bc

Sen, Ben, Biz

book_age12+
18
FOLLOW
1K
READ
HE
sweet
campus
addiction
like
intro-logo
Blurb

“Ben ona gittikçe soğuyan zamanlarda

Sıcacık bir sığınak olayım istemiştim

İnsanlar içinde üşüdükçe

Güvenle gelebileceği."

Sen, Ben, Biz

Tanışıyoruz aslında, hepinizi biliyorum ben. Siz de beni biliyorsunuz. Öyle ahım şahım bir hayat hikayemiz yok, normal insanlarız işte.

Okul koridorlarında, elinde kitaplarıyla dolanan o kız. Sırtında okul çantası, gösterişten uzak... Saçları kurallara uygun bir şekilde toplanmış. Kıyafeti, kokartı tamamen düzene uygun. Yüzü insanın dikkatini çekmek bir yana hafızada zor canlanacak kadar sade, gözlerinin rengini ancak Allah bilir. Saçlarının şekli nasıldı, boyu uzun muydu; bilinmez işte.

Bu da ezikliğinden değil, silikliğinden. Bilirsiniz o kızı. Bilirsiniz beni, bizi, sizi… En popülerimiz bile illa ki bir gün olduk o kız. Siz de oldunuz biliyorum.

Belki de sırf bu yüzden, böyle rahat konuşuyorum sizinle. Benim adım Mercan Kaya. İsmime gülebilirsiniz, biliyorum ki gülüp geçmezsiniz. Neyse ki alışkınım.

chap-preview
Free preview
1
“Burada yağmur yağıyor Aralıksız yağıyor günlerdir Ama sen yine de şemsiyeni Almadan gel ilk otobüsle…” *** Koridoru arşınlarken bir yandan da gözlüğümü düzeltmeye çalışıyorum elimde olmadan. O çilli, sivilceli, gözlüklü ve tel takma mahkûmiyeti mağduru kız değilim; merak etmeyin. Gece okumaya kendimi kaptırıp da gözlerimi ağrıtınca takıyorum bu gözlüğü. En azından baş ağrımı hafifletene kadar takıyorum, elimde değil. Bir işe yarıyor mu bilmiyorum ama dinlendirici adıyla verilmiş bu gözlüğü takmak, psikolojik olarak rahatlatıyor beni. Başınız ağrıyınca attığınız ağrı kesici misali. Kitaplarla aram iyidir, daima iyi olmuştur. Küçük bir çocukken de bambaşka insanlara ait bir diyara sürüklenmeyi sevmişimdir. Hele kahraman anlatıcıları, hatta bizzat yaşadığı olayı anlatan yabancıları… Onları okuyup dinleyene kadar hakkında hiçbir şey bilmiyorsundur ama sona ulaştığında, eğer gerçekten sana uygunsa, bildiğini bilirsin. Tanıdığını, hissettiğini, ortak bir paydada buluşup da onun gibi tebessüm ettiğini, o ağlarken akan yaşlarına mani olamayacağını ve olmak istemediğini… Bilirsin işte. Ben de bilirim. İşte son kitap da böyleydi. Elimden bırakamayıp kendimi tamamen kaptırdığım ve sonunda bitirmeden rahat edemediğim bir tanesi. Ve biliyorsunuz ki pişman da değilim. Bir gece uykusuz kalmaya değecek kadar güzel olduğundan emin olabilirsiniz. Sınıfa geçip etrafımdaki kalabalığa aldırmadan ve onların beni umursamayacağını bilmenin özgüveniyle sırama yerleşiyorum. Biraz acınası görünebilir ama sınıfta tek başına oturan tek kişi benim. Bu benim tercihim, aslında özgürlüğüme düşkünümdür. Sandığınızın aksine ezik ve sünepe değilim demeyi çok isterdim. Gerçekten. Çünkü böylesi klasik olmazdı. Vay canına, kıza bak. Bakalım doğru mu söylüyor, derdiniz belki. Ya da; hadi oradan, kimi kandırıyorsun sen? Ve tabii ki de öyle değil işte. Klasik bir hikaye. Arkadaşları tarafından anlaşılamayan ve kendini bir ortama ait kılamayan ben. Yaşadığımız şiddetli tartışma sonunda yalnız kalan ben. Arkadaşlarının sırt döndüğü, sırasında yalnız oturup kitap okuyan ben. Mercan Kaya. Vasat görünümlü, ismiyle insanı dehşete sokan kız. Hoca -hadi ama, öğretmen diyen kaç kişi olabilir ki dünyada? Bir seslenin, çekinmeyin. Lise son sınıftasınız ve derse giren bireye “Öğretmenim” diye hitap ediyorsunuz. Lütfen deneyin, sonra neden böyle söylediğimi anlayacağınızdan eminim.- gelmeden evvel yeni kitabıma başlamaya karar veriyorum. Daimi olarak böyle kararlar alırım zaten ben. Hoca gelmeden, sınav başlamadan, sınıfta bir doğum günü kutlaması olmadan vs. Bir şeyler başlamadan evvel okumaya başlarsam, her şey daha kolay oluyor. İnanın, tecrübeyle sabit. Kulaklığımı takıp her şeyden bağımsız özgür kız edasıyla açıyorum kapağı. Okumadan evvel her yanını incelemek, hatta arada sırada işi çirkinleştirip sayfa koklamak adetimdir. Yapı meselesi, alınmayalım. Tam okumaya başlayacağım sırada, hiç beklenmedik bir şekilde ortalık karışıyor. Hadi ama… Yine mi? Yangın alarmı çıldırmış gibi yankılanıyor okulun içinde. Tüm hoparlörlerden taşıyor, beynimi sarıyor sanki. Sadece isyan eden ben değilim anlaşılan, herkes itiraz ediyor bu gürültüye. Bir anda ortalık karışıyor. Öğrenci sürüsü olarak, yine tatbikat yapıldığını düşünüp gerekeni yapmaya itiraz ederken sınıfın kapısı açılıyor ve telaş içerisindeki kimyacı sınıfa adeta dalıyor. O daha konuşmaya başlamadan evvel, karşı sınıfa da müzikçinin koşturduğunu görüyorum. Sanırım bu kez işler biraz farklı. Kadın nefes nefese soluklanıyor kısa bir an ve şöyle diyor: “Çocuklar, bu tatbikat değil; hemen çıkın sınıftan.” Algılama anı uzun sürebiliyor bazen. Hele de panik anlarında. Bizimki de o misal oluyor. Herkes şaşkınca birbirine, hocaya, karşı sınıfa bakıyor bir dakika kadar. Çığlık atarak koşmaya başlayan karşı sınıftaki kızın koridordaki sesiyle ise kendimize geliyoruz. Çıldırmış gibi sınıfın kapısına seğirtirken her yandan akın ediyor öğrenciler. Bir hayal edin, neredeyse tüm okul aynı anda merdivenlerden inmeye çalışıyor. İtiş kakış halinde, paniklemiş bir öğrenci kalabalığı… Katlanılacak gibi değil ama korku daha baskın bir his olmalı ki hepimiz birbirimizi itekleyerek inmeye çalışıyoruz merdivenlerden. Ve bu eylem neredeyse 15 dakikamıza mal oluyor. Sonunda bahçeye indiğimizde, müdür kürsüsüne geçmiş, mikrofonun yokluğunu bastırma çabasıyla bağırıyor. Sesini duyamıyorum ama el işaretleriyle ve kızarmış yüzünün, boynunun üzerimde uyandırdığı hisle kalabalığın arasında dizilenlere eşlik ediyorum ben de. Okulun üst katından dumanlar yükseliyor, ciddiyetin kokusu ise etrafımızı adeta kuşatıyor. İnsan başına gelince inanamıyor ama gerçekten de yanıyor olmalı okul. Kalabalık yüzünü binaya çevirmiş, sessizleşmiş bir grup öğrenci topluluğundan sadece biriyim ben. Etrafımızdaysa bütün öğretmenlerimiz düzen sağlamaya çalışıyor. Bazılarıysa paniklemiş öğrencileri sakinleştirme çabasında. Olay tamamen hallolana kadar sürüyor paniğimiz. Sanki sözleşmiş gibi bahçeden ayrılmayı reddediyor kimimiz, kimimiz ise açık kapılardan adeta kaçarak çıkıp gidiyor. Bir avuç insan kaldığında geriye, yangın da söndürülmüş oluyor. İtfaiye arabalarının o devasa boyutu, sürekli öten sirenleri, etrafta koşturan itfaiyeciler ve insan sürüsü gözüme bir televizyon programıymış gibi uzak geliyor. Neden böyle durup dikildiğimi bilmeden izliyorum olan biteni. Nihayet eve gitmem için ısrar eden kimyacıyla karşı karşıya kalana dek duruşumu bile çok az değiştiriyorum. Okula geri dönüp eşyalarımı toparlıyor ve sonra çıkıp gidenlere ayak uyduruyorum ben de. Böyle bir anda neden paniklemediğim ve hala eşyalarımı düşünebildiğim gerçeği, henüz aşılamamış bir problem olsa gerek. Şaşkın oluşum dışında, hiçbir bilinmedik his dolmuyor çünkü içime. Öylece yanıyor fotokopi odamız ve sonra ben uzaktan izliyormuşum gibi sönüp dağıtıveriyor dumanları. Beni ise hem etkiliyor hem de hiçbir etki meydana getirmiyor üzerimde. Eve gitmek yerine yürüyorum bir süre cadde boyunca. Normalde çok fazla dışarıda vakit geçirmeyi sevmesem de önce çiseleyen sonra hızlanarak sağanağa dönüşen yağmur beni büyülediğinden olsa gerek; yürümekten vazgeçemiyorum. Islanmanın nesi bu kadar güzel yahut neden bir çözüm aramak yerine kendimi bırakıp yürüyorum yağmurda hiçbir fikrim yok. Ama bedenimin her köşesi ıslanıp da titremeye başlayana dek yürümeyi sürdürüyorum. Yağmur yüzümü yıkıyor, saçlarımdan süzülüyor, etrafımı seçemediğim bir sessizlik caddelere dolup kulağımı tıkıyor ve ben sadece yürüyorum. Üşüyor oluşum ya da bunun bana pahalıya patlayabileceği gerçeği umursama alanımdan tamamen sıyrılmış sanki. Bir türlü durmayı beceremiyorum. “Sen çıldırdın mı, içeri gir çabuk!” Duyduğum ses bir an dikkatimi çekse ve dağıtsa da üzerime alınmıyorum. Yolun ortasında yalnız yürüyorum, yağmur yağıyor ve eminim beni bu halde kimse tanıyamayacağı için seslenmez de. Ama yanılıyorum. Israrlı yürüyüşümü durduruyor bir el. Beni kolumdan tutup sürüklemeye başlıyor. Ne olduğunu anlayamadığım için itiraz edemiyor ve kapısında ziller öten bir yere girene kadar da kimle karşı karşıya olduğumu anlayamıyorum. Mekana girdiğimizde etrafıma bakmayı akıl edip yüzümdeki ıslaklığı gidermeye çalışsam da kurulanmayı başaramıyorum. Bu sırada o ses bir kez daha bana hitaben bağırıyor. “Şu haline bak, delirdin mi sen?” Gözlerimi ona çeviriyorum, sesin sahibine. Ama yüzünü göremiyorum. Sırtı bana dönük, bir şeyler ararcasına bakınıyor etrafına. Sonunda elinde üzeri lekeli bir erkek gömleği ve tulumla bana dönüp tekrar bağırıyor. “Arka tarafta lavabo var, al bunları giy üzerine.” Yüzüne bakıyorum ve bir an nefes bile alamadığımı hissediyorum. Bu çocuğun burada, bu zamanda ve mekanda, en önemlisi de benim karşımda ne işi var? Hem de beni tanıyormuş gibi bana bağıracak kadar yakınımda? Biz onunla tanışmıyoruz ki! Ben onu sadece uzaktan biliyorum. Adını. Sanını. Ailesini. Çevresini. Ne yaparak vakit geçirdiğini. Nasıl insanlardan hoşlandığını. Nasıl hayatımı dolaylı yoldan mahvettiğini. Ama gerçekte kim olduğunu bilmiyorum! O da beni biliyor olamaz! Hiç konuşmadık ki biz onunla daha önce! Kendime engel olamayarak konuşuyorum. “Pardon ama sen kimsin? Beni nereden tanıyorsun ve burası neresi?” Sanki çıkışımı beklemiyormuş gibi şaşırıyor. Tanımadığınız bir insanı, bilmediği bir yere sürükleyip ona bağırdıktan sonra şaşırmak aptalca değilse ne? “Ah…” diyor bir an, elini alnına götürüp sertçe vuruyor. “Affedersin, panik anında biraz saçmaladım sanırım.” Anlamayarak yüzüne bakıyorum, bana yaklaşıyor birkaç adım. “Ben Agâh…” “Ve?” “Seni yağmurda görünce, bir an çıldırdığını düşünerek çıldırmış olabilirim sanırım.” Şaşkın bir halde yutkunup yüzüne bakıyorum çocuğun. Derin, simsiyah görünen gözlerine ve utandığını insana düşündüren küçük tebessümüne. “Özür dilerim, sen üzerini değiştir öyle konuşalım en iyisi. Sırılsıklamsın, hasta olacaksın. Bunlar biraz kirli ama toz ve boyadan olmalı, hiç giymedik çünkü. Ve arka tarafta lavabomuz da var. “ Elindekileri tekrar uzatırken kendi kıyafetlerimin ne kadar ıslak, ağır ve yapış yapış olduğu gerçeği düşüncelerimin arasına sızıyor ve itiraz edemeyerek alıyorum kirli ama kuru kıyafetleri. Gösterdiği yöne doğru yürüyorum, o da arkamdan geliyor. Benim için klostrofobik ve fazlasıyla tozlu görünen lavabonun ışığını açıp geri dönüyor. İçeri girip ne yapacağımı bilemeyerek bakınıyorum etrafıma. Kirli değil ama gerçekten çok tozlu burası. Fayansları eksik ve badanası da tamamlanmamış. Her yerde örümcek ağları var. İğrenç. Tuvalet, küçük el lavabosu, yarı dolu sabun şişesi, iki rulo tuvalet kağıdı dışında hiçbir şey yok burada. O kadar iğrenç ki bir an dışarı çıkıp yağmurda yürüme ihtiyacıyla sarsıldığımı hissediyorum ama çocuğun haklı olduğunu biliyorum. Ve çocuğun kim olduğunu da… Anılarım beynime akın ederken üzerimdeki ıslak kıyafetleri çıkarıp tuvalet kağıtlarından birkaç tomarla kurulanmaya çalışıyor ve bana birkaç beden büyük erkek kıyafetlerini giyiyorum hızlıca. Bunu yaparken etrafta kamera olma ihtimali aklıma gelmiyor değil ama eminim ebatları bir erkeğin göğsüyle yarışacak genişlikteki kalçam kimsenin izleme isteğini getirmez. Saçlarımı sıkıp başımın üzerinde topluyor ayaklarıma bir çare bulamayacağımı bilerek ıslak ayakkabılarımı çorapsız olarak giyiyorum. Islanmak, yağmurda yürümek güzel ama sonucu için aynı şeyleri söylemek imkansız. Hem niye buraya geldim ki ben? Geri dönüp eve de yürüyebilirdim. Keşke karşıma Agâh çıkmasaydı da dönüp gitmiş olsaydım. Aptal kafam! Lavabodan çıkıp elimde ıslak kıyafetlerimle yürüyorum kısa koridordu ve Agâh’ı az önce bıraktığım yerde buluyorum. Beni görünce hemen elinde tuttuğu büyük poşeti uzatıyor ve kıyafetlerimi koymamı buyuruyor. Emir kipiyle konuşmak, adeti olsa gerek. Yine de ona itiraz etmiyorum. “Teşekkürler.” derken poşeti bir köşeye bırakıp masa ve sandalyelerin olduğu yöne çeviriyor elini. “Gel otur, sana çay koyayım.” “Peki…” Etrafıma baktığım zaman buranın bir boyacı olduğunu ayırt ediyorum. Agâh’ın çalışıyor olduğunu bilmediğim için şaşırmadan edemiyor ama sesimi de çıkaramıyorum. Hiç tanımadığınız biri, en azından öyle sandığınız biri, sizin hayat hikayenizi sorgularken eminim tuhaf bir görüntü oluşuyordur. Eski püskü bir tahta masa, boya damlaları ve her yer gibi tozla kaplı üç sandalye var sadece. Birine oturup ellerimi kucağıma koyuyorum ve çocuk sesleniyor. “İstersen ayakkabılarını çıkar, ıslakken onları giymek hoş olmasa gerek.” Ben ayaklarıma bakarken elinde tepsiyle yanıma gelip masaya bırakıyor tepsiyi. “Çıkaracak mısın?” “Çıkaracağım.” diyorum ne diyeceğimi bilemeyerek ayakkabılarımı çıkarırken. Ayaklarımı toplayıp yerleşiyorum sandalyeye, haklı olduğu su götürmez. Keşke bu kadar çok ıslanmasaydım. Ben bunu düşünürken Agâh karşıma oturup “Çayını iç.” diye buyuruyor ve kendisi de çayından bir yudum alıyor. İstemsiz onunla ilgili öğrendiğim bir gerçeği daha kaydediyorum belleğime, çaya şeker atmıyor. “Keşke havlumuz olsaydı, saçların rahatsız ediyor olmalı.” Çayımdan bir yudum almışken söylüyor bunu, gözleri gözlerimde. Ne diyeceğimi bilemeyerek omzumu silkiyorum. Tekrar konuşuyor. Onun bu kadar konuşkan olduğunu bilmediğim için şaşırsam da rahatsız olmuyorum, aksine bu rahatsız kıyafetler ve tozlu ortama rağmen yaşadıklarım mucizeymiş gibi geliyor. “Aynı okula gidiyoruz.” Biliyorum, nasıl bilmem demek istiyorum ama ona belli etmek istemiyorum hiçbir şeyi. “Öyle mi?” diyorum sanki tanıyamamış gibi alıcı gözüyle yüzüne bakarak. “Aslında yüzün yabancı gelmiyor.” “Daha önce hiç konuşmamıştık sanırım? Ortak arkadaşlarımız vardı ama seni onların yanında görmüyorum şu sıralar?” Sesindeki merakı fark etmemek için aptal olmak gerek. Yine de bir şey söyleyemiyorum. Ona cevap verebilir miyim? Ne kadarını biliyor? Ne söylersem rezil olmam? Hem, belki de her şeyi bildiği içindir bu rahatlığı. Kızların son olaydan sonra beni iyi anmayacaklarından eminim. “Bazı şeyler oldu.” diyorum geçiştirmek adına. “Burası sizin mi?” “Evet, dedemin.” diyor konuyu değiştirmeme rağmen heyecanını yitirmeden. “Burayı kapatmıştı ama şimdi tekrar açmak istiyor, beni de temizliğe yardım etmem için yanında tutuyor. “ “Anladım.” diyorum gözlerimi ondan çekip etrafa bakınarak. Söylediklerini destekliyor aslında mekan. Özellikle de kirli olduğu gerçeği. “Bugün okula gitmemiştim… Çöpleri atarken seni görünce şaşırdım ve yağmur çok yağdığı için merak ettim ne yaptığını. Seslendim ama duymadın, delirmiş gibi yürüyordun. Ben de bir şey oldu diye korktum ve seni buraya sürüklemek geldi aklıma.” Söylediği kelimenin abesliğini fark etmiş gibi dudağını dişliyor ama çenemi tutamıyorum ben. “Sürüklemek, gerçekten doğru ifade...” “Özür dilerim… Seni öyle görünce gerçekten telaşa kapıldım.” “Neyse ki niyetin temiz…” Rahatlamış gibi gülümsüyor. “Neyse ki.” Çaylarımız bitene kadar sessizliğimiz sürüyor. Ama sonunda, konuşma ihtiyacını bastıramamış gibi tekrar soruyor Agâh. “Yağmurda neden öyle yürüyordun? Bir şey mi oldu?” Kaşlarımı çatıp düşünüyorum çocuğa bakarken. Gözleri çok samimi, sesi içten… Hayal ettiğimden ve edebileceğimden bile daha güzel görünüyor böyle karşılıklı dururken. Nasıl olup da daha önce onunla hiç konuşmadığımıza şaşırıyorum. Sanki bilseydim böyle olacağını en başında soluğu yanında alırmışım gibi. “Okulda yangın çıktı. Söndürülene kadar bekledim, sonra neden bilmem yürümek istedim ve yağmur yağmaya başladı.” Gözlerimi çocuktan ayırıp dışarıya çeviriyor ve hafifleyen yağmuru izliyorum bir süre. “Yağmurda yürümek çok güzel…” “Eminim 40 derece ateşle yattığında fikrin değişecektir.” İstemsizce gülüp ona bakıyorum tekrar. “Umarım hasta olmam.” “Umarım Mercan…” diyor ilk kez adımı söyleyerek. Şaşkınlığım gözlerime yansırken yere çeviriyorum bakışlarımı. Aniden kalp atışlarım hızlanıyor, nefesim kesiliyor. Ne yapacağımı bilemeyerek ellerimle oynarken halimden bihabermiş gibi ayağa kalkıyor Agâh. “Bak, biraz dindi yağmur. Sen burada bekle, ben arabayı kapının önüne çekip geleyim. Biraz daha ıslak durursan, zatürre bile olabilirsin.” Eline bir şemsiye alıp cevabımı beklemeden kapıya doğru yürüyor, sonra bir şey unutmuş gibi geri geliyor. Masanın arkasına geçip yere düşmüş bir şeyi kaldırıp silkeliyor bir süre. “Yere düşmüş ama çok kirli olduğunu sanmıyorum. Bu benim montum, üzerine giy olur mu? Beş dakikaya geliyorum.” Montu yanımdaki sandalyeye bırakıp dışarı çıkıyor. Ne yapacağımı bilemeyerek bakıyorum koyu yeşil monta. Onu uzaktan izlediğim sıralarda, defalarca üzerinde görmüştüm bunu. Birkaç çeşidini daha görmüş olsam da en çok giydiği bu olduğu için, en sevdiği montu olarak kalmıştı aklımda. Şimdiyse tutmuş, giymem için ısrar ediyor. Ne kadar gönüllü olduğumu biliyor mu acaba? Montu üzerime geçirip fermuarını çekiyor ve şapkasını takıyorum. Üzerinden yayılan parfüm kokusu gözlerimi kapatmam için ısrar ederken yüzüm gülüyor, istemsiz. Gerçekten yaşıyor muyum bunları? Cevabını bulamadan kapı açılıyor, Agâh başını uzatıyor içeriye. “Hadi gel…” diye çağırıyor beni. İkiletmeden eşyalarımı alıp dışarı çıkıyorum. Şemsiyeyi bana uzatıp arabanın kapısını açıyor ve ön koltuğa yerleşmemin ardından sürücü koltuğuna geçiyor. Ona karşı içimde daima büyümüş olan hisler mi sebep bilemiyorum ama aslında güveniyorum çocuğa. Fakat sormazsam, aklımda büyük bir korkunun filizleneceğini de biliyorum. “Araba kullanman uygun mu?” Arabayı çalıştırırken bana doğru dönüp sırıtıyor. “Ben 20 yaşındayım.” İşte bunu bilmiyordum. Gözlerim tekrar büyürken sormadan edemiyorum. “Ben abes olarak 17 yaşındayım, bunu anlıyorum ama tüm yaşıtlarımız 18’ken sen nasıl 20 olabilirsin?” “Sene başında doğdum ve bir yıl da sınıfta kaldım.” Doğru, ocak doğumlu Agâh. Ocak 1. Yılın başı. Koskoca bir senenin başlangıcı, 364 günün habercisi. “Ah… Anladım. “ diyorum, önüme çeviriyorum hemen gözlerimi. O ise arabayı rahatça sürerken konuşmaya devam ediyor. “Sen neden 17’sin abes olarak?” Gülüşünü görmek için yüzüne bakmama gerek yok, sesini bile çabucak benimsiyorum. Yanaklarıma hücum eden kanı yok saymaya çalışarak cevap veriyorum. “Beni erken kaydetmişler okula ve ben de sene sonunda doğdum.” “Ah… Anladım.” diyor sesimi taklit ederek. Dudaklarımı büküp benimle dalga geçtiği gerçeğini yok saymaya çalışsam da içsel olarak başarılı olamıyorum. Sanırım onun kadar iyi görünümlü biri bile, benimle dalga geçme arzusuna ket vuramıyor. Ve bu beni tekrar, kızlardan bir şeyler duyup duymadığı gerçeğini düşünmeye itiyor. Hem bu, adımı biliyor oluşunu da açıklar. Aksi halde nereden tanıyor olabilir ki beni? Ona sormak istiyorum ama okulun sokağına girdiğimizde düşüncelerime ara vermeme sebep oluyor konuşarak. “Evin okulun civarındaydı, değil mi?” “Evet… Sen nerden biliyorsun?” “Hep yürüyorsun, tahmin ettim. Ne yöne gideyim?” Etrafıma kısaca bakınıp “Dümdüz ilerle, caddenin sonundan sola sapmalıyız.” diyorum kısık bir sesle. Onun beni gözlemlemiş olma ihtimali dengemi altüst ediyor. Dikkat çekici biri olmadığımı biliyorum, o halde nasıl fark edebilir ki beni? Ve neden aklıma gelen her ihtimal kızlarla yapılmış bir konuşmaya bağlanıp duruyor? Evimi tarif etmek dışında sessizce sürdürüyoruz kısa yolculuğumuzu. Kapımızın önünde dururken “Burası mı?” diye soruyor bana. “Evet, üçüncü katta. Camında bayrak olan daire...” “Baban fanatik olmalı.” Gülümseyerek camımıza kısa bir bakış atıyor ve sonra ona dönüyorum. “Aslında, o benim bayrağım. Benim odamın camı.” Gözleri irileşirken yüzünde gamzesi canlanıyor. “Doğru seçim.” derken memnuniyeti sesine de yansıyor. Aramızda kısacık bir mesafe, üzerime onun montu ve onu gülümsetmiş olduğum gerçeğiyle burada sabahlayabileceğimi düşünürken hapşırıyorum. “Ben gitsem iyi olacak.” “Kesinlikle. Umarım hasta olmuyorsundur.” “Umarım.” diyorum gülümseyerek. Montunu çıkarmak için fermuara asılıyorum ama engelliyor beni. “Sende kalsın, sonra verirsin.” “Peki, teşekkür ederim…” diyorum elimde poşetimle arabadan indikten sonra. “Önemli değil.” İçeri doğru eğilip gözlerine bakıyorum. “Hayır, gerçekten teşekkür ederim. Biraz garip bir gündü ama yardım ettiğin için minnettarım.” “Gerçekten önemli değil.” Tekrar gülümsüyor bana. Kapıyı kapatıp apartmana doğru yürürken arabanın uzaklaşmasını bekliyorum ama otomatiğe basılana kadar duruyor orada. Sonunda içeri girip kapıyı kapattığımda orada dikiliyorum bir süre ve uzaklaşmasını beklerken istemsizce mırıldanıyorum. “Teşekkür ederim.”

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook