5

1917 Words
“Bir şey var aramızda Senin bakışından belli Benim yanan yüzümden Dalıveriyoruz arada bir İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz belki Gülüşerek başlıyoruz söze Bir şey var aramızda Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek Fakat ne kadar saklasak nafile Bir şey var aramızda Senin gözlerinde ışıldıyor, Benim dilimin ucunda…” *** Eve ulaştığım zaman hiçbir şeyi düşünemeyerek kendimi odama atıyor, kapıyı kilitleyip yere çöküyorum. Kalbim deli gibi atıyor, yüzüm kıpkırmızı olduğunu belli edercesine yanıyor ve ben sırf olanların gerçekliğinden şüphe etmemek için elimde çocuğun telefonuyla beklemeyi sürdürüyorum. Bunlar gerçekten de oluyor mu? Agâh benden… Elim yüzüme gidiyor, düşünmek bile öyle mutlu ediyor ki ölecekmişim gibi hissediyorum. Telefonun ekranına bakıyorum, yüzümde aptallara yakışır bir tebessüm. Olayların böyle gelişeceğini düşünemezdim bile! Şimdi şu halime bakın! Ona nasıl cevap vereceğim? Kesin ölürüm heyecandan. Bir de düşünmemi söylüyor. Delirmiş falan olmalı. Tamam, kendimi ondan gizlemeye çalıştım ama Banu bile anladıysa ona âşık olduğumu, Agâh da gayet anlayabilirdi. Telefonu daha sıkı tutuyor, açıp galeriye giriyorum elimde olmadan. Mesajlardan ve Banu’yla ilgili meseleden ziyade, mutluluğa odaklanmak işime geliyor sanırım. Resimlerine bakarken kalbim daha da hızlı atıyor. Arkadaşlarıyla çekilmiş birkaç fotoğrafı, bir kuşun tepesine tünediği yalnız fotoğrafı, okul bahçesine ait fotoğrafları ve ben. Ben? Benim ne işim var onun telefonunda? Resim beden dersinde çekilmiş, üzerimde emanet gibi duran eşofmanlarımdan biri var. Elimde kitabım, adeta dizime doğru çökmüşüm. Ne kadar ezik görünüyorum böyle. Ve birisi uzaktan resmimi çekmiş. Ve ben görmemişim bile! Bu resmi burada bilerek bıraktığından eminim! Biliyorum, belki benim yerimde herhangi biriniz olsaydı bu aptalca resmi onun çektiğini ve belki ara sıra baktığını düşünerek depresyona girebilirdi. Ama onun telefonunda, bana ait bir resim olması o kadar hoşuma gidiyor ki yine salak salak gülmeye başlıyorum. Benden hoşlandığına inanamıyorum. Resmimi sakladığına. Benimle konuşmayı sevdiğine. Beni izlediğine. Yerden kalkıp yatağıma yerleşiyorum, üstümü değiştirecek kadar bile oyalanmak istemiyorum. Belki olayların özünü öğrenmek için mesajları okumam çok daha iyidir. Tüm mesajlar durmuyor anlaşılan. Doğum gününden beri tanıştıklarını söylemişti çünkü. Sadece bana gösterdiği mesaj ve sonrası var. Yani bizim Banu’yla yaşadığımız ilk tartışmadan sonrası. “Sana bir şey soracağım, cevap vermek zorunda değilsin ama cevap verirsen sevinirim. Mercan seni rahatsız edecek bir şey yaptı mı hiç?” “Mercan kim?” “Mercan’ı tanımıyor musun?” “Hayır… Sanırım. Kim o? Neden beni rahatsız etsin?” “Ah, bir yanlışlık oldu sanırım. Boş ver, nasıl gidiyor?” Mesajlar söylediklerinin ispatı gibi duruyordu karşımda. Kalbim yine hızlanırken okumayı sürdürdüm. Son konuşmalarına gelene kadar, çok fazla geçmiyor adım. Sadece beni sorduğu kısımda varım. Banu önce şaşırıyor, ardından boş vermesini söylüyor. Demek ki sonrasında okulda gösteriyor beni çocuğa. Bunlar olurken ben herhalde uyuyormuşum? Son konuşmaları, tokat yediğim gün. Elim tekrar utançla sızlayan yüzüme gidiyor, sonra Agâh’ın dokunuşunu hatırlayıp gülümsüyorum. İlk kez, Agâh yazmış ona. Gece yarısından evvel göndermiş mesajı, Banu hemen cevap vermiş. “Mercan’a neden vurdun?” “Sen gördün mü?” “Gördüm ve anlatmak için sadece bir dakikan var.” Ellerim titremeye başlıyor. Bu mesajın ardından epeyce uzun bir mesaj göndermiş Banu. “Bak, hiçbir şey bilmiyorsun tamam mı? O kız benim en yakın arkadaşımdı. Biz hep birlikte vakit geçirirdik. Hatta Kübra ve Sema’dan bile yakındı bana. Sonra, portremi yaptığın zaman onu yırtmaya çalıştı. Delirmiş gibiydi, neredeyse bana saldıracaktı. Kızlar elinden zor kurtardı, resmi de zor kurtardım. Aramız bozuldu, sonra özür diledi ama hiç samimi değildi. Senden hoşlandığımı biliyorsun! O da biliyordu ve canımı yakmak için senin peşinde dolanmaya başladı. Seninle ilgili atıp tutuyordu ve beni çok kışkırttı. Kendimi kontrol edemedim, ona vurdum. Anladın mı şimdi?” Okuduğum her kelimeyle nefesim boğazımı yakmaya başlıyor. Ağlamamı engelleyemiyor, defalarca okuyorum mesajı. Bunca olaya rağmen, Banu’nun bu kadar ileri gitmiş olduğuna inanamıyorum. Hem de ben her şeyi gizlemek için bu kadar çabalamışken. Benden bu kadar çok mu nefret ediyor? Resmi yanlışlıkla düşürmem ona bunları mı hissettirdi? Derin derin soluklanıyorum, sonra okumaya devam ediyorum. “Mercan’ın birine bağırmak bir yana, kaş çattığını bile görmedim bugüne kadar. Sen tokat attıktan sonra bile hiçbir şey yapmadı. Sence de biraz büyük atmıyor musun?” “Numara yapıyordu! Eminim senin izlediğini görmüştü, masum olmaya çalışıyor. Onu benim çeyreğim kadar tanısan, bir daha yüzüne bakmazsın!” “Sen beni aptal mı sanıyorsun? Bu yalanlara inanacağımı sanıyorsan, yanılıyorsun. Bundan sonra asla yanıma gelme ve Mercan’la göz teması dahi kurma. Aksi halde ben de senin canını yakarım.” “Saçmalama Agâh, böyle mesajla beni yanlış anladığından eminim. Yarın okulda konuşalım tamam mı? Lütfen.” “Hiç gerek yok, yüzünü görmek bile istemiyorum. Bizden uzak dur.” Biz… Bizden uzak dur. Banu’ya gerçekten de böyle mi söylemiş? Yutkunup telefonu yatağıma koyuyor ve ağlıyorum bir süre elimde olmadan. Bunu yaptığına inanamıyorum. Beni savunduğuna, ona inanmadığına… Hem de henüz beni tanımıyor bile. Nasıl inanmış olabilir ki? Ben ağlarken telefon çalmaya başlıyor. Telaşla elime alırken “Annem” yazan ekrana bakıp donuyorum adeta. Telefonu açamam. Açarsam eğer ne diyebilirim ki? Kim olarak konuşacağım? Hem kadın telefonun bende ne işi olduğunu sorarsa ne diyeceğim? Oğlunuz bazı gerçekleri öğrenebilmem için bana verdi mi? Dudaklarımı dişleyip elimde titreyen telefona bakıyorum korkuyla. Bir süre sonra susuyor ve ben hala kendime gelememişken mesaj geliyor. “Benim, Agâh.” Arayan Agâh mıymış? Bu beni rahatlatıyor, telefon tekrar çalmaya başlayınca elim ayağıma dolansa da açmayı başarıyorum. “E-efendim?” “Biliyorum, şimdiye kadar okumamış bile olabilirsin mesajları ama biraz sabırsızım sanırım. Acaba diyordum…” Susuyor, epey uzun sürüyor sessizliği. Sonunda dudaklarımı yalayıp konuşmaya zorluyorum kendimi. “Acaba?” “Tekrar o kafeye gitsek, yüz yüze konuşsak mı biraz daha. Yani tabii eğer düşündüysen ve olumlu bir şeyler söyleyeceksen…” Kalbim o kadar hızlı atıyor ki gürültüsü telefondan kulağına ulaşacak diye korkuyorum. “Konuşmamız iyi olabilir…” “Gerçekten mi?” Sesi yükseliyor, elimde olmadan gülümsüyorum. “Tamam o zaman, ben zaten kafedeyim. Çok ezik görünüyor olmalıyım sana ama bekliyorum. Tamam?” “Tamam.” “O zaman bekliyorum ben…” “Peki…” “Görüşürüz?” “Hı hı…” Telefonu kapatıp göğsüme bastırıyor, sıkıca sarılıyorum. Heyecanı o kadar imkansız geliyor ki bana gülmeye başlarken Banu’nun verdiği acıyı unutuyorum bile. Yerimden kalkıp banyoya koşturuyor ve hızlı olmam gerektiğini kendime hatırlatırken bir duş alıp odama geri dönüyorum. Anneme olanları anlatacak kadar vaktim olmaması biraz üzüyor beni ama eminim ki öğrenseydi de gitmemi isterdi. Agâh konusunda tek sırdaşımın o olduğunu söyleme gerek yok sanırım? Havanın serinliğinden korunmak için kalın kilotlu çoraplarımı, çok sık giymediğim ama aslında sevdiğim siyah elbisemi giyiyorum. Saçlarımı salıp elbisemin üzerindekine benzer bir fiyonka sahip tacımı takıyor ve kendimi süzüyorum aynada. Okuldakinden epeyce farklı olduğum gerçeği bir an beni bile şaşırtıyor. Kendime yabancı geliyorum. Ama bu engelleyebileceğim bir şey değil. Onun yanında salaş görünmek sorun olmasa da bu kez güzel olmak istiyorum. En azından biraz daha güzel. Çantama refleks olarak bir kitap ve mp3’ümü, cüzdanımı, telefonumu, onun telefonunu, anahtarlarımı atıp evden çıkıyorum. Kafe ve evimiz arasındaki kısa mesafeyi arşınlarken derin derin nefesler alıyor ve kendime şöyle söylüyorum: Sakin ol Mercan, başarabilirsin; en nihayetinde sen bir Kaya’sın! Bunu genellikle sınavlardan önce kendime söylerim aslında. Şu kapsamlı deneme sınavlarında ya da matematik sınavlarında falan. Çünkü genellikle hayatımda heyecan pek yer bulmaz. Her gün aynı şeyleri yapan, aynı şeyleri giyen basit bir lise öğrencisiyim ne de olsa. Ama bu kez, ilk aşkımı, belki ilk kez bambaşka bir gözle görecek olmanın heyecanı kesiyor nefesimi. Kendimle dalga geçmem bile işe yaramıyor, kafeye girerken ellerim titriyor. Gözlerim etrafı tararken geçen geldiğimizde oturduğumuz koltukta buluyorum onu. Beni görünce ayağa kalkıp el sallıyor, yanına seğirtiyorum hemen. “Hoş geldin, otursana…” “Beklettim mi?” “Birazcık ama hiç önemli değil… Aç mısın?” “Sanırım… Bir şey yemedim sabahtan beri ama aç hissetmiyorum.” Bana genişçe gülümsüyor, ikimiz için patates-hamburger-kola muhteşem üçlüsünden isteyip tekrar gözlerini bana dikiyor. Bir süre ne diyeceğimi bilemeyip bakıyorum yüzüne. Biraz aptal olduğumu biliyorum ama onun yanında bu resmen çoğalıyor. Konuşmak bir yana, elimi ayağımı bir dizginlesem her şey çok daha kolay olacak ama yapamıyorum ki! Belki de birlikte çok fazla vakit geçirmediğimiz içindir ve yine beki de ileride -biraz hayalperest olduğum doğru- alışmış olacağım buna. Konuşmak için mantıklı bir şeyler bulamayınca çantamdan telefonunu çıkarıp masanın üzerine koyuyorum. “Mesajları okudum.” “Ve?” “Sanırım sana bir teşekkür borçluyum.” Yutkunup gözlerine bakıyorum. O kadar sevecen geliyorlar ki bana, biraz olsun yatışıyor heyecanım. Her zaman susmaya odaklanmıştım oysa. Nasıl oldu da istemediğim her şey öğrenildi ve bu şekilde gelişti bilmiyorum. Ama madem Banu sözünü tutmadı, zaten Agâh ona bakan hülyalı bakışlarımın sebebini az çok tahmin ediyor; neden susmak zorunda olayım ki? “Daha önce kimse bana senin kadar güvenmemişti sanırım.” Kaşlarını kaldırıyor, anlamadığı belli. “Beni tanımıyorsun ama bir şekilde önyargı yapmak yerine, bana şans verdin. O yetmezmiş gibi beni savundun. Hiçbir şeyi bilmemene rağmen…” Derin bir nefes alıyorum, gelen siparişlerimiz konuşmayı kısa bir an bölüyor. Ben sıkıntıyla yemeğime bakarken o ne yapıyor kestiremiyorum. Sonunda garson “Afiyet olsun.” dediğinde teşekkür edip uzaklaşmasını bekliyor ve devam ediyorum. “Gerçekten teşekkür ederim… Ben, bu meselelerin ortaya çıkmasını hiç istemezdim ve her şey saçma bir hale bürünürken bile bana şans verdiğin için mutluyum. Çünkü ona inansaydın, hem de benimle bir kerecik bile konuşmamışken hiçbir şey eskisi gibi olmazdı.” Gözlerimin dolmasını, sesimin titremesini engelleyemiyorum. Yüreğim sanki kabarıyor, dışarı çıkmak için çırpınıyor. Hislerim o kadar yoğun geliyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Patatesimden bir taneyi elime alıp yavaşça çiğnerken konuşuyor çocuk. “Senin açından olaylara bakmayı akıl edemezdim aslında, eğer sen bu kadar sessiz olmasaydın.” “Öyle mi dersin?” Ona bakıyorum başımı kaldırmadan, kafasını aşağı yukarı hareket ettiriyor. “İnsan eğer susuyorsa söyleyecek çok şeyi vardır der annem hep. Öyle çok şey söylemek istiyordur ve öyle birikmiştir ki içindekiler, kimse anlamaz diye susar der. Bu yüzden, gözlerinde yorgun bir suskunluk birikmiş herkese karşı şefkati vardır onun. Beni de böyle yetiştirdi.” İstemsizce akıyor birkaç damla gözyaşım. “Benim o kadar büyük suskunluklarım yok, ama annenin ne demek istediğini anlayabiliyorum.” “Ama ağlama.” Gözlerimi silip başımı sallıyorum ona. “Merak etme, insanların içinde drama kraliçesine dönüşmeyeceğim.” Gülerek karşılık veriyor bana. “Bundan şüphem yok.” Gündelik konuşmalar eşliğinde uzaklaşıyoruz bu hüzün çemberinden, bir yandan da yemeğimizi yiyoruz. Ona dair birkaç şey daha öğreniyorum bu sayede. Çok fazla kitap okumadığını mesela, müzik dinlemeyi çok sevdiğini ve keman çaldığını… Çok başarılı olmasa da ısrarla kemanıyla vakit geçirdiğini ve bir gün, hayatının bestesini yapmak istediğini. Sonra bir de, resim çizmeyi çok sevdiğini… Benim dahi resmimi çizdiğini… Bunu söylerken kızardığımdan emin gözlerimi kaçırıyorum ama gülüşüne aşina olmuş kulaklarım hiç vakit kaybetmeden algılıyor neşesini. Ve bilmiyorum; devamı nasıl şekillenecek, gerçekten biz olmayı başarabilecek miyiz, Banu bunu aşabilir mi yoksa yarın bir kere daha mı tokatlanırım onun tarafından -tamam, buna inanmıyorum; eminim çocuk buna engel olacaktır biz olmasak da- ya da beni tanıdığı zaman da böyle gülümser mi? Ama uzun zamandır ilk kez, biriyle güzel vakit geçirdiğimi ve iletişim kurabildiğimi hissediyorum. Bana bakan gözlerindeki ışıltı, buraya ait olduğumu hissettiriyor. Yapmacık olmadan, samimi olabilmek… Bir çıkara koşturmadan, aynı havayı soluyabilmek… Ve tüm bunlar öylesine mutlu ediyorken beni, şükretmeden edemiyorum. Keşke demesem de ve geçirilen hiçbir zaman dilimini gereksiz görmesem de iyi ki deyişimi derinden hissedebilmek gibisi yok. İyi ki yeri gelince susmuş, yeri gelince konuşmuşum. İyi ki beklemişim uzun zaman olsa dahi. İyi ki o gün yürümüşüm yağmurda ve iyi ki bugün buraya gelip de her şeye rağmen konuşmuşum onunla. Yoksa böyle huzurlu olabilir miydim? *** “Şimdi en açık renginde gözlerin Şimdi benimlesin tüm kaygılardan uzak Anlatılmaz bir şey var aramızda hazin Şiir gibi bir şey seninle yaşamak. Bulutsuz bir gökyüzüdür güzelliğin Yıldızların en parlak olduğu zamansın. Denizlerim senin kıyılarında sakin Bırak ellerini avuçlarımda kalsın. Çirkin olan, fena olan ne varsa unut Gözlerimin söylediği şarkıyı dinle Ellerimizde sevgi içimizde umut, Bütün iyilikleri paylaşalım seninle…” 26. 08. 2013

Great novels start here

Download by scanning the QR code to get countless free stories and daily updated books

Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD