**20 yıl önce**
Gün daha yeni aydınlanıyordu, kargalar gökyüzünde daireler çizerken sisin kalkması tüm vahşeti göstermişti.
Bulanık sis, sonunda kan cehenneminin gerçek olduğunu orada bulunanlara kanıtlamıştı. Yoğun metalik kokusu burunlarının direklerini sızlatırken, orada sadece yaralı askerlerin acı çığlıkları duyuluyordu. Kargaların çirkin ötüşleri de bu sese eşlik ediyordu.
Sertçe kaşlarını çatarak vahşetin yaşandığı Dorilla Ovasını izledi.
İki krallığın savaştığı Dorilla Ovası, stratejik açıdan büyük bir önem taşıyordu. Bu yüzden ovaya kim hakimse o kazanmıştı savaşı.
O da İmperia Krallığı’ydı. Komutanları sayesinde bu stratejik ovayı ele geçirmişti. Şimdi ise onurlu komutanlar kazandıkları zaferi izliyorlardı.
“Aferin Antoine!” dedi Başkomutan Zora. “Bunu senin planın olmadan başaramazdık.”
Antoine, tüm vaktini, çabasını ve emeğini bu savaşa adamıştı. Her şekilde bu stratejik bölgeyi incelemiş, savaşı nasıl ve nerede, ne şekilde kazanacağını hesaplamıştı.
Ancak bunu tek yapmamıştı. Diğerlerinin de ona katkısı olmasa asla bu planı gerçekleştiremezdi.
“Planda hepimiz vardık komutanım. Ben ve diğer komutanlar…”
“Olsun Antoine! Bunu krala anlatacağım. Senin hakkında çok şey bilmeli.” dedi Başkomutan Zora.
Emmanuel, bir adım atıp başkomutanın neşesini destekleyen bir ifadeyle araya girdi.
“Evet Komutanım. Sizin sayenizde oldu.”
Emmanuel, Antoine’den daha gençti ve bu mertebeye soyu sayesinde yerleşmişti. Buradaki birçok komutan öyle gelmişti ama Antoine farklıydı.
Onun babası da soyluydu ancak en büyük emeği Antoine kendisine vermişti. Sıkı bir şekilde bu rütbeye erişinceye kadar çalışmıştı. Bu rütbede birçok savaşı kazanıştı. Bu savaşla birlikte de bir tane daha zafer eklemişti hayatına.
Gerinerek kendine geldi Antoine.
“Yeter artık bu kadar. Hadi bir şeyler içip bunu kutlayalım.” dedi neşeli ve bir o kadar da sert sesiyle.
Zora bu haline gülümseyip başını salladı.
“Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi övgüleri kabul etmemekten?”
Antoine de gülümsedi.
“Ben Kralımız için savaşırım. Bütün övgüler Kralımıza!”
“Kralımıza!” diye hep bir ağızdan bağırdı komutanlar.
Hepsi yüzlerindeki zafer gülümsemeleriyle içmeye, yemek yemeğe ve eğlenmeye gittiler.
Ancak öngörülmeyen şeyler her savaşta oluyordu.
O savaşta olmasa da Spillan Krallığı rövanş için tekrar Dorilla Ovası’nın kapısına dayanmıştı. Kral, bu sefer şahsen o savaşa gelmişti ve iki krallığın kaderi o gün orada çizilecekti.
Tüm komutanlar haritaya odaklı bir şekilde savaşın merkezini tartışırken, Kral en başta olup biteni izliyordu. Savaşın en önemli noktasını komutanlar aktarıyordu.
Ancak Antoine sesini çıkartmadan bir köşede olan bitenleri izliyordu. Sanki savaşın şeklini zihninde tartmaya çalışıyordu.
Tabii savaşı düşünürken aklına arada sırada onu bekleyen hamile karısı da gelmeden durmuyordu. Bir şeyi tartarken hep karşısına çıkıyordu. Merak içindeydi.
Acaba ne oldu? Nasıllardı? İyiler miydi?
En sonunda bu durumdan sıkılarak hareketlendi. Ancak son anda omzuna koyulan el ile olduğu yerde durmak zorunda kaldı.
“Komutan Antoine. Size bir mektup geldi.”
Haritada birleşmiş olan bütün gözler bir anda Antoine’ye dönünce mektubu eline almak zorunda kaldı. Çekinceli bir şekilde kralına ve komutanına baktı.
“Hadi aç bakalım Antoine. Önümüz savaş, ne olacağını bilemeyiz.” diyerek onun çekincesini sona erdirdi Zora.
O da dediği gibi yaptı. Mektubu açarak yazılanları okudu. Kısa süren bir sessizlikten sonra sevinçli bir şekilde gözlerini kaldırdı.
“Bir oğlum olmuş!”
“Heyt be!” diyerek kollarını açtı Zora ve en sevdiği komutanına sarıldı.
Diğerleri de teker teker ona eşlik etti ancak Kral bu durumdan memnun olmamıştı. Öksürerek etraftaki sevinç nidalarını dağıttı.
“Önümüzde bir savaş var. Toparlanın!”
Komutanlar, kralının sözünü dinleyerek o masaya tekrar toplandılar.
“Eğer bu savaşı kazanmazsak oğlunun yaşayacak bir evi olmayacak!” dedi Kral ve Antoine’nin gözlerinin içine baktı.
Antoine, hemen gözlerini indirerek Kralına saygısını gösterdi.
Elini de göğsüne vurarak, “Emredersiniz Kralım!” dedi ve tekrar haritaya döndüler.
Plan çok açıktı. Dorilla Ovasını, Spillan Krallığı asla ama asla geçmemeliydi. Eğer geçerse tüm yolu açıktı ve direkt hedefi İmperia Krallığının başkenti olan İsperia’ya ya olurdu. Bu yüzden Spillan krallığını en yakın zamanda durdurmalılardı.
Haritadan bir şey çıkmayacağını anlayan Antoine kılıcını aldı ve kendinden emin bir şekilde oradan ayrıldı. Askerlere atını getirmesini emredip beklemeye başladı.
Aklına bir fikir gelmişti ama onun için bir kez daha Dorilla Ovasının yeryüzü şekillerine bakması gerekiyordu. Bir şeyi hesaba katacaktı. Görmeden yapamazdı.
Kısa bir süre sonra atı önüne gelince hiç düşünmeden bindi ve atını o yöne doğru sürmeye başladı.
Atını hızla Dorilla Ovasının net gözüktüğü alana sürdüğünde hava ikindi vaktini geçmişti. Manzaranın gösterdiği etkiye göre de planını yapmaya başlamıştı.
Ova iki dik yamacın ortasında kalıyordu. Gizemli gibi gözüken ama tüm devletlerin bildiği bu ovaya direkt kılıçlarla değil de başka bir şeyle saldırsalar, o zaman ne olurdu?
Zihninde bunu kurmaya çalışırken kulaklarına bir at sesi daha geldi. Hızlıca arkasına döndüğünde Emmanuel’le karşılaşmıştı.
“Komutan Antoine, burada ne yapıyorsunuz?”
“Asıl sen burada ne yapıyorsun Komutan Emmanuel?”
“Öyle hızlıca çıkınca merak ettim ve sizi takip ettim. Başınıza bir şey gelmesinden korktum komutanım.” dedi sakince.
“Yoksa gizli bir şey mi yapıyordunuz? Sizi rahatsız mı ettim efendim?”
Antoine, biraz şüphelendikten sonra bunun yersiz olduğunu düşünerek başını salladı. O sonuçta yıllarca omuz omuza çarpıştığı komutanlardan biriydi. Merak ederek peşinden geldiğini varsaymak en doğrusu olacaktı.
Yönünü tekrar ovaya çevirdiğinde gün kızıllaşmıştı.
“Eğer bir sorunda çıkış yönü bulamıyorsan Emmanuel, sorunun kendisine bakacaksın.” Elini uzattı ve dağları gösterdi.
“Burası bir kafes gibi. Eğer suyun yolunu kesersek diğer tarafa akamaz.” dedi.
Emmanuel kaşlarını çatarak gösterdiği yere baktı. Orası bir geçiş yeriydi ve üzeri kayalarla kaplıydı.
Tekrar Antoine’ye döndü.
“Yani yolu kapatacaksınız.”
“Hayır,” dedi gerinerek. “Daha iyisi, onları kapana sıkıştıracağız.”
Atıyla birlikte döndü ve “Deh!” diyerek atına yön verdi.
O önde Emmanuel arkada ilerlerken hava kararmak üzereydi. Vardıklarında ise hava çoktan kararmıştı.
Atından inen Antoine hemen başkomutanın yanına gitmek için sabırsızlanırken Emmanuel’de tam tersine rahat ve dikkatliydi. Emmanuel’de atından indikten sonra asker gelip atları aldı. Ancak etrafta sebebi belli olmayan bir sessizlik vardı.
Bunun nedenini anlamasa da çadıra doğru ilerlemeye başladı. Tam çadıra vardığında önüne askerleri eğlendirmesi için getirilen cariyelerden biri çıktı.
Kaşlarını çatarak önünü kesen kadına baktı.
“Ne istiyorsun kadın?” dedi öfkeyle.
Önemli bir işteyken önünü kesenlerden nefret ederdi. Bitirmesi için sabırsızlıkla kadını beklemeye başladı.
“Aman efendim, ben sadece size içecek bir şey ikram etmek istemiştim.”
“İstemez!” dedi Antoine.
Emmanuel araya girdi.
“Bütün gün bir şey içmediniz Komutan Antoine. İçmek iyi gelecek. Bana da koy.” diyerek öne atıldı ve cariye bardağı doldurdu. Aynı şekilde Antoine’ye de doldurdu.
“Bugün bütün askerlerin şerefine Kral dağıtmamızı istedi.” dedi kadın. “Siz içmeseniz olmazdı.”
Antoine, kadının dediklerini umursamadan bardağı eline aldı. Sonra da Emmanuel’e baktı. O da dudaklarına doğru bardağı getiriyordu.
Vakit kaybetmemek için bundan cesaret alarak tüm bardağı kafasına dikti ve tekrar kadına verdi. Sonra da çadıra gitmek için ilerledi.
Ancak hesaba katmadığı bir şey vardı.
Emmanuel, o içkiyi içmemişti. Antoine’nin içtiğini görür görmez içkiyi yere dökmüştü.
Hafifçe gülümseyerek Antoine’nin sendelemesini izledi. Kısa bir süre sonra da Antoine yere devrildi.
O sıradan bir içki değildi.
O bir zehirdi.
Yere devrilen Antoine ne olduğunu anlamadan orada bilincini kaybetmişti.
Başına giden cariye ve Emmanuel, yüce komutanın bu zavallı haline acıyarak güldüler.
“Aferin sana. Tam vaktinde…” diyerek küçük zaferini kutladı Emmanuel.
“Şimdi ne yapacaksınız?” dedi cariye. “Onu öldürecek misiniz?”
“Hayır, amacım onu öldürmek değil. Küçük ama onun için büyük bir şey, bunca yıllık başarısını ve onurunu yerle bir edecek bir şey olacak.”
Ellerini beline koydu.
“Kimsenin istemeyeceği kadar büyük…”
***
Gün ağarır ağarmaz bir çığlık koptu ahırdan. Acı acı bağıran bir adamın sesi herkesi çadırından edecek kadar büyüktü.
Koşarak sesin olduğu yere giden askerler gördükleriyle şok olmuşlardı. Çünkü kimsenin yıkamayacağı sanılan Komutan Antoine, yerde kanlar içinde yatıyordu.
“Koşun!” dedi askerler ve hep birlikte Antoine’yi kaldırdılar.
Acıyla inleyen Antoine, karnındaki bıçak yarasını umursamıyordu bile. Tek derdi ayağıydı.
“Ayağım!”
Sesi tüm askeriyeyi inletti.
“Ayağım çok kötü!”
Başkomutan Zora Antoine’nin sesini duyar duymaz çadırından hızlıca çıktı.
Askerler sedyeyle Antoine’yi revire götürmek için yarı yola kadar gelmişlerdi. Kalabalığı yararak Antoine’ye ulaştı. Yüzü terden sırılsıklam, bacağı ve gövdesi kanlar içerisindeydi.
“Antoine! Evlat! Ne oldu sana?”
“Bilmiyorum! Kahretsin bilmiyorum!”
Zora, en iyi askerini o halde görünce yumruklarını sıktı ve askerlere bağırdı.
“Çabuk onu revire götürün!”
Sonra diğer askerlere döndü.
“Bir komutana saldırı oldu! Onun meçhulleri bulunmadan bu savaş başlamayacak!” diyerek askerlerine emirlerini iletti.
Ancak kalabalığın içinde sadece askerler yoktu.
“Ne demek bu savaş olmayacak!”
Bir anda Kralın sesi duyulunca askerler kenara çekildiler. Kral tam Zora’nın önünde durmuştu. Onunda öfkeyle kaşları çatılmıştı ancak vücudundaki asillik öfkesini göstermiyordu.
“O bir hain! Hain için asla bir savaşı durdurmayacağım!”
“Ne demek istiyorsunuz Kralım? Antoine bizim en iyi komutanlarımızdan biridir. O bir hain olamaz.” dedi Zora itiraz ederek.
Çok geçmeden de diğer komutanlar Zora’nın yanında saf tuttular. Hepsi bir ağızdan bunun doğru olmadığını savunuyordu.
Ancak Kral elini kaldırmasıyla bütün bu gürültü kayboldu.
“Görgü tanıkları var. Emmanuel gelip bana akşam her şeyi anlattı.”
Emmanuel ortaya çıkarak kendini gösterdi.
“Evet Kralım. Gece iki asker beni buldu. Bir grup askerle birlikte durumu araştırdık ve cephanelikte gezindiğini ve sürekli bir şeyler aradığını görmüşler. Sebebini merak edip takip ettiklerinde onun kendini yaraladığını görmüşler. Durdurmaya çalışmışlar ama Antoine onlara da saldırmış.”
“Neden beni, başkomutanı bulmamışlarda sana söylemişler Emmanuel? Ben neye duruyorum burada!” diye öfkeyle kükredi Zora.
Emmanuel askerleri ortaya çıkarttı.
“Söyleyin tüm gerçekleri. Ben ona hayran biri olarak böyle bir şey yapmasını hiç beklemezdim ama…” dedi askerlere dönerek.
“Hadi duyduklarınızı anlatın.”
Bir asker bunu duyar duymaz hemen öne çıktı.
“Evet, Kralım. Her şey doğru. ‘Oğlum oldu, ben burada duramam. Gitmem gerek!’ diyerek kendi kendine söyleniyordu.” dedi ve geri çekildi.
Ardından başka bir asker öne çıktı.
“Sonra bir bıçak aldı ve karnına saplamaya çalıştı. Onu durdurmak için atıldık ancak bizi de öldüreceğini söyleyerek bizi kovdu.”
Bir diğeri çıktı bu sefer öne.
“Sonra biz de onu orada bırakmak zorunda kaldık ve önümüze ilk çıkan komutana durumu anlatmak zorundaydık.”
“Affedin bizi Komutanım.” dedi başka bir asker. “Size söyleyecektik ama onu bulmadan söylemeyelim dedik.”
Askerlerin hepsi aynı şeyin üzerine ısrarla durunca Zora’nın da inanmaktan başka şansı kalmamıştı. Kraldan şüphe duyduğu için özür dileyerek soluğu Antoine’nin yanında aldı.
Yarası sarılan Antoine gayet sağlıklı duruyordu. Bu da Emmanuel’in anlattıklarını kanıtlar nitelikteydi. Yavaş yavaş adımlayarak evladı gibi sevdiği komutanının yanına geldi.
Antoine meraklı gözlerle Zora’ya baktı.
“Ne oldu efendim? Buldunuz mu sorumluları?”
Zora onunla muhatap olmadan şifacıya döndü.
“Nesi varmış?”
Antoine, şaşkınlıkla başkomutanına baktı ve şifacının dediklerini dinlemeye başladı.
“Efendim, Komutan Antoine karnından hafif bir şekilde yaralanmış. Çok kan kaybetmemiş ama ayağı için bunu söyleyemem. Ne yazık ki, o ayakla bir daha asla hiçbir savaşa katılamaz.”
“Ne diyorsun sen?” diye bağırarak ayağa kalktı Antoine.
Ancak ayağı hareket etmesine izin vermeyerek onu tekrar yerine oturtturdu.
“Bir daha savaşamayacak mıyım? Bu olmaz! Savaş benim hayatım! Kabul edemem bunu!”
“Yeni oyunun bu mu Antoine?” diyerek hayal kırıklığıyla başını salladı Zora. “Baban seni bana verdiğinde çok umutluydu. Ama böyle bir şerefsiz olduğunu bilseydi asla seni bana teslim etmezdi.”
Yumruğunu sıktı.
“Beni hayal kırıklığına uğrattın evlat. Yazıklar olsun sana!” diyerek arkasını döndü.
Antoine, neler olup bittiğini anlamadan ayağa kalkmaya çalıştı.
“Neler oluyor? Bu ne demek? Ben hiçbir şey yapmadım? Zora! Bir şey söyle!”
Ancak Zora onu orada bırakıp gitmişti. Antoine büyük bir acıyla ve kalbinde oluşan ağrıyla orada öylece kalakalmıştı. Krallığı için onca yıl mücadele ettikten sonra ona aniden sırtını dönmüşlerdi.
Onurlu yaşayan bir komutan olmak için karısını, annesini ve babasını geride bırakmıştı. Şimdi ise ona böyle muamele yapmaları bir de sebebini bilmeden böyle yapmaları, onu içten içe çok yaralamıştı ve kalbinde kocaman bir hasara neden olmuştu.
Şifacının dediğine göre bu gidişle erken ölecekti. O böyle ölümü değil, savaşarak ölmeyi istiyordu. Bu hak ettiği tavır değildi. O nerede yanlış yapmıştı da bunlar olmuştu?
Bunun cevabını belki hiç öğrenemeyecekti ama bunun acısıyla ömrünü sürdüreceği önceden kaderine yazılmıştı. Onun için özel yapılmış değneklerle günlerce komutanının gelmesini beklemişti.
En sonunda zafer nidaları atıldığında savaşı kazandığını orada anlamıştı.
Beklediği ordu zaferle geri döndüğünde onu hiç mutlu bir son karşılamıyordu. Hatta Zora’nın neden ona öyle davrandığını öğrendiğinde iş işten geçmişti.
“Bu doğru değil! Ben o gece ne olduğunu hatırlamıyorum, tek hatırladığım Emmanuel oradaydı ve bir kadın vardı. Sonra… Sonra…”
“Yeter!” dedi Kral bağırarak. “Senin yalanlarını artık dinlemeyeceğim. Savaştan kaçmanın cezası ölümdür.”
Emmanuel, tekrar aniden ortaya çıkarak Kralının huzuruna geçti. Antoine neler olduğunu anlamıyordu bile.
Ne ara ölüm emri alacak kadar kötü bir şey yapmıştı o? Neden o günle alakalı hiçbir şey hatırlamıyordu? O ne yapmıştı da Tanrılar ona böyle bir ceza vermişti?
“Kralım,” dedi Emmanuel. “Ne kadar savaştan kaçsa da o bunun öncesinde zaferler kazanmış bir komutandı. Bir de onu evde bekleyen masum karısı ve oğlu var. Onun yerine başka bir ceza verseniz.”
Kral, ayağa kalktı ve ellerini arkada birleştirdi.
“Sana itimadım tam Emmanuel. Ne de olsa savaşı senin sayende kazandık. Dinle Antoine! Sen savaştan kaçarken o tam tersine kaçmayarak kralını ve ülkesini zafere taşıdı.”
Emmanuel, övgüyü büyük bir gururla selamladı.
“Hayır kralım bu övgü bana değil, size… Ben Kralımız için savaşırım, bütün övgüler Kralımıza!”
Yere yüz üstü kapaklanmış olan Antoine aniden Emmanuel’e döndü. Hala yerdeydi ancak büyük bir hayretle ve uğramış olduğu iftiranın farkına vararak yok edicisine baktı.
Bu söz onundu. Bu onur onundu. Onurunu çalmıştı. Ama elden ne gelirdi ki?
En büyük darbe yakınından gelmişti. Bunca zaman bunu nasıl göremedi?
“Ne diyorsun sen?” dedi Antoine.
Emmanuel ona bakarak gülümsedi. O zaman Antoine kaybettiğini anladı.
“Bir komutan en zor zamanda bir çıkış yolu bulabilendir. O ovayı düşmanlarını tuzağa düşürmek için kullandı ve krallığını zafere taşıdı. Eğer o olmasaydı çoktan kaybetmiştik.” dedi Kral.
Ama o fikir Antoine’nindi…
Kral, tam Antoine’nin önünde durarak, “Rütben, şerefin ve onurun artık seninle değil Antoine. Onursuz bir hain olarak yaşayacaksın! Seni krallığımdan sürüyorum. Ailen artık benim krallığımdan değil!”
“Bunu yapmayın.” dedi Antoine kralına yalvarırcasına. “Lütfen bana inanın! Lütfen…”
Kralının ayaklarına kapanıp af dilese de söz bir kere ağızdan çıkmıştı. Antoine krallıktan sürülmüştü. Orayı terk etmeden önce Emmanuel’i bulup yakasına yapışmıştı.
“Seni pislik!” demişti öfkeyle. “Sen planladın! Benim onurumu sen çaldın!”
Yakasına yapıştı.
“Benim planımı çaldın, benim sözlerimi çaldın.”
Emmanuel, yüzündeki zafer gülümsemesiyle birlikte Antoine’nin ellerinden kurtularak onu bir köşeye fırlattı. Eski gücü ve dayanıklılığı olsaydı asla Antoine savrulmazdı. Ama şimdi o eski halinden bir eser yoktu.
“Eeeh, hem senin hayatını kurtardım hem de böyle mi tepki alıyorum? Hadi özgürsün, piçinin ve orospu karının yanına git!”
Antoine sakat ayakla birlikte ayağa kalkmaya çalıştı.
“Benim karıma ve çocuğuma öyle diyemezsin seni alçak herif!”
Ayağa tam kalkacakken askerler kollarından yakaladıkları gibi onu olduğu yere sabitlediler.
“Hala bana saldırmaya çalışıyorsun. Sen artık hiçbir şeysin Antoine! Senin yere yıkılışın benim zaferim oldu.”
“Neden?” dedi Antoine bir cevap beklercesine.
Emmanuel, yerine oturdu ve kahkaha attı.
“Neden mi? Nedeni şu. Sen benim rütbemde duruyordun. En yükseğe ulaşmak için bazı şeyleri yok etmen gerekir. Şimdi kaybol gözümün önünden! Bir hainle konuşacak bir şeyim yok benim.”
O günden sonra kimseye güvenmedi Antoine. Ona gelenleri dışladı, sevgiyle yaklaşanları kendinden uzaklaştırdı. Karısını bile…
Oğlunu sevemedi, sırf onu zehirleyen bir kadın diye kızından hep nefret etti. Akıl hocası olan Zora onu görmezden geldi. Tekrar nasıl onurunu kazanacağını sorunca da tek bir cevap aldı.
“Oğlunu eğit, zafer kazansın. İşte o zaman tekrar onurunu geri alabilirsin.”
İşte bunca zaman bunun için çabalamıştı Antoine. Bunun için her şeyden ve herkesten nefret etti. Her şeyi sorguladı. O günü tekrar tekrar yaşadı. Kâbusları peşini bırakmadı. Tek bir rahat günü olmadı.
Ta ki nefret ettiği kızı Rosaline ilk büyülü okunu hedef tahtasına fırlatana kadar.
O gün bir şey gördü. Hem kızında hem de kendinde…
Bu bir onur değildi belki ama daha yüce bir şeydi. Tanrı, onu iftirayla sınamıştı, sınavının karşılığı olarak ona umut vadeden bir kız göndermişti.
Rosaline çok büyük bir şey olacaktı. Çok onurlu, çok yüce olacaktı. Bunu fark ettiğindeyse, kalbine ve ruhuna huzur gelmişti. Bu huzur onu sonsuzluğa taşıyacaktı.
Kızına verdiği kılıcı sırtlanarak hevesli bir şekilde eve geldi. Yüzündeki gülümseme gördüklerine bir umut olmuştu.
Merdivenlerden ağır ağır çıkarken de kızının gücünü düşünüyordu. Onu daha iyi eğitmeliydi. Ya da ortaya çıkmaya hazırdı.
Evet, o artık tüm herkesin göreceği kadar gelişmişti. Gücünü ve büyüsünü herkes görmeliydi. O umut vadeden biriydi.
Merdivenleri bitirir bitirmez eve girdi ve karısına seslendi.
“Alessi!”
“Odadayım.” dedi Alessi sakince.
Antoine odaya girdiğinde karısı yatakta otururken upuzun siyah saçlarını salmış, yavaş yavaş saçlarını tarıyordu.
Onu görünce hala ilk âşık olduğu günkü kadar güzel ve asil olduğunu gördü. Yıllarca gözlerine çektiği perde aniden açılmıştı sanki. Çünkü artık her şeyi yirmi yıl öncesi kadar açık ve net görüyordu.
Karısına baktıktan sonra elindeki kılıcı duvarındaki yerine koymak için kaldırdı. Duvara koyarken Alessi onun yüzündeki gülümsemeyi ve heyecanı izliyordu. Kocasını yıllar sonra ilk defa bu kadar neşeli görüyordu.
“Antoine, iyi misin?”
“Hiç olmadığım kadar.” dedi Antoine kılıcı yerleştirirken. “Sonunda istediğim gerçekleşti.”
“Nedir o?” dedi Alessi uzun siyah saçlarını tararken.
“Kızımız.” diyerek Alessi’ye döndü. “Bugün ilk sihrini yaptı. Onu görmeliydin Alessi.”
Kılıcı bıraktı ve heyecanlı konuşmasına devam etti.
“O basit bir büyücü değil Alessi. O elinde sihri tutarken başka bir şeye benziyordu.”
Durakladı.
“Mor sihir vardı. Etrafa yaydığı ışık o kadar farklıydı ki, ona bakarken sanki Tanrı’yla karşılaşmışım gibi hissettim.”
Alessi, merakla kaşlarını çattı ve kocasının sözlerini tartmaya çalıştı.
“Sen ne demek istiyorsun? O bir Tanrı mı?”
“Bilmiyorum ama o sandığımızdan daha büyük bir şey. Yakında onu tüm dünya görecek.” diyerek yanına oturdu.
Ellerine dizlerinin üzerine koyarak derin ve rahat bir nefes aldı.
“Bunca zaman Tanrı beni iftirayla cezalandırdı diye çok kızgındım. Ancak şimdi bize bir lütuf gönderdiğini biliyorum.”
Alessi’nin elini tuttu.
“Eğer bana bir şey olursa, onu krallığa götür. Kralın onu görmesi ve onu hak ettiğimiz yere yerleştirmesini sağla. Bu dünyada tek kalan ve son güvendiğim kişi sizlersiniz.”
Alessi, elini Antoine’nin elinin üzerine koydu.
“Bunu sen kendinde yapabilirsin Antoine. Onun babası sensin. Sen bizim direğimizsin.” diyerek kocasının omzuna başını yerleştirdi. “Senin bu halini çok özlemişim.”
Karısının çenesini tuttu ve başını kaldırarak gözlerinin içine baktı.
“Bunu bana değil, Rosaline söyle.”
Siyah saçlarını sevdi.
“Her zamanki gibi çok güzelsin.”
Alessi’nin gözlerinin içine vedalaşır gibi bakmıştı sanki. Onu sanki son görüşü gibi…
Onun dudaklarına dudaklarını değdirdi ve öptü. Son öpüşüydü bu. Son dokunuşu, son hissedişi, son içine girişiydi. Zevk kıvılcımları, evlendikleri ilk günkü gibiydi sanki. İlk birbirlerine sahip oluşları gibiydi.
Ve ilki olduğu kadar da sonuydu da…
Sonra aniden kalbine sancılı bir acı girdi Antoine’nin.
Öyle bir sıkmıştı ki kalbini o acı, nefesini ve tüm kan akışını kesmişti. İnce ve ani ölüm onu kucaklamıştı.
İşte bir komutanın onuru böyle son bulmuştu.
Geriyeyse kederli bir eş ve iki evlat bırakmıştı…