3

2126 Words
“Önce bir ellerin var Yalnızlığımla benim aramda Sonra birden kapılar açılıverdi ağzına kadar Sonra yüzün, Ardından gözlerin, dudakların Sonra her şey çıkıp geldi Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde Sen çıkardın utancını duvara astın Ben masanın üzerine koydum kuralları Her şey işte böyle oldu önce.” *** Bir haftanın ardından sonunda okula girerken kendimi gergin hissetmekten alıkoyamıyorum. Yağmur yüzünden fena halde üşütmüştüm ama bu kadar uzun sürmeyeceği de aşikâr. Ben hastalığı uzatarak olacakları geciktirmek istedim sadece. Henüz hiçbir şeye hazır olmayışımsa cabası. Elimde kocaman bir poşet, sırtımda her yerimi sızlatan ağırlıktaki çantamla giriyorum sınıfa. Kimseye bakmadan sırama yerleşip poşeti masanın altına bırakıyorum. Elbette ki okulda veremem ona eşyalarını ama çıkışta dedesinin dükkanına bırakabilirim. Bir kere daha teşekkür ederim hem ona, böylece mesele kapanır da. Bu düşüncelerle çantamdan gereken eşyaları boşaltırken sınıfa göz atmak gelmiyor aklıma hiç. Kendimi böyle zamanlarda etraftan soyutlamak adetimdir. Kalabalık ve gürültü ortamındayken ne sesi ne görüntüleri ayırt edebilirim. Hiç rahatsız olmam. Fakat hata ettiğimi kısa bir süre sonra anlıyorum. Henüz zil çalmamışken ve derse birkaç dakika varken biri sesleniyor bana. Sesi algılamam birkaç saniyemi alıyor, başımı kaldırıp yüzüne bakmam ise daha uzun sürüyor. Hatta çocuk yanıma otururken ne yapacağımı bir türlü kestiremiyorum diyebilirim. “Selam, nasılsın?” Yüzünde geniş bir tebessüm var. Benim aksime nasıl da rahat! Ama ben onu nasıl görmedim? Nasıl fark etmedim? Korkuyla, refleks olarak sınıfa göz atıyorum ve büyük bir hata yaptığımı Banu’nun öfkeli bakışlarıyla birlikte anlıyorum. Aramıza biraz mesafe çekerken “Selam…” diye mırıldanıyorum. “İyiyim, sen?” Boğazım kuruyor, dilim damağıma yapışıyor. Ona bakamadığım için eşyalarımla oyalanıyorum yine. “İyiyim… Seni görmüyorum bir süredir okulda, merak ettim. Yağmur çarptı sanırım?” “Öyle oldu, üşütmüşüm. Raporluydum.” “Geçmiş olsun… Şimdi iyisin herhalde?” Çocuğa bakarken elimde olmadan gülümsüyorum. Böyle iyi bir insan olması mutlu ediyor beni. Sebebini bilmesem de samimi olmadığı birinin hatırını sorması insanlık alameti. Çoğu zaman arkadaşım dediğiniz kimseler bile, ölseniz fark etmez. İnanın uzun süre yalnız kalsaydınız “Geçmiş olsun.” cümlesinin bile ayrı ayrı anlamlara gebe olabileceğini anlardınız. Ki anlayanınız vardır, eminim. “İyiyim, tekrar teşekkür ederim her şey için…” Madem yanıma geldi, en iyisi eşyalarını vereyim diye düşünüyorum elimde olmadan. “Bu arada, kıyafetleri de getirdim. Hepsini temizleyip ütüledik.” “Zahmet olmuş…” “Hiç alakası yok, teşekkür ederim tekrar.” Poşeti uzatıyorum, ikiletmeden alıyor. “Bir kere daha teşekkür edersen, nasıl tepki veririm bilemiyorum.” Cevap veremiyorum, çalan zilin sesi de fırsat vermiyor. Yanımdan kalkıp bir kere daha gülümsüyor bana Agâh. “O zaman… Sonra görüşürüz?” Başımı sallayıp gülümsüyorum ben de. Tek elinde tuttuğu poşetle bana sırtını dönüp arka sıralardan bir çocuğa bağırıyor, çocuk da ona gülerek karşılık veriyor. Bir başkasıyla daha şakalaşırken kapıya doğru yürümeyi sürdürüyor. O gittiğinde, deli gibi kızlara bakmak istesem de tutuyorum kendimi. Ortada bir şey yokmuş gibi davranırsam öyle olacağını umuyorum. Olmayacağını biliyorum ama kendimi engelleyemiyorum. Son teneffüse kadar olmuyor da bir şey. Korktuğumun aksine dersin ortasında avazı çıktığı kadar bağırmıyor Banu “Mercan, Agâh’a âşık!” diye. Bu beni bir yandan rahatlatırken bir yandan da olabileceklerin gerginliğiyle dolmama sebep oluyor. Akıllarından bir şey geçtiğini biliyorum ama ne olabilir kestiremiyorum. Keşke bu kadar korkak olmasaydım söz konusu hislerimken. Ama öğrenilmesini hala istemiyorum. Çok aptalca belki ama onca zaman hissettirmeden sevdikten sonra bir rezalete sebep olacaksa Agâh’ın öğrenmesi, öğrenmemesini tercih ederim yine. Belki de bu benim yaptığım en aptalca şey olur ama… Bilirsiniz, bazen insan mantıklı olanı bile yapmaktan çekinir. Her zaman duygular doğru olmayacağı gibi, mantık da doğru yolun garantisi değil. Kaldı ki doğru yol kavramı da çok kişisel. Benim doğru yolum başkasının bataklığıysa, geri durmam gerekmez mi? Tabii bunların kendimi rahatlatmak için öner sürdüğüm varsayımlar olduğu gerçeğini es geçersek. Son teneffüs geldiğinde, neden bilmiyorum içimdeki korku büyüyor. Yanılmıyorum da. Kızlar tepeme tüneyip aşağılayıcı bakışlar eşliğinde konuşmaya başlıyor sırayla. “Seni gördük.” diyor Banu. “Hiç hoşumuza gitmedi.” diye ekliyor Kübra. Ve tükürür gibi söyleniyor Sema. “Yalancı.” Gözlerimi devirme ihtiyacı öyle sarıyor ki içimi, ellerimi sıkarak mani oluyorum kendime. Belki onlara bir şekilde hak ettikleri dersi verebilirim ama bunun için fedakarlık yapmam gereken şeyler var. Ve ben bunu yapamam. “Bunu dışarıda konuşmayı tercih ederim.” Onların aksine kısık bir sesle, politik olma çabasıyla söylüyorum bunları. Ben kalkıp dışarı çıkarken korktuğumun aksine takip ediyorlar beni. Etrafıma şöyle bir bakınıp koridorun sonuna gidiyor ve kimsenin olmadığı köşede arkama yaslanıp karşıma dizilmelerini bekliyorum. “Sökül.” diyor Kübra. “Olayı biraz büyütüyorsunuz, sadece selam vermek istemiş.” Epeyce ucu açık bu bahaneme hiçbiri inanmıyor. Banu neredeyse burnundan soluyor. “Neden onca yıl sonra ilk kez sana selam versin ki?” “Bilmem, belki arkadaş olmaya çalışıyordur?” “Yalancı.” Sema bir kere daha tükürüyor sanki yüzüme. Fiziksel bir şey olmadığını biliyorum ama kelime adeta suratıma sıçrıyor. Ve haklı oluşu olayı hiç de katlanılası kılmaya yetmiyor. “Bak… Ben onunla takılmaya çalışmıyorum tamam mı?” Yutkunup Banu’nun gözlerine bakıyorum. “Geçen hafta şans eseri tanıştık ve bana bir yardımı dokundu. Bu kadar. Selam vermesinin altında bir kötülük aramana gerek yok.” O an ne bekliyordum, bilmiyorum. Sadece elimden geldiği kadar dürüst olmak istemiştim. Olayın benim hislerimden başka bir boyuta kaydığını fark edememiş olmalıyım. Sadece, koridoru inleten sesiyle küfredip suratıma hayatım boyunca hiç kimseden yemediğim şiddette bir darbeyle vurunca Banu; ne yapacağımı şaşırıyorum. Daha önce ilkokulda biriyle kavga ettiğim olmuştu. Bana tekme atmıştı. Ailemde ise böyle şeyler çok sık olmaz. Tek çocuğum ve babam bana daha önce hiç vurma ihtiyacı hissetmedi. Annem ise birkaç çimdik ve saç çekme vakası dışında, sert bir şekilde yansıtmamıştır öfkesini. Yani hayatımda hiç kimseden yemediğim bir darbeydi bu ve koridordaki herkesin gözü önünde gerçekleşmesi duygularımı iki kat karamsarlığa itiyordu. Dolan gözlerim eşliğinde yanağımı tutarken bu yüzden hiçbir şey yapamamıştım Banu’ya. Sanki bu beni suçlu kılmaya yetmiş gibi duvara iteklemiş ve çekip gitmişti arkadaşlarıyla birlikte. Gittikçe uğultuya dönüşen fısıldaşmalar ve çoğalan kalabalık orada durmamam için haykırıyordu ama hareket edemiyordum. Bir süre öylece kaldım. Elim yanağımda, ağlamamak için direndim. Kulağımda kızın çığlıkla dışarı kustuğu küfrü, yanağımda derin bir sızı… Nihayet yürümeyi başardığımda öğretmen zili çalıyordu ama aldırmadım. Nöbetçi öğretmen koridorun diğer ucunda, sırtı bana dönük bir halde öğrencileri sınıfa sokmaya çalışıyordu. Elim yüzümde, kızlar tuvaletine girip kendimi bir kabine kilitledim ve sessizce ağladım. Elimi ağzıma kapayıp öylece ağladım. Başka hiçbir şey yapamadım. Ne yapabilirdim ki? Her ne söyleseydim o anda Banu’ya, bu onu sakinleştirmezdi. Gözünde olay kesinleşmiş gibiydi, kararını vermişti. Ve bana aptal diyebilirsiniz ama hala, tüm bu olanlara rağmen, son istediğim şey hislerimi açık etmek. Evet, ben onun söylediği gibi biri değilim. Ve evet, o tokadı hak etmediğime inanıyorum. Ama ona âşık olduğumu dile getirebilir miyim? Asla. Ders bitimine kadar tuvalette bekliyorum. Hatta ders bitiminden bile daha uzun sürüyor bekleyişim. Çünkü çıkışta bir kalabalık tuvalete doluşup süslenmekle meşgul oluyor. Ve ben bir saatten fazla bir süreyi tuvalette geçirmek zorunda kalıyorum. Tek duam ise, okulun gerçekten boşalması ve eşyalarımın çalınmamasından yana. Sonunda dışarı çıkıp etrafa ürkekçe göz atarken kimsenin olmadığını görmek beni rahatlatıyor. Tuvalet ve sınıfımız arasındaki kısa mesafeyi gürültüden itinayla kaçınarak geçip boş sınıfa adım atıyorum. Eşyalarımın bıraktığım gibi durduğunu görünce derin bir nefes alıp sırama koşturuyorum. Bir an önce çıkmalıyım buradan. Son yılım olduğu için devamsızlık yapmamam gerektiğini de biliyorum ama umurumda bile değil. Böyle kabuslar yaşamaktansa sene sonunda, herkes evindeyken okula gelmeyi bin kere tercih ederim. En azından kimse beni tokatlamaz. Çantamı toparlıyor, kulaklıklarımı takıyor ve üzerime montumu giyip sınıftan çıkmak için arkamı dönüyorum. Kapının önünde dikilen çocuğu görmek son beklentim bile olmasa da, orada duruyor Agâh. Çekingen bir ifade var yüzünde, her şeyi biliyor olmalı. Ama burada ne işi var? Beni mi bekledi? Görmek istedi? Merak mı etti? Olanları mı bilmek istiyor? Neden? Kulaklıklarımı çıkarıp müziği kapatıyorum. Yutkunup yüzüne bakıyorum sadece, bana doğru yaklaşıyor. Beklemediklerimi gerçekleştirmeye ant içmiş gibi davranıyor, bir türlü anlayamıyorum onu. Elini uzatıp Banu’nun vurduğu yere dokunuyor parmağının ucuyla. “Acımış olmalı…” “Biraz.” diyorum ne diyeceğimi bilemeyerek. Neden benimle ilgileniyor ki? Aslında haklı Banu, onca zaman varken neden bu sene benimle ilgilenmeye karar versin? Aniden benden hoşlanmaya mı başladı yoksa? Ya da bana acıdı ve yardımsever olmaya mı çalışıyor? “Bir yerlere gidip konuşmak ister misin?” “Niçin?” Ağzımdan istemsizce çıkıyor bu soru. Bir an bana bakıp düşünüyor, sonra omzunu silkip gülümsüyor. “Okulu sevmiyorum.” Gözlerimi aptal aptal kırpıştırıp anlamaya çalışıyorum söylediklerini. Sonunda ona hayır diyemeyip başımı sallıyorum yavaşça. “Nereye gidelim?” Sınıftan çıkıp yan yana yürümeye başlıyoruz. Neyse ki kimse kalmamış okulda birkaç görevli ve bekçilerden başka. “Hiçbir fikrim yok.” “Sana tatlı ısmarlasam?” “Peki…” Derin bir nefes alıp onun yönlendirdiği kafeye ulaşana dek sesimi çıkarmıyorum. Hem evime hem okuluma yakın olmasına ve bilmeme rağmen buraya gelmemiştim daha önce. Etrafıma bakınca bizim gibi üniformalı öğrencilerle dolu olduğunu görüyor ve tedirgince Agâh’a çeviriyorum yüzümü ama aldırmıyor olmalı. Buraya ilk gelmediğini belli edercesine köşedeki kırmızı, kadife koltuklara yöneliyor. Biraz yıpranmışlar ama çok da eski görünmüyorlar. Koyu kahve masalar, sandalyeler, kırmızı masa örtüleri, kırmızı yapay çiçekler, altın sarısı avizeler ve bir sürü aynı renklerde detayla dizayn edilmiş burası. İlk anda kırmızı ve altın sarısı gözlerimi alsa da zamanla alışıyorum. “Ne istersin?” “Profiterol?” “Doğru seçim.” diyerek gülüyor kendi kendine. Profiterol sevdiğini de istemsizce aklımın bir köşesine not ederken siparişi veriyor ve bu kez ciddi bir ifadeyle konuşuyor. Konuşmaması şaşırtıcı olurdu zaten. “Bugün… Olanları gördüm.” Etrafıma bakınıp bizi izleyen, dinleyen birilerinin olma ihtimaliyle yutkunuyorum ama kimse aldırmıyor gibi görünüyor. Tekrar gözlerimi çocuğa çevirirken ne diyeceğimi şaşırıyorum. “Anlatmak ister misin Mercan? Her şeyi?” Sana mı? Çıldırmış olmalı. Hayır, elbette ki çıldırmış değil. Onun hiçbir şeyden haberi yok ki. Nereden bilecek dünyada meselenin özünü öğrenmesine katlanamayacağım tek insan olduğunu? “İstemem.” diyorum gözlerimi kaçırarak. Bir süre bir şey söylemiyor, sonra hafifçe güldüğünü duyuyorum. “Böyle söylemeni beklemiyordum.” Onu şaşırttığımı anlamama yetiyor bu sözleri. “Affedersin, bu seninle alakalı bir durum değil. Sadece söyleyemem.” Yalan söylemediğime inanmak istiyorum. Çünkü söylemeyişim onunla değil, benimle ilgili. Olayın başkahramanı oluşu bunu değiştirir mi bilmiyorum ama üstelemiyor. Siparişlerimiz gelince su ve kola da istiyoruz garsondan ve sessizce tatlılarımızı yemeye başlıyoruz. Mekanın kuru gürültüsünü bastıran bir şarkı başlıyor. Avril Lavigne / I’m With You Bir yalnız olarak Avril dinlemenin bana iyi gelmediğini söyleyemem. Çoğu zaman yalnızlıktan memnun olsam da, kendime eziyet olarak addettiğim şeylerden biridir bu şarkılar. “And never likes to be alone…” Sizce de öyle değil mi? Elime peçetemi alıp dudaklarımı silerken ona bakıyorum bu yüzden. Bu bastırabileceğim bir istek değil. Her filmde, her şarkıda, her hikayede, her romanda ve şiirde onu hayal ederek olanları bir kerede kendime yaşatan biri olduğum için olmalı. Ya da şarkı gerçekten bana uyduğu için. O da bana bakıyor, yüzünde artık iyiden iyiye benimsediğim tebessümüyle. Neden böyle yapıyor bilmiyorum ama eğer bir şekilde benden hoşlanmaya başladıysa, bundan vazgeçmemesini diliyorum içimden. Bana da söylemesini hatta. Belki o zaman, korkularımla baş edebilirim ben de. Belki o zaman yediğim tokadın acısını unutabilirim. Çünkü ben, tanımadığım insanlardan ziyade kıymet verdiklerimi görüşünü dikkate alan biri oldum hep. Herkes beni Banu’nun gördüğü gibi görebilir okulda. Öyle olmadığımı biliyorum, onları ikna etmek zorunda değilim. Ama Agâh da beni bilsin istiyorum. Hep istedim. Neden böyle olduğumu, neden yalnız kaldığımı, neden sustuğumu ve neden onunla böyle dururken dahi kalbimin deli gibi attığını… Ben söylemesem de bilirse, bilip de bana gelirse; dilim çözülecektir. Buna inanıyorum, bu inançla gülümsüyorum ona özgürce. Öylece dursa zaman diyorum, karşılıklı otursak saatlerce. Olmayacağını biliyorum ama onca yalnızlıktan sonra yanımda istediğim tek kişiyle baş başa kalmışken nasıl bu dileği görmezden gelebilirim? İçeceklerimizin gelişi bölüyor her şeyi. Gözlerimi ondan çekip tatlımı yemeye devam ediyorum, arada ona bakmadan edemesem de tekrar gözlerimi dikip öylece kalmadığım için memnunum. “Okumayı, müzik dinlemeyi seviyorsun sanırım…” Aniden tekrar konuşmaya başlıyor. Tatlısını ve kolasını bitirmiş, arkasına yaslanmış. Konuşmayı gerçekten çok seviyor olmalı. “Evet, beni rahatlatıyor ikisi de.” “Okulda daima elinde bir kitapla görebiliyorum seni.” “Okula kitapsız gelsem, kafayı yerim herhalde.” “Neden?” Kaşlarını kaldırıyor merakla, gözlerimi kaçırıyorum. “Çünkü etrafımdan soyutlanmamın tek yolu.” “Etrafından soyutlanmak zorunda değilsin.” Bunu söylerken sesi bir garip geliyor. Yüzümü ona çevirip devam etmesini bekliyorum. “Olanları anlatmak istemediğinin farkındayım ama neden her şeyden vazgeçtiğini anlayamıyorum.” “Çünkü bilmiyorsun.” Bana doğru yaklaşıp gözlerimin içine bakıyor. “Söylersen, belki yardımım dokunabilir.” “Ama söyleyemem.” Buruk bir tebessümle yutkunup çantama uzanıyorum. Burada onunla olmak ne kadar güzel de olsa, gitmem gerektiğini biliyorum. Hem bu kadar çok anım olursa, iradem zayıflayabilir. Kendimi kontrol etmek ise tek seçeneğim. “Ben artık kalkayım, tatlı için de sohbet için de teşekkür ederim.” “Kaçıyorsun sanırım?” Hafif bir tebessümle soruyor bunu. Gamzesine bakarken nedense kızamıyorum bu gerçekliğe. “Sonuna kadar…” diye cevap veriyor, çantamı omzuma atıp el sallıyorum hala oturan çocuğa. Eve dönerken mp3’ümden kafede dinlediğimiz şarkıyı açıyor, yüzümde bir tebessümle yürüyorum bu kez. Kaçmaktan benim kadar zevk alan başka biri daha var mıdır acaba?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD