Bir kral, başına takacağı bir tacı oldu mu kral olurdu. Bir asker kılıcı olduğunda asker, bir komutan peşinden gidecek ordusu olduğunda bir komutan olurdu.
Belki onun peşinden gidecek bir ordusu ya da başına takacak bir tacı yoktu, ama o bir savaşçıydı. Kılıcını yıllar önce kaybetse de o onurlu bir savaşçı...
Tek gayesi krallığıydı. Halkı korumak için kendini ortaya koyan, kuru bir iftiraya kurban olacak kadar da mağdurdu. Ama ne olursa olsun o ardından gidilecek bir komutandı.
Şimdi kimse olmasa da en azından peşinden giden çocukları vardı.
Köyden gelen birkaç adam tabutu sırtlayıp ilerlerken Rosaline ve Alessi tabutun peşinden gidiyordu.
Hardy, en önde babasının tabutunu sırtlamışken sessizce döktüğü yaşları gizlediğini sanıyordu. Alessi içli içli ağlıyor, Rosaline’den hiç ses çıkmıyordu. Acılı annesinin kollarından tutup ona destek olurken bir kere bile gözünden yaş dökülmemişti. Başı dik bir şekilde komutanını gömmek için ilerliyordu.
Babasının anlattığına göre onurlu bir askerin cenazesinde askerlerin başı dik olurdu. O da onun bir askeri olduğu için başı dik, anlı ak bir şekilde toprak yolun sonunu bekliyordu.
Rüzgâr soğuk ve sert esiyordu. Saçları yüzünü kapatsa dahi başını hiçbir şekilde eğmedi. Çünkü onurlu bir asker öyle yapardı.
Peki babasını kaybeden bir kız çocuğu ne yapardı?
Yolun sonu göründüğünde rüzgâr daha da şiddetlendi. Acaba rüzgârda hissediyor muydu bugün bir kaybın olduğunu? Acaba o da Rosaline’nin içindeki acıyı görüyor muydu?
Bunca zaman babasının gözünde bir değerinin olmadığını düşünerek yaşamıştı. Şimdi ise ona hiçbir şey diyemeden mezara koyacaktı.
En acısı da ne kadar ona sert ve kaba davransa da ne kadar kızını hor görmüş olsa da ona bu kadar emek harcadığı için bir kere bile teşekkür edememişti. Hatta babasına muhtaç olan bir kız çocuğu olarak ona “seni seviyorum” bile diyememişti.
Bir kere deseydi, belki de bazı şeyler bu kadar yarım kalmayacaktı.
Gitti ve Rosaline’nin omuzlarında büyük bir yük bıraktı. Rosaline’de o yükü çok iyi bir şekilde biliyordu.
Cenazenin gömüleceği yere geldiler ve gömülme işleri başladı. Rosaline orada olan bitenleri sessizce izledi.
Antoine’yi gömdüler ve üzerine toprakla kapattılar ve her şey son buldu.
Hepsi bu kadar mıydı?
Yaşıyordun, hunharca, savrulurcasına…
Bir yaprak gibi…
Sonra da ölüp toprak mı oluyordun? Hayat sadece yaşamdan ve ölümden mi ibaretti? Bu kadar kısa bir sürede insan ne yapsın ki? İnsan nasıl bir şeyler başarsın?
Hayat çok kısa…
Babası için çok kısa…
Onun için çok kısa…
Keşke onunla biraz daha vakit geçirebilseydi.
Hava kapalı, rüzgâr sertti. Üzerlerindeki hüzün sanki gökyüzünü kaplamıştı. Bu durum onu daha da hüzünlendirdi.
İçindeki garip burukluğa anlam yüklemeye çalışırken artık kelebekler uçmuyordu. Sanki zaman o anla birlikte durmuştu. Bir daha olmayacakmış gibi...
Ancak bunun bir son olmadığını biliyordu Rosaline.
Alessi, toprağın üzerine hıçkırarak yığıldığında ve dünyadaki son sığınağının yok oluşuna ağladığında Rosa, dayanamayarak gözlerini kapatıp annesinin haykırışlarını dinledi.
O kadar içli ve acılı haykırdı ki o an hepsi ciğerlerini söküp bir kenara atmak istediler. Ama elden ne gelirdi? Kim bu zamana kadar ölenle ölmüştü ki.
Alessi, akacak gözyaşı kalmayana kadar ağladıktan sonra Hardy onu oradan aldı ve eve götürmek için hareketlendi. Rosa’ya da gelmesini söyledi ancak Rosa onunla biraz yalnız kalacağını söyleyerek onların uzaklaşmasını bekledi.
Ardından da mezara doğru yürüdü.
Rüzgâr, biraz yavaşlamıştı ancak otların sallanışı devam ediyordu. Önüne gelen saçlarda cabasıydı. Rüzgârın savurganlığını umursamadan mezarın başına oturdu.
“Sonunda yalnız kalabildik.” dedi mezara bakarak. “Seni hiç bu kadar uzun süre yatarken görmemiştim baba. Hadi, kalk! Daha bana büyülü ok atmayı göstereceksin.”
İşte şimdi bir damla gözyaşı döküldü gözünden.
“Bunca zamandan sonra ilk defa sana bugün sarıldım baba. İlla bugün mü ölmen gerekiyordu? Bir baba kızının sarılışına ölür mü hiç? Bir şey desene!”
Bu sefer gözyaşları daha çok aktı.
“Bunca zaman sana çok şey demek istedim. Küçükken senden çok korktuğumu söylemek istedim. İlk kılıcı elime verdiğinde, beni zorla koşturduğunda, o tavşanı ilk öldür dediğinde senden nefret ettiğimi söylemek istedim. En çok da seni her şeye rağmen sevdiğimi söylemek istedim.”
Gözyaşları onun içindeki cam kırıklarını dökercesine bir bir aktı. Her damla mezarda bir çiçek oldu. O çiçek, işte o çiçek Rosaline’nin içinde sakladığı gerçekleriydi.
“Ve sana teşekkür etmek istedim. Bana güçlü olmayı öğrettiğin için. Beni bir asker yaptığın için.”
Toprağı küçük ve narin elleriyle sevdi.
“Merak etme baba. Sana söz verdiğim gibi senin onurunu geri kazanacağım. Sana verdiğim sözü tutacağım. Belki bugün belki yarın ama bir gün sözümü tutacağım. O zaman huzura kavuşacaksın.”
Gözyaşını elinin tersiyle sildi ve ayağa kalktı. Toprağını avcuna alarak sıktı. Sonra da yumruk yapıp göğsüne bastırdı.
“Emredersiniz Komutan Antoine!” diye bağırdı.
Sonra da sırtında babasının onun için yaptığı oklardan üç tanesini aldı ve dizlerinin üzerine çöktü.
“Ok senin yönün olsun.” dedi ve mezarının başına sapladı.
Sonra da onu son sözüyle birlikte orada bıraktı.
O iyi bir eş ya da iyi bir baba değildi, ancak o iyi bir komutandı.
Komutan Antoine sen çok yaşa!
*
*
*
*
*
Acılı günler çabuk geçer derlerdi.
Köylüler ölülerinin acısını hemen unutur, yaşamaya kaldıkları yerden devam ederlerdi. Yaz boyunca da kışa hazırlık yaparlardı.
Aynı şekilde bu onlar için de geçerliydi ancak ailenin yası henüz daha bitmemişti. Koyunlar için saman, gelecek kış için kışlık bir şeylerin hazırlanması gerekiyordu.
Bununla birlikte yakacak odunların toplanması, koyunların yününün kesilmesi gerekiyordu.
Ama sofra başında sessiz sedasız oturan aileden tek bir çaba ya da tek bir gayret yoktu.
Evin içindeki o hüzünlü ve kırgın hava ailenin hayatta kalmak için yaptıkları çabalarını öldürmüştü. Aynı ailenin direğinin ölmesi gibiydi. Direk yıkılınca çatıyı tutacak hiçbir şey kalmıyordu.
Rosaline, önüne duran soğuk çorbanın üzerinde gözlerini gezdirirken batan güneşin turuncu ışıkları etrafı aydınlatıyordu. Hepsinin üzerine bulaşmış olan ölünün kara toprağı silkelenmeden bu ev tekrar eskisi gibi olmayacaktı.
Rosaline gibi Hardy’de bunu görebiliyordu. Artık evin yeni direği, erkek olduğu için Hardy’di. Bakması gereken iki boğaz vardı ve babası gibi bu sorumluluğu eline almalıydı.
“Yeter bu kadar.” dedi kaşığı eline alarak Hardy.
“Ölen öldü. Bizim yaşamamız gerek.” diyerek çorbadan bir kaşık aldı.
Sonra da çorbanın eski tadının olmadığını anlayınca yüzündeki o durgun ifadeyle birlikte kaşığı tekrar çorbaya geri bıraktı.
“Kimi kandırıyorum.” deyip başını salladı. “Bazen ona içimden çok kızdım, hatta ölmesini bile diledim ama…”
Yutkunarak parmaklarına baktı.
“Bu kadar ani gitmesini beklemiyordum.”
Alessi, kızarmış ve altları şişmiş gözlerle oğluna baktı.
“Özür dilerim anne.” dedi Hardy.
İşte o anda Hardy’nin gözünden de yaşlar akmaya başladı.
“Babam hakkında böyle kötü düşünmemeliydim. Affet beni…” dedi ve Alessi oğlunun düşen başını okşayarak göğsüne yasladı.
Hardy ağladı. Alessi ağladı. Rosa izledi.
Sonra da daha fazla dayanamayacağını düşünerek ayağa kalktı, okunu ve yayını aldı. Hiçbir şey demeden kendini ormanına, hayat bulduğu o yere attı.
Yeşil orman her zamanki gibi parlak ve kendine has bir güzelliği vardı. Ama gökyüzü ağlıyordu. Yağmur damlaları sert sert yapraklara düşerken Rosa’nın kuru bedenini hızla ıslatıyordu.
Saçlarının dibine işleyen yağmur damlaları sanki ruhuna dokunurcasına titretmişti bedenini. Bunca zaman dediği hiçbir şeyi yapmayacağını söylediği adam için gözyaşı döküyordu.
O bir savaşçı olarak yetişmişti ama içinde acı çeken bir kız çocuğu daha vardı. Ve o kız çocuğu buna artık dayanamıyordu.
Her zaman babasıyla talim yaptığı o yere geldiğinde yağmur hala daha onunlaydı. Bedeninde kuru yer kalmayacak şekilde her yeri ıslanmıştı.
Elindeki oka ve yaya baktı. Gücünü kullandığı gün babası gitmişti.
Şimdi kullansa bu sefer kim gidecekti? Hardy? Alessi?
İçindeki acıyı söndürmek istercesine babasının dediği gibi yayını kaldırdı.
“Ok senin yönün olsun.”
Kirişi çekti ve oku yerleştirdi.
Ona dediği ilk güzel şey bir savaşçı olacağıydı. Ama o bir savaşçı olmak istememişti. Dizine başını yaslayacağı küçük bir kız çocuğu olmak istemişti.
“Oğlun savaşçı doğsun.”
Ardından okun tüylü tarafını yanağına gelecek şekilde hizaladı.
Asla bir oğul gibi soyunu devam ettirmeyecekti. Hatta hayatta bir oğul kadar değerli olmayacaktı ama güçlü olacaktı. Bir erkeğin olamayacağı kadar güçlü…
“Kılıcın onurun olsun.”
Olduğu yerde kendi etrafında döndü.
Verdiği kılıcı onun onurunu kazandığı gün kullanacaktı. Bu yaşayan ve yaşamayan tüm komutanlar için bir şan meselesiydi. Bir kız olarak şanı taşımayacaktı ama o şanlı bir komutandan daha onurlu olacaktı.
“Zaferler seni bulsun.”
Hedefini belirlemeden önce gözlerini kapattı ve nefesini dengeleyerek rüzgârın sesini dinledi.
Zafer istemiyordu. Sadece bir gün daha ailesinin bir arada olmasını istiyordu. O dört kişilik ailenin yine aynı masada oturmasını ve bir kez daha aynı tabaktan yemek yemeği istiyordu. Eski kalan o anlarını geri istiyordu.
“Gücün kudretin olsun.”
Durdu ve gözlerini açtı.
Ama asla o aile tekrar aynı masaya oturmayacaktı.
“Ve ölümün benim elimden olsun.”
O anda oku kaplayan mor sihir gözlerinin içindeki alevi doğurdu. Sonra da ağaca hızla ilerleyen ok sert kabuğa değer değmez büyük bir gürültüyle patladı.
Tekrar okunu çekti, hiç durmadan aynı dizeleri tekrar etti. Etrafında patlayan bombalara her defasında yeni bir tane eklendi.
En sonunda tüm gücü bitince dizlerinin üzerine çöktü, sonra da var gücüyle haykırarak ağlamaya başladı. Gökyüzü de onunla birlikte ağladı. Orman onun gözyaşlarıyla sessizliğe gömüldü.
İçinde artık bazı şeylerin değiştiğini biliyordu.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildi.
Artık o da değildi.
*
*
*
*
*
Günler günleri, aylar ayları kovalamış yaz kollarını sonbahara açmıştı. Orman, yapraklarını dökerken o parlak günlerine küsmüştü. Çünkü artık onu kendi ışığıyla parlatan bir gün ışığı yoktu.
O da sonbaharda kendi kabuklarına çekilen hayvanlar gibi kendi kabuğuna çekilmişti. Artık ormanda turlayan bir çift minik adımlar gitmiş, artık neşeli kahkahalarla etrafı şenlendiren o kız çocuğunun gülümsemesi kaybolmuştu.
Orman sessizleşmişti. Hiçbir şey artık eskisi gibi değildi.
Rosaline, o günden sonra kendi kendine talim yapsa da bir zaman sonra vazgeçmişti. Artık annesine yardım eden, ağabeyi yerine koyunları güden, hatta kışlıkları hazırlayan sıradan bir kız olmuştu. En baştan beri istediği o normal hayata kavuşmuştu.
Alessi ve Hardy de zor zamanların ardından kolay toparlanmıştı. Ancak Antoine’nin yaptığı işlerin yükünün hepsi Hardy’e yüklendiğinden bazı şeyleri Rosaline’e devretmek zorunda kalmıştı.
Rosaline de hiçbir şeyden şikâyet etmediği gibi bundan da şikâyet etmeyerek kabul etmişti.
O çok uysaldı ve her şeye kolay kolay adapte olabiliyordu.
Alessi de kendi içinde sanki on yıl daha yaşlanmış gibi hissediyordu. Kocasının kollarında ölmesi sindirilir gibi değildi.
Yıllar sonra kocasının gözlerindeki aşkı tekrar gördüğüne ve o aşkı aynı gün içinde tekrar kaybettiğine inanamıyordu.
Her şey bir anda olup bitmişti. Zaman o günü süpürüp gitmişti. Şimdi ise bekliyordu tekrardan.
Belki yaşlı değildi ama ona ulaşmak için yaşlanabilirdi de. Alessi hala daha o adama aşıktı.
O adamın da ona âşık olduğunu ilk andan beri biliyordu. Bu yüzden sonuna kadar bekleyecekti.
Arabaya doldurduğu eşyaları bitirdiğinde gün daha yeni yeni aydınlanıyordu. Bugün ilk defa Rosaline ve Alessi birlikte pazara çıkacaktı.
Alessi bundan önce hep Antoine ile birlikte pazara giderlerdi. Genellikle koyun yünlerini, yapılan küçük halıları ya da av kürklerini satmak için giderlerdi pazara. Bazen de alışveriş yapmak için.
Şimdi Antoine yoktu ve o da Rosaline ile gitmek zorundaydı.
“Rosa hadi! Gidelim!” diye seslendiği anda Rosaline ahırdan koşarak çıkıp annesinin tuttuğu arabayı elinden kaptı.
“Ben sürerim.” dedi heyecanlı bir şekilde.
Alessi, başını sallayarak el arabasını ona verdi. Rosaline eğilerek arabanın tutulacak yerine yerleşti ve arabayı çekmeye başladı.
Yüzünde hafif bir tebessüm vardı, çünkü bugün ilk defa pazara gidecekti.
Daha önce hiçbir insanla tanışmamıştı. Belki kendine yeni bir arkadaş edinebilir, insanları tanıyabilirdi. Önceden onlarla yüzleşmeye korkuyordu ama artık hazırdı.
Alessi, kızının yüzündeki tebessümü görünce daha da huzursuz oldu. Tebessüm etmesi köydeki insanlarla buluşacak olmasıydı ancak köy sandığı kadar güzel değildi.
Buraya yerleşen çoğu insan krallıktan kovulan ya da başka devletlerden gelen göçebelerdi. Hepsinin amacı biraz daha para kazanmak ve sınırda kalan bu kimsesiz yerde kendi krallıklarını kurmaktı.
İnsanlar kirliydi, belki bedenleri değil ama ruhları küçük bir gün çiçeğini yok edecek kadar pis ve karanlıktı.
Rosaline de daha hiç kararmamış bir gün çiçeğiydi. Onlarla karşılaşmasını istemiyordu ama hayatı bilmesi içinde buna mecburdu.
Rosaline’in üzerindeki kıyafetlere göz gezdirdiğinde köye girmek için fazla açık buldu. Normalde olsa kızına hiç bu konuda kızmazdı. Babası da onun böyle giyinmesini istemişti zaten, ama şimdi köy için bu durum geçerli değildi.
Boğazlı yeşil bir kıyafet vardı üzerinde, kolları açık ve köprücük kemikleri fazla belirgindi. Belini de hatlarını belli edecek şekilde ince bir sargıyla sarmıştı. Altında da çok bol olmasa da bol bir pantolon vardı.
Baştan aşağıya tüm kıyafetleri yeşildi ve kahverengi düz kesim saçlarıyla doğadan bir parça gibi gözüküyordu.
İri gözleriyle ve sevimli küçük yüzüyle orada bulunan erkeklerin dikkatini çabuk çekerdi. Göğüsleri daha yeni yeni çıkmış, kalçaları hafif belirginleşmiş, ilk adetini henüz görmese de yakınlaşmıştı.
Bu kadar nadide, saf ve dokunulmamış bir parça için her şeyi yaparlardı bunlar. Bu yüzden kocasından kalan emaneti korumalıydı.
“Rosa,” dedi onu durdurarak.
Arabadan kahverengi bir örtü çıkarttı.
“Bunu üzerine giy.”
Rosaline, şaşkınca örtüye baktı. Hiçbir şey demeden annesinin dediğini yaparak örtüyü üzerine geçirdi.
O tüm bedenini saklayan bir pelerindi. Nedenini anlamasa da o pelerini giydi ve şapkasını da yüzüne örttü.
“Bu ne için anne?”
“Seni görmesinler diye. Daha hazır değilsin.”
Antoine ölmeden önce hazır olduğunu söylemişti ancak Alessi hala daha onu küçük bir kır çiçeği olduğunu düşünüyordu.
Eğer o kır çiçeği ortaya çıkarsa acımasızca onu kopartırlar diye korkuyordu.
“Tamam,” dedi Rosa başını sallayarak.
Tüm yüzünü kaplayan şapkadan sadece küçük bir yer gözüküyordu. Yine de sorun etmeden el arabasını çekip annesini takip etti.
En sonunda kalabalık kendini gösterince Rosa heyecanla başını kaldırdı. Kuru gürültü ve insanlığın varlığı küçük kalbini hızlandırmıştı. Yüzüne eklediği sevimli gülümseme ile teker teker her yeri incelemeye başladı.
Sebzeler, meyveler, birbirinden renkli ipekler, değerli taşlarla yapılmış takılar, dekorasyonlar, olabildiğince her şey vardı burada. Şen şakrak geçen kalabalıklar, narince gülüşen kadınlar, birbirleriyle hasbihal eden adamlar, koşuşturan çocuklar, yüksek sesle bağırarak müşteri çekmeye çalışan satıcılar…
Ne kadar da renkli bir dünyaydı burası. Sanki herkes hayatlarından mutlu ve pespembe bir hayat yaşıyorlardı.
Heyecanlı ve meraklı gözleri etrafta gezerken annesinin kalabalıktan zar zor duyulan sesini duydu. Gözleriyle kızını takip ederken bir yandan da ona ulaşmaya çalışıyordu.
Bazen bir şeye adapte olduğunda tüm dünyadan kopabiliyordu. Bu durumun sebebini hiçbir zaman anlamasa da o da Rosaline de bu duruma alışmıştı.
“Kurulacak bir yer bulmalıyız.”
Rosaline daldığı dünyanın gerçekliğini görünce annesinin dediğini onaylayarak yine peşin sıra ilerledi. Yanından koşarak geçen çocuklara gözü takılsa da yolunda devam etti. En sonunda bir boşluk bulduklarında oraya yerleştiler.
Arabayı yerleştirip yünleri sermeye başladığında Alessi, Rosaline de ona yardım etmeye başladı. Uzaktaki kalabalıktan onları izleyen gözleri görebiliyordu. Sanki pazardaki tüm insanlık onları izlemek için yemin etmişlerdi.
Rosaline farkında olmasa da Alessi çok net görüyordu.
“Anne bunu ne yapacağız?” diye sordu Rosaline koyun yününü gösterirken.
Yeni kabartılmış koyun yününe baktığı anda kimsenin Rosaline ile ilgilenmediğinin farkına vardı.
“Orada kalsın. Yastık içi ve yorgan yünü olarak satılacak.”
Annesinin soğuk sesini duymasıyla birlikte şapkasının altından beri Alessi’nin yüzüne baktı.
Gayet rahat görünüyordu ama sesi bir taş kadar sert ve soğuktu. Buraya gelir gelmez bir şeyler farklılaşmıştı.
Bir süre sonra eşyaları sermeyi tamamladılar ve Alessi satış yapmaya başladı. Daha hiç kimse gelmese de bu böyle sürmeye devam edecek gibi duruyordu.
Rosa da koşuşan ve oyun oynayan çocukları merakla izlerken, bir yandan da satış yapmak için uğraşan annesine yardım ediyordu.
En sonunda dayanamayarak başındaki pelerine dokundu.
“Anne, ben biraz pazarda dolaşmak istiyorum.”
Alessi, bir müddet Rosaline’e dikkatli bir şekilde baksa da sonra başını sallayarak onayladı. Rosaline de heyecanla arkasını döndüğü sırada bileğinden yakalayıp onu kendine çekti.
“Çok uzaklaşma Rosa. Kimseyle konuşma ve kimseye kanma.”
Rosaline, yutkunarak başını salladı. Neden annesinin şu an bu kadar muhafazakâr davrandığını anlamasa da dediğini yapacaktı.
Bunun temellisini alan Alessi de rahatlıkla kızının kolunu bıraktı ve Rosaline de oradan ayrıldı.
Yavaş adımlarla oradan uzaklaşırken içindeki heyecanı bastırmaya çalışarak pazarı uzun uzadıya gezmeye başladı.
Yanından geçen insanlar birer birer uzaklaşırken o da yeni bir dünyaya kapı aralamış gibi merakla etrafına bakarak ilerliyordu.
Bir kadın elindeki sepetle birlikte insanlara gülümseyip çiçek satmaya çalışıyor, tezgâhın ardından taze sebzeler için müşteri çekmeye çalışan adamın kalın sesi kulaklarına çarpıyordu.
Bazıları önünü kesip elindeki malları satmaya çalışsa da Rosaline hiç bakmadan hızla yanlarından geçip gitmişti.
Tabii bir grup çocuğun eğlenceli bir şekilde gülüşleri kulaklarına değene kadar sürdü bu kalabalığın içinde gezme durumu.
Çocuklar bir şey için bağrışıp kahkaha atıyorlardı. Onların kahkahalarının sebebini merak ederek oraya doğru adımladı. Heyecanla oraya giderken başındaki şapkayı da çıkarttı.
İçine dolan çocukluk içgüdüsü ve yanaklarını saran sıcaklık içinde hala daha büyüyemeyen o çocuğun varlığını göstermişti. O ne kadar bir savaşçı gibi büyüse de hala daha bir çocuktu. Çocukluğunu yaşayamamış olan bir çocuk…
Çocukların yanına gelerek onları izlemeye başladı. Küçük kabuklu salyangozları çizdikleri uzun çizgilerin üzerinden yarıştırmaya çalışıyorlardı. Bazıları buna gülüyor, bazıları kızgınlıkla daha çok ilerlemeleri için salyangozlara bağırıyorlardı.
Neden böyle bir şey yaptıklarını anlamasa da çok eğlenceli gözüküyordu. Yüzlerindeki ifadeden de eğlendikleri o kadar belli oluyordu ki bir zaman sonra Rosaline de o eğlencenin içine dahil oldu.
Saatin farkına varmadan saatlerce orada onları izledi. Bazen güldü, bazen anlamsızca yüzlerine baktı ama bir zaman sonra tamamen oraya kaptırdı kendini. Ve onu merakla bekleyen annesini unuttu.
Alessi, uzun süredir etrafta göremediği kızını gözleriyle kalabalıkta ararken bir yandan da müşteri çekmeye çalışıyordu. Ancak kimse dönüp de mallara bakmıyordu. Galiba bugün kimsecikler buraya uğramayacaktı. Yavaştan buradan ayrılsalar daha iyi olacaktı.
Rosaline’i bulmak için eşyaları toplamaya başladığı sırada önünde birinin durmasıyla başını kaldırdı. Gelen kişi bu köyde büyük bir nüfusa sahip olan Esteban’ın oğlu Sam’di.
Antoine’yle düşmanlığı olan Sam, yüzünü kırıştırarak karşısında duran Alessi’ye bakıyordu. Alessi sadece basit bir müşteri edasıyla ona düz bir yüz ifadesiyle bakmaya başladı.
“Ne alırsınız?” diye sordu ifadesini bozmadan.
Sam ellerini belindeki kılıç kabzasına getirerek gülümsedi.
“Duydum ki o huysuz domuz ölmüş.”
Alessi, sesini çıkartmadı, ancak içinde bir şeyler paramparça oldu.
Bunun sebebinin kocasına domuz diye hitap edilmesinden dolayı mı yoksa ölüm kelimesini duymasından dolayı mı olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği şey dükkanının önünün kapanmasıydı.
“Eğer bir şey almayacaksan, git buradan. Dükkanımın önünü kapatıyorsun.”
Karşısında duran adam komik bir ifadeyle histerik bir şekilde güldü.
“Dul bir kadına göre ağzın iyi laf yapıyor.”
Çamurlu ayaklarını kaldırarak serili olan halıların ve yünlerin üzerine koydu. Ayağıyla güzelce ezdi.
Alessi, içi yansa da ses çıkartmadı. Sonra da Sam el arabasını büyük bir gürültüyle devirdi. Alessi bu gürültüye karşı en sonunda hiddetlenerek bağırdı.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen!?”
Sam öne atılarak kadının kolunu kavradı. Çırpınsa da sıkıca sıktı kolunu. Sonra da etrafına beş kişi daha toplandı. Alessi sıkıştığını anlayınca çevresindeki insanlara medet umarcasına baktı. Ancak hepsi kafasını çevirdi.
Bir kere daha yanılmadığını hissetti içten içe. Bu insanlar hiç değişmeyecekti.
“Gel bakalım bizle. Dilin daha fazla konuşacak mı bundan sonra, görelim bakalım.” dedi.
Alessi kolunu kurtarmaya çalışırken bir yandan da “Bırak beni!” diye haykırıyordu. Kimsenin ona yardım etmeyeceğini bildiği halde medet umuyordu.
İçinde tek temenni de Rosaline bunu görmüyordu. Yoksa kızını onların elinden kurtaramazdı.
Haykırışları tüm pazar yerini inletirken Rosaline sesi duyar duymaz ayağa kalktı. Bu kargaşanın sebebini merak ederek ilerlemeye başladı.
Kalabalık sanki bir tiyatro oyunu varmış gibi merakla izliyordu. Rosa da sebebini anlamak için hızla kalabalığa doğru yürüdü. Dikkat çekici kahverengi saçları insanların gözlerine takılsa da olay daha heyecanlı olacak ki insanlar onu görmezden gelmeye başladılar.
O da tam kalabalığa dalacağı sırada bileğini yakalayan soğuk ellerle birlikte hızla arkasına döndü.
Elini yakalayan kişi kısa boylu, yüzü kırışıklar içinde bulunan, elinde de değneği olan yaşlı bir kadındı. Yüzünde farklı semboller vardı ve buruşuk elleri bileğini inanılmaz bir güç ile sıkıyordu.
Kadının kim olduğunu bilmiyordu, aklı kalabalığın izlediği olaydaydı ve kadının bırakmasını istiyordu.
Tam ağzını açacağı sırada kadın ondan önce davranarak konuşmaya başladı.
“Sen o’sun!” dedi titrek sesiyle.
Rosaline kaşlarını çattı.
“Sen beklenensin!” diye devam etti kadın.
“Yüceliğin yüce, ruhun suyun kalbi kadar saf ve temiz. Ancak etrafında gezen öyle bir karanlık var ki ilk fırsatta seni yutmaya gelecek.”
Rosaline anlamayan bakışlarla bileğini kendine doğru çekti.
“Kaderin kaderlerle çizili, kanatların olmadan uçmayı öğrenemezsin.”
Rosaline ne demek istediğini sormak için ağzını açtığı anda tekrardan onu bölen bir ses duyuldu. Bu ses tanıdıktı.
“Anne!” dedi hızla sesin geldiği tarafa dönerek.
Annesinin çığlıkları ruhunu deldi. Hemen oraya gitmeliydi.
Tekrar kadına baktığında onun çoktan kaybolduğunu gördü. Kadını umursamadan kalabalığın içine daldı ve yıkılan el arabasını görünce olduğu yerde kaldı.
Annesi orada yoktu, ama geride hunharca dağıtılmış bir harabe vardı.