1.Bölüm: Rosaline
Zümrüt ormanın kalbinde; çağlardan başlayıp, çağlayanların arasında biten sonsuz vadilerde yerleşim yerleri çok sık bulunmazdı.
Daha çok çıkan savaşlardan kaçan köylüler ve çiftçiler yaşardı. Bazıları kendilerine küçük bir kasaba kurardı, bazılarıysa alım-satım yapacağı küçük ticaret kolonileri. Ama çoğu insan savaştan kaçmak ve yeni bir hayata başlamak için çabalardı.
İnsanlık çok şey kaybetmişti. Bazıları annesini bazıları babasını, bazıları evlatlarını bazıları da sevdiklerini...
Ama hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Aynı bir tohumun toprağı yarıp, dallanarak yeni bir filiz ortaya çıkartması gibiydi. Biri yok olurken bir diğeri yeniden doğuyordu.
Buna da doğanın kendi düzeni deniliyordu.
Aynı yeni filizlenen bir tohum gibi, o da bu dünya için çok yeniydi. Derenin içinde yüzen balıkları izlerken hayatın hiçbir şekilde acımasızlığını görmemişti daha. Her şeyden bihaberdi. Zaten onun yaşında olan bir çocuğunun dünyadan bihaber olması normal değil miydi?
Arkadaşlarıyla oyun oynaması gereken kaç çocuk savaş yüzünden yetim kalmıştı? Kaç çocuk bu kocaman dünyada yalnız başına kalmıştı?
Turuncu renkli bir balığın kıvrılarak yanına geldiğini gördü. Elini soğuk derenin suyuna sokarak balığın tenine değmesine izin verdi.
Balığın içindeki o yaşam hissi onu o kadar mutlu ediyordu ki, kendini sanki balıkla bir bütünmüş gibi hissediyordu. Bu sadece balık içinde geçerli değildi, çevresinde bulunan hemen hemen her şey için öyle hissediyordu. Ormanda kimseye anlatamayacağı yaşayan bir büyü vardı sanki. Bu güzelliklerin içinde yaşamayı seviyordu.
“Rosaline! Hadi!” diye annesinin uzaktaki çağrısını duyunca ayağa kalktı.
Balığı bırakmak istemiyordu, ancak eve götürmesi gereken su kovaları vardı. Bu yüzden yanındaki dolu su kovaları alıp patika yola doğru koştu.
Güneş batarken ki o turuncu rengi ormanın üzerine yansımıştı. Hafif esen ılık rüzgâr kahverengi saçlarını dans ettirirken, minik ayakları evin patikasına ulaştı.
Çenesinin hizasında biten düz kahverengi saçlarını, küçük bir prenses gibi sallandıra sallandıra evin ahşap basamaklarını tırmandı. Elindeki kovaları yere bırakırken de buna devam etti.
“Nerede kaldın Rose? Bu yemekler susuz pişmez.”
“Biliyorum anne ama…” dedi itiraz eden sesiyle. “Bir Japon balığı gördüm. Sanki… Sanki benimle konuşuyordu anne.”
Annesi hızlı bir şekilde başını salladı.
“Evet benim minik çiçeğim, dünde bir kuşun konuştuğunu söylemiştin.”
“Ama anne…”
“Sus Rosa. Baban uyuyor. Uyanmasını istemeyiz.”
Rosaline dudaklarını birbirine bastırıp köşede duran mindere çöktü. Sessizce annesini izlemeye başladı.
Annesi küçük gelirli bir çiftçinin kızıydı. Büyük savaş olmadan önce babasıyla tanışmış ve evlenmişlerdi.
Ancak evlendiği adam Antoine savaşta ağır bir yara alarak, savaştan mahrum edilmişti. Onu tekrar evine gönderirlerken de elinden rütbesini, kimliğini her şeyini almışlardı.
O günden sonra Antoine çok değişmişti ve ailesine karşı kötü yaklaşmaya başlamıştı. Annesine göre babası düzelecekti, ancak Rosa’a göre babası korkutucuydu ve bir kız olarak doğduğu içinde, o babası için bir başarısızlıktı.
Ayaklarındaki kahverengi çarıklarını çıkartarak yere koydu. Sonra getirdiği kovaların birini annesinin yemek yaptığı ocağın yanına götürdü, öbür kovayı da temizlik ihtiyaçlarını gidermek için lavabonun yanına koydu.
Bugün fazla kirlenmişti. Minik avuçlarına su alarak yüzünü ve kollarını güzelce yıkadı.
“Rosa, ellerini yıkadın mı? Yıkadıktan sonra masaya yardım eder misin?”
Yan odadan ona seslenen annesine cevap verdikten sonra masaya yardım etmek için siniyi salonun ortasına yerleştirdi.
Rosaline’in gününün çoğu ya ormanda gezerek geçiyordu ya da annesine ev işlerinde yardım ederek. Bu durumdan da hiç şikayetçi değildi. Çünkü orman ona çok şeyler öğretiyordu.
Mesela her bir kuşun nasıl birbirlerine seslendiğini öğrenmişti. Mesela bir çiçeğin iki günde çiçeklendiğini, bir ağacın her sonbahar gelmeden ilk çıkan yapraklarını döktüğünü, hatta bir arının su içebildiğini bile görmüştü.
Bunlar onun yaşındaki bir çocuk için heyecan verici olaylardı ve bunları hiçbir şeye değişmezdi.
Masayı kurarken dışarıdan koyun sesleri gelmeye başlayınca kulaklarını havaya dikti. Bu demek oluyordu ki ağabeyi koyunları otlatmaktan dönmüştü.
Elindekileri bırakarak hızla kapıya doğru koştu. Babası ona kötü ve sert davransa da aksine ağabeyi ona iyi ve nazik davranıyordu. Onunla vakit geçirirken içinde bulunan tüm eksik duygularını tamamlıyordu.
Belki farkında değildi ama onu bir baba figürü olarak görüyordu.
İçeriye doğru bağırarak, “Anne Hardy geldi.” dedi.
Sonra da heyecanla merdivenlerden aşağıya inerek, koyunları ağıla sokan ağabeyinin yanına koştu. Ağılın kapısını kapatan Hardy, Rosa’yı görünce hafifçe gülümsedi.
Yorgun bir günün ardından onu karşılamaya gelen sevimli biri olunca aniden bütün yorgunluğu uçup gitmişti. Daha çok gülümsedi ve yanağında bulunan gamzesi kendini gösterdi.
“Hoş geldin Hardy.” dedi ellerini arkadan bağlayıp ayak parmaklarının ucunda bir ileri bir geri salınarak.
Hardy, onu karşılayan kardeşinin saçlarını karıştırdı.
“Hoş bulduk bücür.” Omzunda duran halatı çiviye astı. “Ne yaptın bugün?”
“Hiç.” dedi Rosa dudaklarını birbirine bastırarak. “Sen ne yaptın?”
“Ben de hiç.” dedi ve eve doğru yürümeye başladılar.
Evin merdivenlerine geldikten sonra Rosaline’i durdurarak, “O ne yaptı?” diye sordu.
Kimi sorduğunu çok iyi biliyordu Rosa.
Antoine, Hardy’nin bugünde koyunlarla gittiğini duyunca çıldırmıştı. Çünkü biricik oğlunun da kendisi gibi bir asker olmasını istiyordu. Krallığı için savaşsın, onurlarını geri kazansın ve tekrar eski şanlı günlerine geri dönmek istiyordu.
Ancak Hardy diğer çocuklar gibi okula gitmek, yazı yazmak ve en güzeli de çizmek istiyordu. Onun kılıç tutmak gibi ne bir hevesi ne de bir yeteneği vardı. Hatta nefret bile ediyordu, ama o huysuz adamı kim durdurabilirdi ki?
“Çok kızgındı.” dedi Rosaline fısıldayarak.
Roseline’in sözlerinden sonra yutkundu ve terleyen ellerini üzerine sildikten sonra yavaş yavaş merdivenleri tırmandı.
Hemen ardından da Rosaline geliyordu. Ağabeyinin yavaş adımlarını izlerken önüne gelen kahverengi saçlarını kulağının arkasına yerleştirdi. Birazdan kavga çıkacaktı. Umuyordu ki bu sefer o suçsuz olsun.
İkisi de içeriye girer girmez Antoine ile göz göze geldiler.
Hardy başını yere eğerek, babasına bile bakmadan direkt ellerini yıkamak için lavaboya gitti.
Rosaline’de sessizce masaya oturdu ve annesi de tam yanına oturdu. Gergin bir masanın etrafında, yine içinden çıkılmaz bir sessizlik hakimdi.
Hiçbir şey söylemeden sakince kaşığı eline aldı. Susmalıydı, çünkü konuşursa bu gece aç uyuyabilirdi. O bunu istemiyordu.
Çok süre geçmeden ağabeyi de ortama dahil oldu ve yemek boyunca kimse konuşmadı.
Ta ki yemek bitinceye ve Antoine doyuncaya kadar.
“Yarın koyunlarla gitmiyorsun.” dedi sakince Antoine. “Sen benim oğlumsun, bir soylu gibi cephede savaşmayı hak ediyorsun. Koyun çobanı olmayı değil.”
Hardy ve Rosaline hiçbir şey demeden dinlemeye devam ettiler.
Yine başlamıştı çünkü kendi soyunu övüp durmaya. Savaştan geldiğinden beridir sürekli bunları anlatıyordu ve bu olanlar on yıl öncesiydi. Daha Rosaline dünyada bile değildi.
“Hatta yarın gerçek kılıçla eğitime başlayalım. İlk başta ağır gelecek ama sonradan tutmaya alışırsın.”
Hardy ağır ağır başını salladı.
“Koyunlar ne olacak baba? Tüm geçimimiz onların üzerine.”
Adamın kısık gözleri Rosaline ile buluştu. Yüzüne yerleştirdiği o tiksinti ifadesi Rosaline’in başını eğmesine yetmişti.
Babasının ona neden kızgın olduğunu hiç anlayamamıştı. Bundan sonra da anlayacağını hiç düşünmüyordu.
“O yapsın, bütün gün aylak aylak geziyor.”
“O daha çok küçük. Tek başına otlaklarda gezemez.” dedi Alessi itiraz ederek. Antoine yumruğunu sıktı.
“Küçük mü?”
Rosaline hiçbir şey demeden içine daha çok gömüldü. Her şeye ve herkese sevgi dolan bu kız babasından delicesine korkuyordu. Onun küçücük ifadesinden bile, yaptığı şu hareketinden bile.
"Zaten istesek de koyunları aynı otlağa götüremeyiz.” diye konuyu değiştirdi Hardy. “Huysuz Esteban otlaya sahip çıktı. Yeni otlaklar aramamız lazım.”
“Vay şerefsiz!” diye kükredi Antoine. “Sonunda ihtiyar aldı otlakları. Neyse, iki gün dinlen. O sırada da kılıç tutmayı öğrenirsin.”
Gözleri Rosa’ya döndü tekrar.
“Sen de iyi yırttın fare.” dedi.
Bu hitabına karşı hiçbir şey demedi Rosa ve o an bir şeyi çok iyi anladı.
Babası ağabeyini ondan daha çok seviyordu.
***
Sabahın ilk ışıkları ormana vurur vurmaz Rosaline kendini yeşil bitkilerin arasına attı. İri, yeşilimsi ela gözleriyle doğanın her bir ayrıntısını incelemeye başladı. Sabahın o yağan çiğinin bıraktığı temiz ve rahatlatıcı kokuyu iliklerine kadar içine çekti.
İçine dolan o temiz hava, sanki taze bir naneyi koklamışçasına ciğerlerine ferahlama doldurdu. Küçük dudakları huzurun verdiği mutlulukla kıvrıldı ve kendisini kuş cıvıltılarının ortasına bıraktı.
Kuşlar sanki onun etrafında birer serenat yapıyorlarmışcasına tüm hünerlerini ortaya koymaya başladılar. Rosaline de etrafında dönerek onlara eşlik etmeye başladı. Sanki o an, o da doğadan bir parçaydı, sanki o da oraya aitti.
Çıplak ayakları parlak yeşil çimenleri ezerken neşeli sesi etrafa yayılıyordu. Kahkahaları ormanın içinde yankılanıyordu.
Gözlerini kapatarak kendini tamamen o ana teslim etti. Kendisi fark etmese de etrafına yaydığı güç ve enerji tüm hayvanları büyülemişti. Bedeninden yayılan mor güç çevresinde kalkan oluşturmuştu. Ancak gözlerini açar açmaz tüm büyü kaybolup gitmişti.
O da bir süre sonra eğlenceden uzaklaşarak evinin yolunu tutmuştu.
Uzun otları yararak, düzlüğe çıktığında eski, ahşaptan yapılmış olan evini gördü. Doğduğu ve büyüdüğü ev iki katlıydı. Alt katı koyunların eviydi, üst katta da onlar yaşıyordu. Yan tarafta ekim yaptıkları küçük bir bahçeleri vardı. Onun haricinde her yer bitkilerle, ağaçlarla ve güllerle doluydu.
Sanki cennetin ortasına yerleşmiş gibilerdi. Annesine neden buraya yerleştiklerini sorduğunda, kendisinin şehirden nefret ettiğini hatta hayalinin bir gün Zümrüt Orman’a yerleşmek olduğunu söylemişti. Rosaline de bunu destekleyerek annesine şükranlarını sunmuştu. Çünkü o da annesi gibi bu ormanı çok seviyordu.
Evininin bahçesinde iki kılıç sesinin etrafta yankılandığını duyduğunda babasının ve ağabeyinin kılıç talimine başladıklarını hemen anlamıştı. Büyük bir itina ile babası, ağabeyine tüm hareketleri gösteriyordu.
Rosaline, babasını sadece savaş konularında ve kılıç eğitiminde bu kadar tutku dolu olduğunu görmüştü. Diğer durumlarda Antoine sarsılmaz bir taş gibiydi.
O, iyi bir eş ve iyi bir baba değildi belki ama iyi bir askerdi. Belki sakatlığı olmasaydı hâlâ daha savaş meydanlarında kılıç kuşanıyor olurdu.
“Daha sert vur!” diye kükredi Antoine.
Sakatlığı olsa da hâlâ kılıç savurabiliyordu, hem de hiç zorlanmadan.
Hardy kılıcı kaldırdı ancak kılıçla birlikte o da savruldu. Öyle olunca Antoine tekrardan bağırdı.
“Düzgün tut şu kılıcı!”
Rosaline, hiç aralarına girmeyi bile tenezzül etmeden eve doğru ilerledi. Koyunların sesleri kulaklarına değdiğinde onların bir gün daha burada kapana kısılı kaldıklarını düşündü. İçten içe ruhunu huzursuzluk kapladı.
Bir yerde kapalı kalmak, hatta orası senin yuvan bile olsa insana zor geliyordu. Özgür olmayınca istediğin kadar bir yerde kal yine da hayattan zevk alamazdın. Rosaline, bir gün doğayı göremese çıldırırdı büyük ihtimalle.
Evin merdivenlerini tırmandıktan sonra iri gözleri annesini aradı. Sonra onu mutfakta bir şeyler hazırlarken gördü. Sürekli hep mutfaktaydı zaten. Sabah kalktığında da mutfaktaydı, akşam yatarken de… Ne zaman o da dışarıya çıkıp bir şeyler yapacaktı ki?
Minik adımlarıyla annesinin yanına ilerledi.
“Anne,” diye seslendi.
Alessi, minik çiçeğini görünce yüzüne tatlı bir gülümseme yerleştirdi.
“Efendim Kır Çiçeğim.”
“Ne yapıyorsun?”
Alessi, sürahinin ağzını kapatıp Rosa döndü.
“Babanlara içecek bir şeyler hazırladım. Sabahtan beri çalışıyorlar. Susamışlardır.”
Rosa hiç düşünmeden atladı.
“Ben götürürüm anne. Sen biraz dinlen.”
Alessi hiçbir şey demeden sürahiyi Rosaline’in minik ellerine bıraktı.
“Ama dikkatli götür bak!” dedi yalandan kızarak.
Rosaline uslu bir çocuk gibi başını salladı.
“Merak etme anne.”
Yüzüne yerleştirdiği sevimli gülümsemeyle Alessi mest olmuştu resmen. O sanki bir kız çocuğu değil, gününü güzelleştiren bir melek doğurmuştu da haberi yoktu. O kadar akıllı ve sevimliydi ki onu bir çiçek gibi korumak istiyordu.
Keşke kızını okula gönderebilseydi. Yaşıtları çoktan alfabeyi çözmüştü bile. Ama o buraya sıkışmış, fakir bir köylü çocuğuydu.
Kızının kahverengi saçlarını severek bir tane de öpücük bıraktı.
“Benim güzel kızım.”
Elinde olsa onu bu hayattan kurtarırdı. Çünkü onun kadar zeki biri insanlık için güzel şeyler yapabilirdi.
Rosaline, annesinden öpücüğünü aldıktan sonra az önce çıktığı merdivenlerden inerek babasının bulunduğu yere doğru geldi.
Antoine, öfkeyle sayıklayıp duruyordu. Rosaline’i görse de tepki vermedi. Çünkü Hardy onu aşırı kızdırmıştı.
“Baba, annem size içecek bir şeyler hazırlamış.” dedi kısık sesle.
Adam yan gözle kıza baksa da ses etmeden dizlerinin üzerine çöktü. Çünkü bu öfkesinin sebeplerinin bir tanesi de susuzluktu.
Ona bir bardak doldurdu ve babasını uzattı. İri gözleriyle babasının içeceği kafasına diktiğini izledikten sonra bakışlarını yere uzanmış olan ağabeyine döndürdü. O sırada Antoine, Rosaline’nin duyacağı şekilde söylendi.
“Keşke sende erkek doğsaydın, ne olurdu sanki?” Rosa, bakışlarını tekrar babasına döndürdü. “Neden güçlü bir erkek olarak doğmadın? O hiçbir halta yaramıyor. En azından senden bir şey olurdu. Bir kızdan ne asker olur ne de savaşçı.”
Bardağı Rosaline’e geri uzattı.
“Sadece satılan bir köle olur o kadar.”
Bunu hangi sebeple söylediğini anlamasa da Rosa dolan gözlerini ondan çekerek ağabeyine doğru döndü.
Minik adımları hızlıca ağabeyine ulaştığında, hemen yanına oturdu. Sürahiyi ve bardağı bırakırken akan gözyaşlarını sildi.
“Ne oldu bücür?” diye sordu Hardy ağladığını fark ederek.
Rosaline, sessizce akan gözyaşlarını elinin tersiyle sildi.
“Neden babam beni sevmiyor Hardy?” Burnunu çekti. “Ben kız olarak doğduğum için mi?”
“Hayır Rosa,” dedi onu durdurarak. “Bu kötü dünya için fazla güçsüz ve iyi kalpli olduğun için.”
“Ben neden güçlü doğmadım Hardy?”
“Hey hey…” dedi hemen kardeşinin ellerini kavrayarak. “Öyle söylemek istemedim.”
Ağlayan kardeşinin göz yaşlarını sildi.
“Ağlama artık, hem ağlamaya devam edersen sana onu göstermem.” diyerek onu telkin etmeye çalıştı.
“Neyi?” dedi Rosaline gözyaşlarını tekrar silerken. “Ne göstereceksin?”
Kardeşinin ilgisini hemen başka tarafa çeken Hardy, çime doğru eğildi.
“Hiç hayatında tırtıl gördün mü?”
“Tırtıl mı?”
“Hı hı,” dedi onu onaylayarak.
“Az önceden beri onu izliyordum.”
Rosaline, ağabeyinin gösterdiği tarafa baktığında otun üzerinde ilerleyen kahverengi, tüylü ve çirkin bir böcek gördü. Vücudu uzundu ve ilerlerken, ilk başta ön kısmı sonra arka kısmı ilerliyordu.
Tırtılı görünce yüzünü ekşitti.
“Iy, ama bu böcek çok çirkin!”
Hardy, kardeşinin bu tepkisine karşın gülmeden edemedi. Çünkü az önce sulu göz olan ve kendini sorgulayan o bücür, şimdi bir tırtıla laf atıyordu. Kardeşini de bu yüzden çok seviyordu ya işte. En zor anda onu hep güldürebiliyordu.
“Hayır, o çok yakında bir kelebek olacak.”
“Bu şey mi? Ama kelebekler çok güzel.”
Rosa kelebekleri çok severdi. Renkleri ve kanatlarındaki desenler hep onu büyülemişti ama onların bu böcek olduğunu hiçbir zaman düşünmemişti. Hem öyle bir şey mümkün olamazdı da zaten. Çünkü bu böcek çok çirkindi, kelebekler ise çok güzel.
“Evet ama kelebekler hayata ilk bu halde başlar Rosa. Bu tırtıl ilk başta böyledir. Tüylü, kahverengi ya da yeşildir. Sadece taze bitkileri yer ve yavaş yavaş gelişir. Sonra kendisine güzel bir yer bulup oraya yerleşir. Kendisine koza örüp onun içinde bekler. Sonra da o kozayı açıp içinden kanatlı bir şekilde çıkar. Sen de öylesin Rosa. Büyüdükçe ve geliştikçe güçlü olacaksın ve senin de bir gün çok güzel kanatların olacak. Sadece şu an daha yeni doğmuş bir tırtılsın. Bu kaos dolu dünyaya göre fazla masumsun.”
Rosaline, yavaşça başını sallayarak gözlerini tümüyle tırtıla kilitledi ve o an sadece dünyası o tırtıl oldu. Ondan sonrasında ise sadece o ve tırtıl vardı.
Ağabeyi bile bulanıklaşan gölgeye dönüşmüştü. Rosa’ya seslense de yanından çekip gitse de Rosaline bunların hiçbirini umursamadı. Çünkü o çirkin tırtılın gerçek hikayesini öğrenmek istiyordu. Sadece evrenin ondan var olmasını istiyordu.
Kahverengi tırtıl otun üzerinde kendine güzel bir yer bulduktan sonra, kendini aşağıya doğru sallandırdı. Sonra etrafına sıvı bir şekilde kozasını sarmaya başladı.
Bu olan şeyler on saniyelik ya da bir dakikalık olaylar değildi. Olana kadar saatler sürmüştü. Gün değişip hava kararmaya başladığında bile o tırtılın başından ayrılmadan, tırtılın kendi etrafında koza örüşünü izledi.
Bu durum Alessi’nin gelip Rosa’yı zorla elinden tutup eve götürmesine kadar da sürmüştü.
Yine sabahın ilk ışıklarında kendini dışarıya attı ama bu sefer, ormanın içinde turlamak yerine direkt tırtılın yanına gitti.
Tırtılın kozası bitmiş ve kendi kabuğuna çoktan çekilmişti. Usulca uzanarak kozayı incelemeye başladı.
İlk günkü heyecanı hala devam ediyordu ve o kozanın içindeki şeyi çok merak ediyordu. O dışarıya çıkana kadar da bekleyecekti.
Kızını uzaktan izleyen Alessi, saatlerdir aynı yerde duran kızının yine kendi dünyasına kapandığını gördü.
Küçük bir kız olsa da kocaman bir hayal dünyasına sahipti. Sanki kendine yeni bir evren oluşturabiliyordu. Bu durumda az da olsa onu çocuk yapıyordu. Yaşıtlarına göre fazla uysal ve olgun bir çocuktu. Onu böyle görmek Alessi’yi mutlu ediyordu.
Kılıç seslerinin ve bağrışma seslerinin duyulmasıyla birlikte Alessi, birbirlerine bağıran iki adama döndü. Biri oğlu, diğeri de kocasıydı.
Antoine yine öfkeliydi. Hatta o kadar öfkeliydi ki oğluna sert bir tokat bile atmıştı. Rosaline bunu fark etmemişti ama Alessi onun bunu görmesi endişesiyle dışarıya çıkmak için hareketlendiğinde, Hardy’nin öfkeyle içeriye girdiğini gördü.
“Ne oldu?” diye soramadan Hardy direkt odaya girdi ve sertçe kapıyı yüzüne kapattı.
Hemen ardından Antoine de geldi.
“Ne demek bana karşı gelirsin?”
Sesi öfkesini gösterircesine arttı.
“Senin için çok iyi bir gelecek hazırlayacaktım ama sen zenginler gibi okula gitmek istediğini söylüyorsun! Seni işe yaramaz herif!” diye öfkeyle kükremeye devam etti. Alessi onu sakinleştirmek için yaklaştı.
“Sakin ol, o daha hazır değil belli ki.”
Antoine’nin gözleri Alessi’ye döndü.
“Bunu hep sen böyle şımartıyorsun.”
Alessi’nin bileklerinden yakaladı.
“Hepsi senin yüzünden.” dedi ve bu sefer Alessi’nin yüzüne tokadı geçirdi.
“Beceriksiz karı! Bana doğru düzgün bir evlat bile doğuramadın!”
Alessi savrularak yere düştü ve dolan gözlerini kaldırarak öfkeli eşine baktı. İçinde büyüyen acı ve ızdırapla kendini sorgulamaya başladı.
Ona verdiği emeklerin tek karşılığı bu muydu? Tüm zor zamanlarında yanında olmuştu, şimdi oğlu böyle yapıyor diye neden o acı çekiyordu?
Acılı gözlerin farkına varan Antoine eline baktı. Sonra da arkasını dönerek kapıya doğru döndü. Tam dışarıya çıktığı anda kahkaha sesleri yükseldi. O kadar içten bir kahkaha sesi geliyordu ki, içerideki öfkeyi bastırıyordu. Az önce onu yiyip bitiren büyük öfkesi o kahkahayla birlikte dağılmıştı.
Aynı şekilde Alessi ve Hardy’de bu kahkaha sesini duymuştu. Onlar da dışarıya doğru ilerlediler ve bu neşeli çocuk kahkahasının sebebini görmek istediler.
Bu ses Rosaline’den geliyordu. Etrafında yüzlerce kelebek dans ediyor, mor ışıklar sanki kendi eksenini oluşturmuş gezegenler gibi çevresinde dönüyordu. O güldükçe ışığı daha çok parlıyordu. Parladıkça huzur her yere yayılıyordu.
O bir mucizeydi, hem de beklenilen büyük bir mucize…
“Rosa… Sen…”
Nutku tutulan Antoine kızının gücü karşısında hayrete düştü. Alessi ve Hardy de aynı hayretle Rosa’ya bakmayı sürdürdüler.
En sonunda Rosaline’in onları fark etmesiyle tüm ışıklar söndü, ancak o yüzündeki heyecan aynı yerinde duruyordu. O ışıltılı ve mutlu ifadesiyle birlikte ağabeyinin şaşkın gözlerinin içine bakarak gülümsedi.
“Hardy, sen haklıydın! Bak! O bir kelebek oldu!”