyorum genelde. Başta yağan yağmurlarla gittikçe çirkinleşen koku rahatsız etse de zamanla alışıyorum. Ve burada sessizce oturmak, ara sıra öten kuşların ve bahçenin duvarlarında gezinen kedilerin gürültüsünü dinlerken okumak hoşuma gidiyor. Tıpkı bana ait bir yerde, kafamı dinlemek gibi. Burayı benden başka birinin sevmemesi kadar güzel bir şey olamaz bu okulda. Biraz olsun neşelendiğimi hissederek açıyorum kitabımı. Dört yılı Agâh’la selamlaşmadan geçirdim madem ve öğrenilmesini hala istemiyorum, o halde Banu’ya istediğini verebilirim. Bundan sonra ondan yine kaçacağım, hep olduğu gibi. Bu düşüncelerle mp3’ümden okuma listemi -sadece müzik- açıp kulaklıklarımı takıyor ve okumaya başlıyorum. Ve bu eylemi biri gelip de ödümü patlatacak kadar sessiz bir şekilde yanıma oturana kadar sürdürüyorum. Kendimi çok kaptırdığımı biliyorum ama kitabına tamamen gömülmüş birine yaklaşırken insanın en azından varlığını belli etmesi gerekmez mi? İrkilerek kulaklıklarımı çıkarırken Agâh’ın gülümseyen yüzüyle karşılaşmak son istediğim şey bile değil. Korkuyla etrafıma bakınıp kızların olmadığını görünce rahatlıyorum. “Seninle karşılaşmak neredeyse imkansız.” Gözlerimi kırpıştırırken gülüyor hafifçe. “Korkuttum, değil mi?” “Çok.” diyorum cevaben, derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışıyorum. “Beni mi arıyordun?” “Evet, konuşmamız gerek.” Genelde konuşkan, sakin ve neşeli olsa da durgun çıkıyor bu kez sesi. Gözleriyse epeyce ciddi görünüyor. Merakıma kapılıp başımı sallıyorum. “Konuşalım… Da… Ne hakkında?” “Bu kez kaçmayacağına söz ver.” “Kaçmak?” “İki saatimiz var, illa ki senin pes etmene sebep olacağım. O yüzden lütfen kaçmaya çalışmadan beni dinle, olur mu?” Yutkunup yüzüne bakıyorum sadece. Ne diyeceğimi bilemiyorum bir türlü. Ne konuşmak istiyor olabilir ki benimle? “Bak, biliyorum ki bu meseleyi konuşmak istediğin son kişi benim. Bunu gayet net gösteriyorsun bana. Ama dayanma sınırım buraya kadarmış.” Söyledikleri yüzümü düşürmeye yetiyor. Banu’nun olaya dâhil olduğunu anlıyorum ve tabii ona karşı tutumuma üzüldüğünü de. Eğer bilseydi, böyle düşünür müydü hala acaba? Bir süre sıkıntıyla kıpırdanıyor yerinde. Sonunda elimdeki kitabı alıp kapağıyla oynuyor ve bir yandan da bana bakarak konuşmasını sürdürüyor. “Sana biraz garip geleceğini biliyorum ama birkaç ay önce yaşadığım bir olay var. Ondan önce seni hiç fark etmemiştim.” Boğazımda bir yumru büyüyor. “Öyle mi?” “Yani… İlla ki görmüşümdür ama nedense dikkat etmemiştim sana. Zaten çok fazla sınıftan çıkmıyorsun, değil mi?” “Öyle.” Silik olduğumu bilmekle, ondan duymak aynı şey değilmiş. Bu nedensizce kırıyor kalbimi, ağlama arzusuyla nefesleniyorum. “Sonra bir şey oldu.” Deli gibi ne olduğunu sormak istiyorum ama frenliyorum kendimi. Eğer anlatacağı şey hoşuma gitmeyecekse bari benim hislerimden bihaber oluşuyla yetinebileyim. “Banu ve ben, geçen sene doğum günümde tanışmıştık. Çok fazla konuşmazdık aslında ama ara sıra mesajlaşıyorduk.” Bana bakarken sanki suçluymuş gibi dudaklarını ısırıyor bir an. Tabii bu mümkünse. Hem neden suçlu hissetsin ki? Banu bana vurduğu için mi? “Bir gün Banu, senden bahsetti. Daha doğrusu…” Elini cebine atıp telefonunu çıkarıyor. Bir süre sessizce, benim sabırsızlıktan çıldırdığımı fark etmeden, onunla oyalanıyor ve birkaç dakikanın sonunda ekranı yüzüme çeviriyor. Önce algılayamasam da sonunda mesajı okumayı, anlamayı ve tarihini ayırt etmeyi başarıyorum. “Sana bir şey soracağım, cevap vermek zorunda değilsin ama cevap verirsen sevinirim. Mercan seni rahatsız edecek bir şey yaptı mı hiç?” Bizim kavgamızdan sonra gönderilmiş bu mesaj. Sesinin tonunu bile hayal edebiliyorum, midem kasılıyor. Ne hissedeceğimi bilemeyerek bakıyorum Agâh’a. “Sonra senin kim olduğunu ve beni neden rahatsız edebileceğini merak ettim ama sanırım seni tanımadığımı anladığı için konuyu kapattı.” “Sonra?” diyorum bu kez merakımı engelleyemeden. Kalbim deli gibi atıyor. Aslında her şeyi biliyor olma ihtimali beni deli gibi korkuturken omzunu silkiyor. “Sonra senin kim olduğunu araştırdım bir süre ve sonunda Banu bana seni gösterdi, senden uzak durmamın en iyisi olacağını söyledi.” Bir an durup gözlerimin içine bakıyor dikkatle. “Bana karşı takıntılı olduğunu ve eğer yüz bulursan, astarını isteyeceğini de ekledi.” Belki suratıma tükürseydi, bu kadar aşağılandığımı hissedemezdim. Ama olmuştu işte. Birkaç cümlesiyle yerin dibine girmiş, kıpkırmızı olmuş ve ne diyeceğimi şaşırmıştım. Beni tehdit ediyor ama daha en başından ona söylemiş bile! Hem de ne çarpıtma! “Dur Mercan, daha bitmedi.” Bileğimi tutuyor, ayağa kalktığımı o zaman fark ediyorum. “B-bence, gitmem gerek.” Sesim titriyor, midem bulanıyor. Yüzüne bakamıyorum, nasıl bakabilirim ki? “Lütfen dinle…” Hafifçe çekiştiriyor bileğimi, yerime oturup ellerimi kucağıma çekiyor ve onlara bakıyorum sadece. Agâh devam ediyor. “Ona direkt olarak inanmadım ama meraka kapılmadım diyemem. Sen kimdin, bana karşı ne hissediyordun ve Banu haklı mıydı?” Hafifçe gülüyor ve ben bunun dehşetiyle ellerime bakarken devam ediyor. “Birincisi çok ufak tefeksin, ikincisi görüntün çocuk gibi… Hani insanın aklının ucuna gelecek son şey, birini rahatsız edebileceğin. Aklıma ilk gelen bu olmuştu. Ve…” Kalbim ağzımdan çıkacakmış gibi atıyor, ellerimi birbirine kenetleyip soluklanıyorum. “Ve seni izlemeye başladım…” Ona bakma arzum neredeyse fiziksel bir acıya dönüşüyor. Kendimi o kadar güç engelliyorum ki tüm dikkatimi ellerimi çıtlatmaya harcamak zorunda kalıyorum. “Başlangıçta meraktan, öylesine… Yani bilmiyorum, sadece okuldayken izliyordum. Sonra iş biraz farklı bir boyuta geçmeye başladı.” Dayanamayıp bakıyorum ona bu kez. Elini saçlarına atmış, karıştırıyor. Biraz utanmış gibi. “İzledikçe merakım çoğalıyordu. Aslında her şey aynıydı, hala aynı… Hiç güldüğünü görmemiştim tanışmamıza kadar mesela… Hep kitap okuyordun, sessizdin. Asla omuzların dik durmuyor, başın hep önünde. Kimseyle 5 dakikadan fazla konuşmuyorsun. Her teneffüste kulağında kulaklığın oluyor, sınıftan çok nadir çıkıyorsun. Masanda daima bir su şişesi oluyor, sırt çantası takmayı seviyorsun. Yani bu bir tahmin tabii, gözlem değil. Hep yürüyorsun, yalnız. Ara sıra test çözüyorsun sınıfta ve o zaman dinlediğin şarkıları mırıldanıyorsun. Değil mi?” Ağzım açık yüzüne bakıyorum. Bir cevap bekliyorsa bile cevap veremeyeceğimden eminim. “Hep böyleydi aslında… Hep aynı şeyleri yapıyorsun. Saçının şekli, üzerindeki hırka, kolundan çıkarmadığın saat… Her şey, hep aynıydı. Hala da öyle. Ama ben kendimi seni izlemekten alıkoyamıyordum. Ve merak etmekten… Seni tanımak istiyordum. Neden yalnız oturduğunu ve kimseyle konuşmadığını bilmek istiyordum. Ve…” Elimi tutup sıkıyor. Bunun yerine tokat atmasını tercih ederim aslında. Hem belki bu sayede konuşmayı başarabilirim. “Sanırım yaptığım en aptalca şey ama Banu’ya seni sordum. Seni nereden tanıdığını, neden sevmediğini, neden senden uzak durmamı istediğini… Bir sürü saçmalık işte! Sonucu düşünemedim, çok aptalca biliyorum. Özür dilerim.” Her şey çok ani, anlamsız geliyor. Agâh benden hoşlanıyor mu? Takıntısı sandığı beni takıntı haline mi getirdi? Merakını cezbettiğim için mi konuşmaya başladı benimle? Banu bu yüzden mi çıldırdı, bu yüzden mi ondan uzak durmamı söylüyor? Kafamda bir sürü soru dönüp dolanıyor, çocuk tekrar konuşuyor. “Sanırım olayların bu hale gelmesinin tek sorumlusu benim ve yemin ederim Mercan, çok ama çok üzgünüm. O gün, Banu sana vurduğunda ve buna rağmen sustuğunda, ne olursa olsun haklı olduğunu biliyordum.” Tek eliyle, Banu’nun vurduğu yeri tutuyor. Eli yüzüme yerleşip kalıyor. “Benden kaçacaksın yine, biliyorum ama söyleyeceğim. Çünkü artık bunların devam etmesini istemiyorum.” Bir eline, bir yüzüne bakıyorum aval aval. Çok aptal görünüyor olmalıyım, ama kendimi kontrol edemiyorum. Sanki donmuşum ve ruhum bedenimi terk etmiş, ben de her şeyi uzaktan izliyorum. “Seni tanımadığımı biliyorum ve belki çok aptal göründüğümü de… Ama gerçekten hoşlanıyorum senden. Yanında olmak istiyorum, seninle konuşmayı çok seviyorum. Ve bunu sormak daha önce hiç bu kadar zor olmamıştı ama sevgilim olur musun Mercan?” Bir rüya gördüğümden neredeyse eminim. Neredeyse. Eğer kalbim bu kadar hızlı atmasa, elleri bu kadar sıcak olmasa ve gözlerini benden birkaç saniyeliğine ayırsa; kendimi inandırabileceğimi biliyorum. Ama her şey fazlasıyla gerçek geliyor gözüme. “Şimdi bir şey söyleme. Direkt olarak beni reddedersen, bunu kaldıramayabilir egom.” Gülüp elini çekiyor yüzümden, ayağa kalkıp etrafına bakınıyor. “Telefonum senden kalsın, tüm mesajları okuyabilirsin. Böylece sustuğun zaman olayların nasıl farklı göründüğünü anlayabileceğini umuyorum sadece. Sonra… İyice düşün ama… Sonra bana bir cevap ver olur mu?” Ellerini cebine atıp başını yana yatırıyor. Kaşlarını çatarken garip bir şekilde gülümsemek istediğimi hissediyorum ama dediğim gibi, ben orada değilmişim gibi oluyor her şey; sadece yüzüne bakabiliyorum. “Eğer evet dersen, hiçbir şey şu an olduğu kadar kötü olmayacak. Banu, asla yanına bile yaklaşamaz ben varken. Mesajları okuduğun zaman bunu daha iyi anlayacağından eminim.” Elimde telefonuyla öylece kalmışken ben, gidiyor çocuk. Bense arkasından aptal gibi bakmayı sürdürüyorum. İmkanım olsa kendimi sarsıp uyandırmak isterdim ama… Ben, sanırım gerçekten, bedenimde değilim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD