2

2142 Words
“Elimden gelen bir şey yoktu, kalbimden geleni yaptım ben de; Sevdim işte, o kadar.” *** Olayları biraz açıklamam en iyisi olacak sanırım… Ben Mercan Kaya, 17 yaşında bir lise son öğrencisiyim. Dış görünüşüm ve karakter analizimle canınızı sıkmayacağım şimdi. Sadece olanları aydınlatmak istiyorum. Hayatım gayet güzel ilerliyordu aslında. Sıradan bir lise öğrencisiydim ben de. Okula giden, dedikodu yapan, arkadaşlarıyla buluşan, kız matineleri düzenleyen, sınav stresi yaşayan ve derslere yetişmeye çalışan bir ergen. Tabii bunun yanında, iç dünyamda süregelen şeyler de yok değil. Agâh da olaya burada dâhil oluyor işte. Agâh Orhan. Sayısal okuyan, benimle aynı yaştaki o çocuk. Daha doğrusu, aynı yaşta sandığım. Neyse, lise son yani. Agâh, şu hoşlandığınızı ilk bakışta bildiğiniz ama ısrarla inkar ettiğiniz, size uzak kişi vardır ya; işte o. İlk aşk. Görünce ellerinizi titreten, daha bakışlarıyla denk düştüğünüzde bile yüzünüzü kızartan, çoğu kızın ilgi odağı olan çocuk. Okulun popüleri değil. Belki bunda etkili olan, okulumuzda hatırı sayılır miktarda yakışıklı çocuk olmasıdır. Tek değil yani. Öyle ahım şahım bir zenginliği de yok. Arabası olması meselesi ise tamamen evin tek çocuğu olmasından kaynaklanıyor. Benim tezim böyle en azından. Agâh’a olan hislerimi daima inkar ettim ben. Neden bilmiyorum ama insanlar, bir şekilde herkes hakkında konuşuyor lisedeyken. Herkes, her şeyi bilir. Kim kimi seviyor, kim kimin sevgilisi, kim kimi dövmüş, kim kimi terk etmiş, kim evlatlık vs. Bunca şeyin garip bir sızıntıyla yayıldığı bu kararmış duvarlara hislerimi itiraf etmek, aşağılayıcıydı. Bu yüzden inkar ettim. Daima. Arkadaşlarım onun hakkında konuşurken, onu izlerken, benim hislerimi yoklarken, başkalarının hislerini yoklarken, futbol maçlarında çocuğu gözleriyle yerken… Elimde değildi, susmak istemiştim. Sessizliği sevdiğimden midir bilinmez hiç kimseye içimi dökmek gelmedi içimden. Yazmadım bile, günlük falan meselesi bilirsiniz. Hoş benim günlüğüm yok ama insan dört yıldır aynı çocuktan hoşlanınca, ister istemez günlük tutabilir. Ben hariç. İlk yıl, çok yoğun ve tecrübesiz olduğum için olsa gerek; okula alışmam uzun sürdü. Ortaokuldan daha kalabalık, daha karışık ve yeni bir ortamdı. Çok fazla insanla muhatap olabiliyordunuz. Avrupa özentisi bir hayat olarak gözükebilir ama okulumun, onlar gibi olduğunu düşünmüşümdür hep. Okula sarhoş gelen tipler, koluna faça atan ergenler, bir sürü sabit çift, cinselliğe karşı ilk deneyimler, sigara içmek için çıldıran topluluklar, hocalara kafa tutan züppeler… Bunun yanında dışlanmışlar, ezilenler, inekler, etkinlik düşkünleri ve yağcılar… Yani lisede olan, olabilecek her tip mevcuttu. Ben içlerinde hangi kesime giriyordum bilmiyordum, hala da bilmem. İçki ve sigarayla aram hiçbir zaman olmamıştır. Erkeklerle münasebetim, göz temasıyla sınırlı. Arkadaş düşkünü değilim, arkadaşım da kalmadı zaten. Derslerim kötü olmasa da inek sayılmam. Sınıfım beni dışlıyor fakat toplumdan soyutlanmış bir böcek de değilim. Güzel sayılmam, itici bir çirkinliğim de yok. Ben, benim işte. Mercan Kaya. İşte bunlardan sebep olsa gerek, ilk yıl uzaktan uzağa ara sıra göz attığım Agâh sorun değildi. İnkarın en kuvvetli aşamasındaydım ve aşka dair hiçbir tecrübem yoktu. Anlatılanlar ise tamamen saçma geliyordu bana. İkinci yıl, kapıdan girdiğim saniye gözlerimin onu arayışı aklımı başıma toplamama yetti. Ona bakma arzusu beni heyecanlandırıyordu. Onu görmek zorunda hissediyordum kendimi, o görmese de olurdu. Hatta daha iyi olurdu. Bana baksa ne yapacaktım ki? Heyecandan ölmem kaçınılmazdı. Tabii arkadaşlarım da çevresine dikkat eden tipler olduğu için bakmamam en doğrusuydu. Bende kendimi kontrol ettim. Yalnız olmadığım hiçbir anda ona bakmadım. Okul girişinde karşılaştığımızda yahut kütüphane kapısında çarpıştığımızda gözlerimi yere çevirdim hemen. Kantin kuyruğunda düştüğüm sırada beni tutan o diye kaçtım oradan. Beden derslerinde -lise sonda bizim okulda işlenmeyen dersler listesinde başı çeker bu ders- arka bahçede saklandım, ders günümüz ortak diye. Hiçbir futbol maçını izlemedim ve hiç adını anmadım. Hatta işi abartıp adının anıldığı anlarda da konuşmadım. Tabii bunların hepsi ikinci yıl olmadı ama neyse. Hal böyleyken dikkat çekmedim. Kızlar hiç sormadılar bana ona karşı bir şey hissedip hissetmediğimi. Sadece hissedenlerden konuştuk, ne kadar uzun boylu olduğundan ve kirpiklerinin gürlüğünden. Sevgilisi olduğundan. Derslerinin bir kısmının başarılı, bir kısmının ise epeyce zayıf olduğundan… Müzik zevkinden, yüzük taktığından, saçlarını asla taramadığı iddia edildiğinden… Birçok şeyden, ama asla benim hislerimden… Üçüncü yıl bir şey oldu. Agâh’ın çizim yeteneği de vardı ve en yakın arkadaşlarımdan birinin portresini çizmişti. Çok fazla benzediğini söyleyemem ama onun için bunu yapmış olması beni sarsmıştı. Elinde o koca resim kağıdıyla tüm kızlara hava atarken ve resmi burnumun dibine sokarken kendimi tutamayıp itmiştim. Yere düşmesiyse tamamen onun hatası, benim nezdimde. Eğer kağıda gerektiği gibi özen gösterseydi, zaten gözüme sokmazdı. Hatta madem gözüme sokmak istiyordu, en azından sıkı tutamaz mıydı? Olay bomba gibi düşmüştü aramıza. Dört arkadaştık biz ve oy birliğiyle haksız olduğuma karar verilmişti üç günlük küslüğümüzün ardından. Hem neden böyle bir şey yapmıştım ki? Kıskanıyor muydum onu? Yoksa Agâh’ı mı kıskanıyordum? Ben de mi ona âşıktım, okulun bir kısmı gibi? Sorular gittikçe çoğalıyor ve beni delirtiyordu. Evet diyebilmek isterdim, cesur olan taraf olmak için. Evet, ona aşığım ben de. Ve kıskanıyorum. Ve senin resmini çizmesinden nefret ettim. Senden de nefret ettim! O resmi gözüme sokmaktaki amacın ne? Söylemek istediklerim bunlardı. Ama yapamadım. Özür diledim, sadece başka bir şeye kızgın olduğumu ve resim konusunda üzgün olduğumu söyleyebildim. Olay böyle kapandı ama şüphe çektiğimi biliyordum. Bu yüzden daha çok dikkat etmeliydim. Birileri öğrenirse, ölürdüm ben. Hala da ölürmüşüm gibi geliyor, bu korku neden bilmiyorum. Zamanla heyecanımı yatıştırmayı öğrendim. Alışkanlık haline gelmiş gözetlemelerimi, içimden haykırdığım aşkımı, kağıtlara adını yazıp silmelerimi, karaladığım saçma akrostiş şiirleri bir dosyaya dizip saklamayı… Ve tabii rüyalarımı… Çoğu şeyi benimsedim. İdare ediyordum ki lise de bitecekti en nihayetinde. Böylece bu garip, takıntılı aşktan kurtulabilecektim. Kimse bilmeden, içimde başlamış ve bitmiş olacaktı her şey. Böyle olacağına inanıyordum hep. Belki aptalca ama hiçbir zaman Agâh’ın benden hoşlanabileceğini, beni fark edeceğini, o uzun süreli sevgililer gibi üniversiteyi birlikte okuyup hatta işi abartıp evleneceğimizi falan ummadım. Hayal ettim, rüyalarımda yaşadım ama asla inanmadım olacağına. Hala da inanmıyorum. Hep benim içimde kalacak ve bir gün bitip gidecekti bu hisler. İleride yüzümü gülümsetecek, belki yıllar sonra karşılaştığımızda ona ani gelen bir istekle anlatıp ikimizi de güldürecek bir hatıra. Öyle olmadı işte. Hiçbir şey istediğim gibi gitmedi. Hayatı bilirsiniz, bazen ne dilerseniz bin misli zıttını sunar önünüze. Ve komik olan, seçeneğiniz olmamasıdır. O seçmiştir, size yaşamak kalır. Masanın üzerine, sınav esnasında karaladığım Agâh ismi mesela. Kim düşünebilir ki bir ismin hayatını değiştirebileceğini? Aklımın ucuna bile gelmemişti. Unutmuştum da zaten. Genellikle unutmam ama bu kez unutmuştum. Küçücük, kurşun kalemle yazılmış bir isim. Öylesine, sıkıntıyla ve refleks olarak… Banu’nun -portreli kızımız- göreceği aklımın ucuna bile gelmezdi. Bunu beklediği, bir şeyleri eşelemek istediği ve her şeyin karışacağı. Şöyle bir bakıyorum da, çenemi tutsaydım belki istediğim olabilirdi. Ama her şey karıştı. O günü hiç unutmam, bir türlü unutamıyorum. Çünkü tüm arkadaşlığımızın bir fiyaskodan ibaret olduğunu da o yazı sayesinde öğrendim. Kulağımda çınlar bazen Banu, Sema ve Kübra’nın sözleri. O alaycı gülüşleri, tehditleri… Ben sınavdan sonra tuvalete gitmişken olmuş sanırım olay. Geldiğimde masamın başındaydı üçü de. Normalde ben Kübra’yla oturduğum için ve diğer ikisi en yakın arkadaşlarımız olduğu için elbette ki şaşırmamıştım. Sonra onların bana dönüp kollarını göğsünde birleştirmesiyle bir şeyler olduğunu hissettim ve yanlarına yaklaştım. Sınıfın ortasındaydık resmen. Benim sıram cam kenarında, ortaya denk gelen bir yerde çünkü. Öylece sıralanmıştık ve belli ki duyulması umurumuzda bile değildi. Benim umurumdaydı ama onlar umursamıyor gibiydi, daha doğrusu. “Bu ne Mercan?” Bunu soran öfkeden titreyen, Banu’ydu. Yüzü kırmızı, kaşları çatılı… Sesi de hiddetle titriyordu, ilginç gelmişti. “Ne, ne?” O çekilip eliyle sırayı işaret ederken meraklı gözler ve kulaklar bizim üzerimizde sabitlenmişti. Herkes ne olduğunu öğrenmek istiyor gibiydi. O an ben, başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetmiştim. Ölecek gibiydim, her yanım titriyordu. Midem kasılmıştı, vücudum terlemeye başlamıştı. Hemen atılıp sildim yazıyı, refleks gibi bir şeydi. Onlar görmüştü ama en azından başkası görmemeliydi. Bu çabam belki beni açığa çıkaran şey olmuştu, bilemiyorum. Ama sinsi bir göz süzüş eşliğinde fısıldayan Kübra’nın hatırası, hep böyle düşündürür bana. “En iyisi bahçeye çıkıp konuşalım bu meseleyi, Mercan herkesin içinde konuşmak istemiyor belli ki.” Onlar kol kola önümde yürürken peşlerine takıldım yapacak başka bir şey bulamayarak. Hala dehşet içindeki halim sürüyordu ve bilmiyorum, şimdiki aklım olsaydı da aynı şeyleri yapar mıydım? Bahçede sessiz bir köşe seçtik kendimize. Üçü karşıma geçip neredeyse birbirinin aynı olan ifadeleriyle bana bakarken konuya girdi Banu. “O yazı ne demek oluyor Mercan? Hemen açıkla.” Ayağını yere vuruyor, hala hiddetle bana bakıyordu. Belli ki yazı onu çıldırtmıştı. Derin bir nefes alıp ne diyeceğimi düşündüm bir süre. Yalan söyleyebilirdim, inkar edebilirdim, bir başkasının yazdığını iddia edebilirdim ama bambaşka bir şey yaptım. “Ne olmasını bekliyorsun? Ya da ne olduğunu düşünüyorsun?” Kız hiddeti çoğalmış gibi itekledi beni geriye doğru. Çok sert bir vuruş değildi ama kolumu acıtmıştı. Ben kendimi tutarken bağırdı. “Geçen seneden beri biliyordum! Biliyordum işte! Kendimi kandırmaya çalıştım ama gerçek ortada. Sen pisliğin tekisin!” Sesi öyle yüksekti ki onu susturma ihtiyacıyla yaklaştım elimde olmadan. Bu ise beni tekrar itekleyip tekrar bağırmasına sebep oldu sadece. “Biliyordun! Onu sevdiğimi biliyordun! Bilerek yapıyorsun, sırf beni kıskandığın için!” Anlamayarak yüzüne baktığımda araya girdi Kübra. “Hep Banu’nun yanıldığını düşünmüştük ama sen gerçekten de içten pazarlıklıymışsın. Bakalım bundan sonra yanında olacak birini bulabilecek misin sinsi yılan!” “Sinsi yılan mı?” İstemsizce güldürmüştü beni bu hakaret. Gözlerini görmüyor muydu bu kız? “Bir yılan görmek istiyorsan, tam şu anda aynaya bakmalısın. Resmen etrafına zehir saçıyorsun! Derdiniz ne sizin?” “Kes sesini! Şimdi saçını başını yolacağım yoksa.” Banu dişlerini sıkarken bir adım geriledim elimde olmadan. Üç yıllık arkadaşlarım karşıma geçmiş, bana nefret kusuyordu. Hem de bir pislik olduğum için! Hem öfkeliydim hem kırılmıştım hem de öğrendikleri için utançla dolmuştum. Ne yapacağımı bilemiyordum bir türlü. “Agâh’tan uzak dur!” diye söylendi bu kez Banu. Sesini alçaltmıştı, tıslıyordu. “Eğer ona bir adım dahi yaklaşırsan ve eğer onunla tek kelime konuşursan; yemin ederim gidip her şeyi söylerim.” “Her şeyi mi? Ne her şeyinden bahsediyorsun sen? Masaya adını yazmam mı?” “Daha fazlası olduğunu biliyorum. Ona gözünü diktiğini, beni kıskandığını ve biz tanışır tanışmaz atağa geçtiğini biliyorum. Kıskançsın. Sessizden korkun diye boşuna dememişler!” Kız çıldırmış gibiydi ama ben de kendimde sayılmazdım. Önümde durmuş beni tehdit ediyorlardı. Beni. En yakın arkadaşlarını. En yakın arkadaşlarım. Hem de yıllardır sakladığım sırrı, muhatabına ilan etmekle! Laf çevirerek, bambaşka şeyleri de katacaklarını kusarak. Üzerine gidemeyeceğim bir şey varsa, o da Agâh’tı şüphesiz. “Saçmalıyorsun…” diye inkar etmeye çalıştım bu yüzden. “O çocuk umurumda bile değil, bir kere bile konuşmadık onunla. Şimdiden sonra da konuşacak değilim!” Bana iyice yaklaşıp işaret parmağını suratıma doğrulttu Banu bunların ardından. “Hele bir dene… İşte o zaman sana yapacaklarımın haddi hesabı yok!” O çıldırmış, öfkeli gözler beni terk edip gittiğinde yere çöküp ağlamak üzereydim. Kendimi sakinleştirmek için kızlar tuvaletine geçtim ve yüzümü yıkadım soğuk suyla. Hava soğuktu ama yine de üşümeyecek kadar çok kızarmıştım, her yerim titriyordu. Derse geç kaldığım için giremedim ve tuvalette bekledim öylece. Ondan sonraysa hayatım hiç eskisi gibi olmadı. Kızlar bana sırtını dönmüştü ve açıkça, benimle konuşan herkesten nefret ettikleri belliydi. Bir zaman sonra hiç kimse beni umursamamaya başladı bu yüzden. Sadece sınıfta. Tabii dışarıda iletişim kuramayan biri için bu sosyal hayatın bitişi gibi bir şeydi. Tek oturmaya, mp3 çalarla yaşamaya ve kitaplarımı okula taşımaya böyle başladım. Daha çok ders çalışıyordum, çünkü daha çok vaktim vardı. Okulda yemek yemiyordum, çünkü kantinde tek oturmak demek herkesin bakışlarını size dikip neden bir ucube gibi yalnız oturduğunuzu merak etmesi demekti. Sessizdim, çünkü kendimle konuşmak beni daha iyi bir hale sokmayacaktı. Pes etmiştim çünkü üçünden de korkmadığım halde, sırrımın okula yayılma ihtimalinden ödüm kopuyordu. Ve işte her şey böyle sürüp gitti. Bir hafta öncesine kadar… O beni görene, benimle konuşana ve beni evime bırakana kadar. Şimdi ne yapacağımı ise kestiremiyorum. Onu uzaktan, ara sıra izlemek kolaydı. Hiç konuşmadan ve hiç varlığımı bildiğini düşünmeden… Gittikçe azalsa da görüşlerim, ara sıra aynı ortamda bulunduğumuzu bilmek iyi geliyordu bana. Hiçbir zaman onunla arkadaş olacağımızı düşünmezken ve bunu hayal edemezken olanlar ise tamamen bir dilemma. Hep onunla konuşurken bayılacağımı düşünmüşümdür. O kadar heyecanlanacaktım ki kollarına düşüp kalacaktım. Ve bu kadar aptal birini görmeye katlanamadığı için her şey bitecekti. Olası son. Fakat o gün, tüm şaşkınlığıma rağmen onunla konuşmak çok kolaydı. Çok doğaldı. Sanki hiç konuşmayan, yıllardır birbirine bakmayan ve birbirini görmeyen iki kişi değildik. Uzun zamandır arkadaş olan, iletişim konusunda hiçbir problem yaşamayan iki kişi gibiydik. Biraz heyecanlandım ama bayılacak hale de gelmedim. Gayet kolay bir şekilde istediklerimi söyleyebildim ona. İstediğim gibi konuşabildim. Bu beni şaşırttığı kadar sevindiriyor ama hepsinden çok korkutuyor. Çünkü artık nasıl ilerleyeceğini kestiremiyorum. Onu görmezden gelmek, bana selam verse bile yok saymak yapabileceğim bir şey değil. Kaldı ki bu dikkat çekmekten başka bir işe yaramaz. Ama üçü de gözünü bana dikmişken onunla konuşursam ne olur? Hoş, belki de o benimle konuşmayacaktır. Sonuçta sadece zorda olan, okuldan tanıdığı birine yardım etti. Neden kendini yorsun ki? Konuşmak bana kolay diye, katlanmak onun için kolay mı yani? Ben ne düşünürsem düşüneyim, Agâh aynı şeyi düşünmedikçe önemi var mı? Ki, bu beni bir kez daha bir şeyler bilip bilmediğini düşünmeye itiyor. Ben ona aşığım, heyecanlansam da onunla konuşmak kolaydı. Ona güvenmek, yardımına izin vermek… Ama o neden yapmıştı? Kızlar bir şey mi söylemişti? Bir şey mi dikkatini çekmişti? Bir şey mi olmuştu? Neydi mesele?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD