Bir umut doğduğunda, karanlık sis parlak ışıkla dağıldığında insanlık için yeni bir tarih başlamıştı.
Evrende olan biten kaosun sorumluları birer birer kaybolurlarken, yaşam bir yerde başlayıp başka bir yerde biterken, savaşların artık yeni bir kurtuluş olduğunu savunan imparatorluklar artarken böyle bir doğumun gerçekleşmesi artık an meselesiydi.
Ancak bu kadar yakın ve hiç beklenmeyen bir zamanda doğması tanrıları bile şaşırtmıştı.
Antoine ve Alessi, oğulları Hardy ile birlikte Zümrüt Ormana yerleştiklerinde, Zümrüt Orman kuraklığın eşiğindeydi. Dereler ve kuyular kurumuş, bitkiler körelmiş, orman çiçeklere küsmüştü.
Ormanın altında kalan köyde de kıtlık boy göstermişti. Halk aç kalmış, krallıklar oradan elini ayağını çekmişti.
Ancak Alessi, Rosaline’e hamile kaldığında ve onun varlığını ilk fark ettiğinde yağmurlar kendini göstermeye başlamıştı. Kuraklıklar azalmış, derelerden tekrar sular akmıştı. Uzun zaman sonra Zümrüt Orman’a kar bile yağmıştı.
O dönemlerde geçen efsanelere karşın Alessi, krallıkların terk ettiği yerin tanrılar tarafından asla terk edilmediğine inanmıştı bunca zaman. Hatta bunun mutluluğu ve huzuruyla birlikte hamileliği güzel geçmişti.
Rosaline ilk doğduğunda ve ilk ağlama sesi kulaklara ulaştığında evlerinin kapısında pembe bir gül ağacı bitmişti. Bu ağacın aniden ortaya çıkması onları şaşırtsa da Alessi, tanrıların lütfu olarak bu durumu görmüş ve doğan bebeğinin adına Rosa’dan Rosaline koymuştu.
Sürekli de ona Rosa diye sesleniyordu. Çünkü o pembe güllerle birlikte dünyaya gelen bir çiçekti.
Ancak Antoine, ikinci çocuğunu erkek beklediği için hiçbir zaman kızının içinde bulunduğu o muhteşem doğanın farkında değildi.
Bunca zaman hep tanrılardan, şanını tekrardan elinde tutacak ve onları onurlandıracak bir erkek evlat istemişti. Ama şimdi Rosaline’in içinde bulunan bu esrarengiz gücü gördüğünde önceden ne kadar yanıldığının farkına vardı.
“Anne,” dedi Hardy kısık sesle. “Sende benim gördüğümü gördün mü?”
Alessi, yanan yanağının acısını unutarak, bu seferde mutluluktan gözyaşı dökmeye başladı. Oğlunun omzuna yaslanıp ayakta kalmaya çalıştı.
“Evet, gördüm.”
Rosaline, annesinin yanağını görünce ağabeyinin de burnundan akan kanı görünce gözlerindeki o neşeli hal yok olup gitti. Ellerini önünde birleştirerek birkaç adım attı.
“Anne, neler oluyor? Hardy’nin burnu neden kanıyor?”
Hardy ani bir tepkiyle akan burnunu elinin tersiyle sildi. Bu gördüklerinden sonra artık bir burun kanaması basit bir şey gibi gözüküyordu.
O yüzden omzunu silkerek, “Bu mu?” dedi. “Eğitim görürken çarptım. Bak! Şimdi yok.”
Rosaline sakince başını sallarken Antoine güldü. Hatta gülmek ne kelime sevinç nidaları atmaya başladı.
“Bunun ne olduğunu biliyor musun Alessi? Büyücü bir çocuğumuz var!”
Sanki az önce karısını suçlayan o değilmiş gibi, “Bu krallık için çok değerli bir şey! Tekrardan onurumuzu geri alabiliriz. Onu eğitebilirim! Onu güçlü ve mükemmel yapabilirim.” dedi.
Sonra da Rosa’a baktı.
Rosaline, iri gözleri kocaman olmuş bir biçimde, şaşkınlıkla babasına bakakaldı. Yeşil parlak gözleri çimenlerin bir yansımasını taşıyordu.
Ancak o parlak gözlerin altında bilinmeyen bir güç vardı. O kadar büyüktü ki bütün doğayı kendine taptırabiliyordu. Bu gücü yararlı bir şey için kullanabilirdi.
Kız doğdu diye ondan bir şey olmayacağını düşünmüştü bunca zaman ama şimdi böyle kızı olduğu için gurur duyuyordu. Tanrılar sonunda yakarışlarını duymuştu.
“Yarından itibaren,” dedi Rosaline’nin karşısında eğilip minik omuzları tutarak.
“Yarından itibaren seni bu dünyanın gördüğü en güçlü savaşçı ve en güçlü büyücü yapacağım.”
Omuzlarını sanki bir savaşçı gibi sıvazlayarak, “Sen artık benim savaşçımsın Rosa! Bizim ailemizi kurtaran ve onurlandıran sen olacaksın!”
Ayağa kalkarak etrafında tur attı.
“O olacak! En güçlüsü olacak! En iyisi olacak!” diyerek oradan uzaklaştı.
Geriye şaşkın ve bir o kadar da korkmuş yedi yaşında küçük bir kız çocuğu bıraktı.
Bundan sonra ne olacağı belirsizdi, ancak her şey daha yeni başlıyordu.
***
O günden sonra Rosaline, ormanda gezdiği o eğlenceli ve neşeli günlerini unutmuştu.
Yine aynı şekilde şafakta kalkıyordu, ama kalktığı gibi ormanın etrafında yirmi tur koşuyordu. Bazen bu durum koşmaktan bayılıncaya kadar da sürebiliyordu. Çünkü Antoine bir savaşçının en önemli özelliğinin fiziksel yönden çevik olması gerektiğini savunurdu.
Bir çocuk için fazla sertti, ancak ilk seferde nasıl öğrenirse sonuna kadar da öyle gideceğine inanıyordu.
Alessi ve Hardy Rosaline’in bu haline üzülse de ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
Antoine, kızının üzerine durdukça ailesine karşı tavrı değişmişti. Artık nadir kavgalar oluyordu ve keyfi yerindeydi.
Rosaline’in bir işe yaramayacağını düşünmüştü bunca zaman, ancak o kızın savaşçı olmak için doğuştan bir yeteneği vardı.
Hardy günlerce kılıç tutmayı öğrenmeye çalışırken Rosaline bir günde öğrenmişti. Bu durumda Antoine’nin hoşuna gidiyordu. Çünkü onda kendi kanından bir parça görüyordu.
“Şimdi odaklan,” dedi Antoine.
Kılıç kavramayı ve saldırmayı öğrettikten sonra sıra ok atışına gelmişti. Onu sadece tek bir savaş aletine odaklamıyordu, ok atma, binicilik gibi farklı eğitimlerde veriyordu. Bunun için önlerindeki günleri de hazırlamıştı.
“Ok senin yönün olsun.”
Rosaline, başını sallayarak onu onayladı ancak küçük elleri bir ok fırlatacak kadar gerekli güce sahip değildi. Yayı kaldırdı ve yerleştirdiği oka göz ucuyla baktı.
Elleri deli gibi titriyor, kalbi olduğundan daha hızlı atıyordu. Bunu yapacağından emin değildi.
“Yapamayacağım!” dedi bir anda yayı yere fırlatarak. “Yapamam!”
Antoine, kaşlarını çatıp öfkeyle soludu.
“Sadece küçük bir tavşan. İnan bana akşama güzel bir çorba olacak.”
“O yüzden yapamam.” dedi, gözleri sulandı. “Baba ben onu öldüremem. O bir masum.”
“Sende bir masumsun. Ama savaşta ilk ölenler de masumlar olur. Şimdi o oku al! Ya av ol ya da avcı!”
Rosaline yutkundu. Yerdeki yaya bakarak akan gözyaşlarını sildi. Masum bir tavşanı öldürmek onu nasıl bir savaşçı yapacaktı?
Yüreğindeki yangını gizleyerek eline yayını aldı. Tekrar yayı çekti ve yine elleri titremeye başladı.
Yay hem çok ağırdı hem de okun ucu bir tavşana dönük diye acayip tedirgindi. Bembeyaz kılları vardı, pofuduk bir yastık gibi duruyordu.
Masum bir şekilde ıspanakları yerken ona doğrultulan oktan habersizdi. Tek yaptığı şey karnını doyurmaktı. Ona vuramazdı. O çok güzeldi.
Dikkatle izlerken çalıların arasında bir şey hareketlendi.
İlk başta gözlerini tavşandan çekmese de o bir çift gözü görmesiyle bakışları oraya kaydı. Sonra hiç düşünmeden oku bıraktı ve ok hareketlenerek çalının içindekini vurdu.
Acıyla çığlık atan hayvan hem yemek yiyen tavşanın yemeğini hem de babasının sabırlı bekleyişini sonlandırdı. Ardından çalılıklardan dışarıya kendini attı.
O bir tilkiydi!
O bir tilkiyi vurmuştu.
Korku dolu gözlerle babasına döndü.
“Ona saldıracaktı. Ben… ben…”
“Sen bir tilki vurdun!”
Yaralı tilkinin yanına doğru ilerledi Antoine.
“Bu inanılmaz! İlk avın bir tilki! Yenmez ama kürkünü satabiliriz.”
Rosaline, akan yaşlarına engel olamadan tilkinin başına adım adım ilerledi. Hayvan acı çekmeden oracıkta öldü.
Rosa, öldürdüğü hayvanın vicdan azabını çekerken babası ona neler diyordu böyle?
O bir şey öldürmüştü.
O bir hayvanı öldürmüştü.
Dizlerinin üzerine çöktü ve ağlamaya devam etti. O ağladıkça Antoine izledi. Akacak göz yaşı kalmayana kadar ağladıktan sonra Antoine ölü tilkiyi sırtlayarak ayağa kalktı.
“Sen şimdi gerçek bir savaşçı oldun.” dedi dizlerinin üzerinde ağlamaktan yorgun düşmüş Rosa’ya.
“Çünkü gerçek bir savaşçının savaşçı olabilmesi için aldığı her canının başında yas tutmalı. Eğer bir savaşçı olmak istiyorsan, büyük bir bedel ödemelisin.”
“Ya istemiyorsam.” Ayağa kalktı. “Ya bir savaşçı olmak istemiyorsam. O zaman ne olacak?”
Antoine arkasını döndü.
“Artık çok geç…”
Oradan uzaklaşırken de Rosaline’i yalnız başına bıraktı.
Rosa da biliyordu artık bazı şeylerin acısını. Önceden babası ondan nefret ediyor diye kendini suçlarken, şimdi de babasının ona bu denli ilgisinden nefret ediyordu.
O savaşçı olmak istemiyordu.
O tekrar çocuk olmak istiyordu.
Ancak bir konuda haklıydı babası. Artık çok geçti…
Yumruğunu sıktı ve bu sefer oku öfkeyle fırlattı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
***
Günler günleri kovaladı, aylar ayları, yıllar yılları…
Rosaline, büyüdü ve on üç yaşında genç bir kız oldu. Aynı babasının istediği gibi bir savaşçı oldu.
Her ne kadar karşı çıksa da gelişti, her ne kadar kaçmaya çalışsa da güçlendi. Artık kılıçta usta, ok atmada tam bir keskin nişancı olmuştu.
Hiç ata binmese de kendini geliştirdi. Silahsız dövüşte bile artık yenilmezdi.
Ancak bir sorun vardı.
O günden sonra hiç güçlerini kullanamamıştı.
Her defasında, ne kadar çabalarsa çabalasın, mor ışıkları tekrar ortaya çıkaramıyordu. Sanki tüm güçleri o tilkiyi vurmasıyla birlikte gitmişti.
Hoş, kendi tam olarak gücünü göremese de ailesinin dediğine göre esrarengiz bir güce sahipti.
Derenin suyundan yansımasına bakarak saçının bir tutamını örmeye başladı. Saçları yine düz kesim şeklindeydi ancak şimdi omuzlarına kadar geliyordu.
Saçları aynı boyu gibi yavaş uzuyor sanıyordu. Ancak boyu annesini geçmişti. Bir kızın bu kadar hızlı büyümesi normal değilmiş, ağabeyi öyle söylüyordu ama o artık basit bir kız değildi.
Ellerinde ok atmaktan oluşan nasırları yumuşatmak için ellerini suya soktu. Sonra annesinin özel olarak yararlı bitkilerden yaptığı kremi sürdü.
Bir süre sonra da gözlerini kapatarak olduğu yerin sesini dinlemeye başladı.
Dere sakin ve usulca akıyordu. Taşlara çarpan suyun sesi kalbini hızlandırıyordu. Rüzgar hafif esiyor, ağaçların yaprakları birbirine vuruyordu. Derenin üzerine sarkan büyük söğüdün yaprakları adeta dans ediyordu. Doğa huzurun şarkısıydı. O da bunu çok iyi dinleyebilen biriydi.
Ancak gözlerini araladığında bütün seslerinin sonlandığını da biliyordu. O yüzden gözlerini açmak onu artık eskisi kadar mutlu etmiyordu.
Yayını eline alarak yürümeye başladı.
Bugün diğer günlere nazaran daha sakindi.
Kış yerini bahara bırakmış, yaz kapıyı aralamıştı. Polenleri toplayan arılar birer birer önünden geçerken, güneşin ışınları uçuşan karahindiba tohumlarının yolunu aydınlatırken, o yavaş adımlarla bu doğanın mucizesini izliyordu.
Bir dalın altından geçerek toprak patika yola geldi.
O yolu takip ettikten sonra babasıyla talim yaptığı düzlüğe ulaştı. Antoine’de orada bir şeylerle uğraşıyordu.
Ağır adımlarla babasının yanına doğru ilerledi. Uzun otların arasında sıra sıra dizili olan hedef tahtalarını gördü. Ardından da masmavi gökyüzünün sunduğu o eşsiz manzaraya geldi.
Pürüzsüz havanın etrafında yankılanan sessizliği, bulutların oluşturduğu huzuru gördü. Bugün gerçekten çok farklı bir gündü.
“Demek geldin.” dedi Antoine halatları bağlarken.
Onun ne yaptığı Rosaline’in dikkatini çekmemişti. Masmavi gökyüzünü izlemeye devam etti Rosa.
“Yayın nerede?”
Rosaline, omuzunda asılı olan yayı çıkartarak babasına uzattı.
“Bugün de o garip talimlerinden birini mi yapacağız?”
Antoine, başını kaldırıp ters ters Rosaline’e baktı.
“Aman be! Sanki kötü bir şey dedim.” diyerek çimenlerin arasına oturdu Rosa. Yerdeki otlardan bir tane aldı ve küçük küçük parçalar koparmaya başladı.
“Sana bir şey vereceğim.” dedi Antoine.
Rosaline babasından beklenmeyen hediye geleceğini duyunca tek kaşını kaldırarak ona doğru döndü.
“Hediye mi? Ama doğum günüm aylar öncesindeydi.”
“Hayır,” dedi ve beze sarılı uzun bir şey koydu önüne.
“Bu şey ailemizin yadigarı.”
Bezi açtı ve gümüş kabza kendisini gösterdi.
“Bu da nedir?”
“Bir kılıç. Babamdan bana kaldı. Babamdan da babasından kalmış. Bir tanrı tarafından dövüldüğü söylenir.”
Kılıcın tamamını gösterdiğinde parlaklığı yüzüne yansıdı. O kadar gösterişli ve büyüktü ki Rosaline ilgisi olmasa bile hoşuna gitmişti.
“Ne yani, şimdi bunu bana mı veriyorsun?”
“Normalde oğluma verecektim ama bizde nedense savaşçılar ters.”
“Evet, yine oğlun…” dedi başını olumsuz yönde sallayarak. “Ben senin için ne zaman değerli olacağım baba.”
Antoine gerildi.
“Ne demek istiyorsun?”
“Şunu söylemek istiyorum,” diyerek ayağa kalktı. “Beni hiçbir zaman sevmedin baba. Her zaman ağabeyimden bahsediyorsun. Küçüklüğümden beri kız olduğum için beni aşağıladın. Senin gözüne girebilmek için her şeyi yaptım ama sen yine her defasında oğlundan bahsediyorsun!”
Ellerinin arasında saçlarını aldı ve öfkeyle arkasına döndü.
“Ben senin için hiçbir zaman iyi bir evlat olamayacağım galiba. O kılıcı da geri aldığın yere koy. Çünkü ben artık öğrenmek istemiyorum.”
Antoine bunu duyunca ayaklandı.
“Bunca yaptıklarımdan sonra bana böyle sırt dönemezsin!” dedi öfkeyle Antoine.
“Ben sana bildiğim her şeyi öğrettim. Sen benim eserimsin.”
“O zaman neden senin eserin gibi hissetmiyorum baba! Beni krallığa geri dönmek için kullanmaya çalışıyorsun ama ben daha büyü bile yapamıyorum.”
Yerdeki yeni bilenmiş yayı ve oku aldı. Gitmek için hareketlendi.
“Ben hiçbir zaman senin gözünde bir evlat değildim. Satılmak için bir köleydim.”
“Rosa,” dedi babası arkasından.
Rosaline iki adım attı.
“Rosa!” dedi tekrardan. Ama Rosaline yine babasının sesine karşılık vermedi.
En sonunda Antoine tüm sesini kullanarak ona bağırdı.
“Rosaline!”
“Ne var!” diye geri kükredi Rosa. “Ne istiyorsun?”
Gözleri öfkeyle babasına döndü.
Antoine gülümseyerek Rosaline’in eline doğru baktı ve sonra da sakince “Eline bak,” dedi.
Rosaline yavaş yavaş eline baktığında avcunda sıktığı okun mor bir ışığa döndüğünü gördü. Heyecanla gözlerini babasına çevirdi.
“Yaptım!” O da güldü bu sefer. “Gerçekten bir gücüm var!”
“Evet!” dedi Antoine. “Şimdi sakince okunu ve yayını al, sonra hedef tahtasını vur.”
Rosaline hemen dediği gibi yaptı ve okunu kaldırdı. Kirişe yasladığı mor ok kirişi de esir alarak parıldadı ve Rosaline hedef tahtasına oku fırlattı.
Ok, o kadar hızlı gitti ki Antoine oku gökyüzünde görene kadar, ok çoktan hedef tahtasına ulaşmıştı. Büyük bir patlamayla hedef tahtasını paramparça etti.
“Tanrım ne kadar hızlı!” dedi Antoine kulaklarını tıkayarak.
Parçalanan hedef tahtasını görünce heyecanla kızına baktı.
“Yaptın Rosa! Sen bir efsanesin.”
“Evet!” dedi çığlık çığlığa ve koşarak babasına sarıldı.
İlk kez babasına sarılıyordu. İlk kez babasına bu denli hayranlık duyuyordu.
Bu neydi?
Bu baba ile kızın arasında olan bir duygu muydu? Yoksa onların arasındaki bağı güçlendiren bir sihir mi?
Rosaline bunca zaman yaptığı her şeyin sonucunu almıştı. Ve ilk defa baba kızın arası bu kadar iyi olmuştu.
Rosaline, babasından ayrılarak geriye doğru koşmaya başladı.
“Nereye?” deyip arkasından bağırdı kızının.
Rosaline heyecanla dönerek, “Bunu Hardy’ye söylemem gerek!” diyerek aynı heyecanla koşmaya devam etti.
Başarmıştı! Gücünü kullanmıştı. Hem de babası sayesinde…
Bunca zaman güçlerinin farkında değildi ama içinde hep bir şeylerin farklı olduğunu biliyordu. Kandan gelen bir durum olmasa da içten gelen bir durumdu bu.
Ve gerçekti.
Hızlanan rüzgar saçlarını uçururken, geldiği patika yolu aştı ve Hardy’nin koyunları otlattığı yaylaya doğru koşmaya başladı.
Etrafı bir anda peri masalına dönüşmüştü sanki. O sihirli güçlere sahip genç bir kızdı. Daha on üç yaşında olsa da büyük şeyler başarabilirdi. O herkesi kurtaran bir kurtarıcı olabilirdi.
Yaylanın yolundan beri ilerlediği sırada bu saatte olmaması gereken bir şeyi gördü.
Hardy, boynu bükük bir şekilde yayladan aşağıya iniyordu. Rosaline, ağabeyini bu kadar mutsuz görmemişti hiç. Başını eğen ağabeyinin yanına az önceki heyecanını geride bırakarak gitti.
“Hardy,” dedi sakince. “İyi misin?”
“Rosa!” dedi Hardy başını kaldırarak. “Senin ne işin var burada?”
“Ben sana bir şey söylemeye gelmiştim ama… Sen iyi misin Hardy?”
Hardy, kesik kesik başını sallasa da Rosa onu bir kere öyle görmüştü. Onu sorgu yağmuruna tutmadan önce kendisi söylese iyi olurdu.
“Evet, sadece…”
Rosa ile birlikte koyunların peşinden yavaş yavaş ilerlemeye başladı.
“Köyden bir kızla tanışmıştım, bana sürekli kurabiye ve su getirirdi.” Durakladı. “Ona aşık olduğumu söyledim ama…”
“Aşk mı?”
Rosaline, kaşlarını çattı.
“Hardy, aşk nedir?”
Hardy, daha önce lafı bile edilmediği için Rosaline’in bunu bilmediğini tahmin edememişti. Ellerini cebine sokarak derin bir nefes aldı.
“Aşk farklı bir şeydir. Onu görünce mutlu olursun. Gülümsemeni durduramazsın, karnın karıncalanır ve o dünyadaki her şeyin olur.”
Gözlerini gökyüzüne kaldırdı.
“Aşk büyü gibi bir şey Rosa. Ve bende onun büyüsüne tutuldum. Ama bir çoban olduğum için onun istediklerine uymuyormuşum. Benimle evlenmesi için malımın, paramın ve gelirimin olması gerekiyormuş. Bir de babam gibi bir adama gelin verilmezmiş.”
“Neden ki? Babam o kadar da kötü bir insan değil.” dedi savunarak.
Hardy, şaşkın bir ifadeyle kardeşine baktı.
“Rosa! Sende bir değişiklik var. Sen babamı sevmezdin.”
“Evet ama şimdi işler farklı. Artık gücümü kullanabiliyorum Hardy. Bugün bir hedef tahtasını patlattım.”
Hardy, gözlerini kocaman açarak kardeşinin heyecanına ortak oldu. Rosa, ona başından geçen her şeyi anlatmaya başladı. Anlatırken yolun nasıl geçtiğini bile anlamadı.
İkisi de eve geldiklerinde Rosa da anlatacaklarının sonuna gelmişti.
“Sonra da buraya senin yanına geldim Hardy.” dedi Rosa.
Koyunları birlikte ağıla sokarken okunu da merdivenin ucuna bıraktı. O sırada annesinin çığlıklarını duydu.
“Hardy, annem bağırıyor!”
Hardy, hemen Rosa’nın olduğu yere geldi ve duyulan çığlıklara anlam yüklemeye çalıştı. Bu tamamen başka bir şeydi. Rosa’nın daha tam öğrenmediği ve bu gidişle öğrenemeyeceği bir şey...
“Onlar birbirlerini alkışlıyorlar Rosa. Buraya gel. Duyma!”
Rosa, şaşkınlıkla ağabeyinin arkasından bakakaldı. Bu sesleri ara sıra duyuyordu, ancak hiçbir şekilde anlam verememişti.
Ağabeyine sorduğunda da bunun bir alkışlama olduğunu ve onun yaşındaki birinin bilmemesi gerektiğini söylemişti. Ancak Rosaline on üç yaşına gelmişti. Hiçbir şekilde bunun anlamını çözemedi. Korkudan da babasına ya da annesine soramamıştı.
Ellerini arkasına saklayarak ağabeyinin çömelmiş olduğu ağacın altına geldi. Ağabeyi hafif dudaklarında bir kıvrılmayla eve doğru baktı.
“Babamın galiba keyfi yerinde.”
Rosa da güldü.
“Babam ilk defa bana evladıymışım gibi davrandı.”
“Saçmalama Rosa, babam seni yedi yaşından beridir gözünün nuru gibi bakıyordu. Sen göremiyordun sadece. Hem bazı şeylere çok takılıyorsun. Artık kendi hayatına bakmalısın. Köye in, arkadaş edin. Pazara git. Bir şeyler yap.”
Rosa kaşlarını çattı.
“Evet, yaparım ama…”
Saçlarının ucunu tutarak, olduğu yerde hafifçe salındı.
“İnsanlar bana çok korkutucu geliyor.”
“Ama Rosa, artık büyüme vaktin geldi. Babama bağlı olmak zorunda değilsin. Sen çok güçlendin. Kendine güven. Ben sana inanıyorum ve güveniyorum. Kılıcı aldığına göre babamda güveniyor.”
Rosaline, hafifçe başını salladı. Ağabeyi haklıydı. O bu gidişle hiç arkadaş edinemeyecekti. Ama az önce dediği gibi insanlardan korkuyordu.
Onların nasıl biri olacağını bilmiyordu. Babasının söylediği gibiyse eğer insanlar çok acımasızdı. Hardy’nin anlattığına göre de para göz, annesine göre de mutsuzlardı. Onlar gibi olmak istemiyordu. Sadece böyle kalsalar olmaz mıydı? Sadece böyle olsalar…
Tam ağzını açmıştı ki bir anda evden gelen çığlıkla birlikte ikisi birbirlerine bakakaldılar. Bu düşündükleri seslerden değildi, bu daha kötü bir şeydi.
Hardy ayağa kalktı ve eve doğru koştu. Rosa da peşinden ilerledi.
Eve hızlıca girdiler ve yönleri annesinin ve babasının odasına döndü. İlk Hardy sonra da Rosa girdi onların odasına. O sırada Alessi’yi gördüler.
Alessi yerde çarşafa sarılmış bir şekilde çıplak vücudunu saklamıştı. Korku yüzünü ele geçirmiş, gözleri kucağında yığılı olan adama bakıyordu. Gözlerinden oluk oluk yaşlar akıyordu.
Antoine ise hareketsiz bir şekilde öylece yerde uzanmıştı. Gözleri beyazlaşmış, göz bebekleri kaybolmuştu. Eli kalbinde öylece kalakalmıştı.
“Bir anda yığıldı. O…” dedi Alessi oğlunu ve kızını görünce.
Şoka uğramış bir şekilde tekrar kocasına baktı.
“O… O öldü.”