3. BÖLÜM

2300 Words
KEYİFLİ OKUMALAR  5 YIL SONRA...              Zaman insandan hem çok şeyler alıp götüren hem de ona çok şey katan bir olguydu. Dün, bugün, yarın geçmiş gelen ve gelmekte olanı sunardı bizlere... Bana da sunmuştu ama bazı şeyler asla değişmemişti. Yıllar önce çalan alarm sesi ile uyanmam gibi... Değişen şeyler de vardı aslında! Çalan alarm ile ' beş dakika daha!’ diye inatlaştığım bir annem yoktu mesela! Ya da geç kaldığım için beni bırakan bir babam... Yıllar benden de çok şey götürmüştü. Ailemi, adımı, soyadımı, hayallerimi, güven duygumu ve gerçek gülüşlerimi... Hayatımdan eksilen beş sene; yaşıma kendini katmış olsa da, içimdeki buz dağları derinleşmiş bir kale gibi etrafımı sarmıştı. Pişman değildim, böyle olmam en iyisiydi. Mesafe, her zaman en güvenli olandı.              Şimdi yine güne çalan alarmın o kulak tırmalayıcı sesi ile uyanırken, ağrıyan şakaklarıma parmaklarımı bastırdım. Yeni bir gün, yeni bir monotonluk beni bekliyordu. Kalkıp lavaboda işlerimi hallettiğimde, ayaküstü yediğim mısır gevreği sonrası; üzerimi giyinerek evden çıkmıştım. Mesai saatime dakikalar kala çalıştığım restoranın personel girişinden içeri girip, kartımı okuturken gözlerim soğukça etrafı izliyordu. Buradaki herkes benim soğukluğuma alışmıştı. Beni böyle kabul etmiş, hatta ara sıra arkamdan isimler taktıklarını bile duymuştum.   İnce, loş koridoru geçip bize ayrılan giyinme odasına girdiğimde, dolabının kapısını kapatan ve kıvırcık saçlarını toplamaya çalışan Laura ile karşılaşmak gözlerimi devirmeme yetmişti. Aslında hiç sorun yaşamamıştık ama aramızda garip bir sürtüşme vardı. Bu sürtüşmenin nedeni; ilk geldiğim dönemlerde onun üzerine boca ettiğim servis tepsinin etkisi elbette büyüktü. Bunu nedense umursamamıştım. Artık hep yaptığım gibi kimseyi umursamıyordum. O hariç...   Gözlerimi yeniden devirip dolabıma ilerlerken, her günkü rutinimi devam ettirip soğukça “Günaydın Amelia,” diyen kız ile saliselik bir duraksama yaşasam da, bunu ona belli etmedim. Siyah sırt çantamın ön gözünden metal dolabımın anahtarlarını çıkarırken, benzer bir soğukluk ile mırıldanmıştım.   “Günaydın Sophia.”              Gözlerim görmediği halde bir yere odaklanırken, çoktan düşünce okyanusunda kulaç atmaya başlamıştım. Amelia! Yeni adım buydu. Geçirdiğim tüm zamanın ilk yılında ailemden ayrılıp, geldiğim şehirde hayata tutunmaya çalışmıştım. Verdiğim kararla ilk önce omuzumdaki yüklerden kurtulmaya başladım. İlk olarak buna adım ve soyadımdan kurtularak başlamıştım. Geçmişime dair tek bir izin bile bende kalsın istemiyordum. Hatta bir ara saçlarımı siyaha boyatmış fakat sürekli benzer işleme devam edince yıpranan teller yüzünden boyamaktan vazgeçmiştim. Onların bana hitap ettiği, geçmişimi hatırlatacak hiçbir şeyi istemiyordum. Evleri, paraları, koydukları isim ve yanımda olma çabaları, her şeyi ama her şeyi hayatımdan silmiştim. Bir yılın sonunda mahkeme sonuçlanıp isim değiştirmem yönünde karar verince, beklemeden adımı ve soyadımı kendi istediğim şekilde kaydettirmiştim. Eskiden Adelina Süveyda Yılmaz olan ben şimdilerde Amelia Bell’dim. Açıkçası başta çok değişik gelmiş alışmakta zorluk yaşamış olsam da şimdilerde sadece saliselik duraksamalarla, içsel savaşlarımı geçiştiriyordum. Ailem ise anlam veremediğim bir yok oluş içindeydi. Sanki o olay, büyük bir ‘Cenga’  kulesi gibi olan ailemin en alt küpünü çekmiş gibiydi ve biz dağılmıştık. İşin tuhaf yanı ise ebeveynlerimin tavırları olmuştu. Evden ayrılmamdan sonra babam her ne kadar benimle iletişime geçmek için çok ciddi çabalar harcasa da, annem asla bunu yapmamıştı. Babamın benim için tuttuğu dedektifler kısa sürede izimi ve bilgilerimi bulurken, annem sadece iki kez iletişime geçip, ilkinde bana bir mesajla ulaşmıştı:   “Adelina, çocukluk yapmayı bırakmalısın artık. Çok fazla tepki verdin ve beni utandırıyorsun. Olayları abartmayı bırak ve eve annene dön tatlım. Daha fazla saçmalamanı istemiyorum. Üstelik ben Brian ile evleniyorum ve bizimle yaşamanı istiyorum.”   Bana gördüklerim ve duyduklarıma rağmen hala ‘abartma, saçmalama, beni utandırma'  diyordu. Önce mesajı gördüğümde sinir krizi geçirsem de dayanamayarak ilk zamanlar kaldığım restoranın küçük odasını dağıtmış, gözyaşları içinde, yerde uyuya kalana kadar ağlamıştım. Canım öyle yanmıştı ki... Kendime ‘Beni asla bir daha kimse üzemeyecek’ derken yine başarmışlardı.  Aslında bu kadar ağlamamın nedeni mesajın beni üzmesi de değildi. Annemin beni anlamaması ve yaptığı iğrençliğin doğal olduğunu anlatmaya çalışmasıydı. Hayır, bu doğal değildi ve eğer biri ile evliysen ve ailen varsa başkası ile kocanla paylaştığın yatakta seks yapamazsın. Ya da ailendeki insanları aptal yerine koyup aldatamazsın! İşin içinde çocuklar varsa onları da düşünmen gerekmez mi?  Üstelik o adamla evlenecekti madem neden baştan babamla boşanmayı tercih etmemişti? Benim bunu anlayamayacak kadar aptal ya da depresif bir çocuk olduğumu mu düşündü, bilmiyorum ama bu durum en çok beni kırmıştı. Umursamazlığı, beni anlamayıp bencilce kendi hayatını kurarken yazdığı sözcüklerle aşağılaması, ondan bir adım daha uzaklaşmama neden oluyordu. Üstelik tüm bunlara rağmen hala beni de yanında olmam için çağırıp, benimle resmen alay etmişti.               Kendime gelip, sağlam bir kafa ile düşündüğümde mesajına sadece “Beni unut ve hayatına bak,” diyerek cevaplayıp önce numarasını engelledim, sonra da dayanamayıp telefon hattını hunharca kırdım. Elbette bitmemişti. İkinci kez ulaştığında bu defa mesaj atmak yerine aramıştı. Verdiği haberle, içimdeki ona karşı olan savaşta bir kale daha kaybettirmişti. Aralık aynın ortalarına doğru erkek kardeşimin olacağı müjdesini ise bana vermesi demek, beni ondan bir adım daha geriye atmıştı. Sayesinde adım adım uzaklaşıyor, yüzünü görmek için çabaya girişmiyordum. Bu müjde aslında artık onun için şımarık kız çocuğu olduğum ve iyi bir abla olarak yanına gitmem için verilmişti. Ben ise yine gitmemiş, sadece yüzümde yabancı duran sahte bir gülüşle “Tebrik ederim. Ama sakın o çocuğun da gözü önünde başka bir adamla sevişip, onu da evden kaçırma!” demekle yetinmiştim. Az bile söylediğimi düşünürken aldığım cevap, beni konuştuğum için bile pişman etmişti.   “Baban kadar duygusal ve onun Türk kanını taşıdığın o kadar belli ki... Olayları dramatize etme lütfen.”   Dramatize etmek mi? Daha neler duyacağımı bilmiyorum? Yine de yanına gitmeyi istememiştim lakin dayanamayarak, aptallık o ya işte! Merak etmiştim! Onun bundan haberi olmasa da hala orada olan arkadaşım Melania’den doğumun net zamanını öğrendim. Ocak ayının on beşinde, gece yarısı yaptığım küçük bir yolculukla hastaneye ulaşmıştım. Kimseye görünmeden;  uzaktan yeni kocası ve oğlu ile mutluluğunu izledim. Benden çalınan, uzak olan ve asla gelmeyecek mutluluğu... Belki de bu, yaşadığım en büyük haksızlıklardan biriydi. Yıllarca bir kardeş istediğimde; annem sürekli işini bahane ederek, yeni bir bebeğe tahammül edemeyeceğini vurgulayıp durmuştu. Beni teselli etme şekliyse takdir edilesiydi.   ‘Hadi ama tatlım. Tüm oyuncaklar, bu kocaman oda ve sevgimiz sadece senin olacak. Bunları neden paylaşmayı istiyorsun anlamış değilim.’              Ne kadar saçma değil mi? Oysa anneler ve babalar çocuklarına paylaşımcı olmayı çok sevmeyi saygıyı kısacası iyi bir insan olmayı öğütlemez ve bunun için çabalamaz mı? Neden annem bana bencilliği,  her şeye tek başına sahip olmayı öğretmeye çalışmıştı? Ona rağmen babam her zaman paylaşmam konusunda beni uyarıp, bununla ilgili kendi ülkesindeki söylenen güzel sözleri söylerdi. Şimdi düşününce annemin babamı da, beni de aslında o kadar sevmediğini anlayabiliyordum. Göremediğim çoğu şeyi geceler boyunca düşünürken fark edebiliyordum. Bu kadar kör oluşuma kızmıyor da değildim, aslında! Bebek odasının dışında camın karşısında dururken, gözlerimde acının ve tamamen kaybedişin dökülen damlaları, okyanusların köpüğünden sıyrılıp, kıyılarıma vuruyordu. Yanağımı asit damlamışçasına yakan iri gözyaşı tanesini silerken, küçük üvey kardeşimin yüzüne bakarak fısıldamıştım. Tepesindeki küçük bir tutam kızıl saç ve üzerinde bebek tulumu içinde masumca duran ve bana benzeyen bebek o kadar günahsızdı ki... Aslında bir tek o ve ben masumduk. Sanki kötü bir filmde oynayan, saf oyuncuları canlandırıyorduk.   “Umarım hep mutlu olursun ufaklık”   Hastaneden çıkıp geri şehre döndüğümde, annem ile olabilecek tüm bağlantıları koparmıştım. Bana ulaşmasını engelleyerek, bir daha onunla ilgili düşünmemiştim. Merakım yüzünden,  annemin sosyal medya hesabını sahte bir hesap üzerinden takip ederek küçük kardeşimin büyümesini uzaktan izledim. İstemeden de olsa hayaller kurmuştum. Ben o günü hiç yaşamasaydım, ailem böyle bir iğrençliği yapmasaydı ve o küçük güzellik ailemizin içinde doğsaydı. Galiba onu en çok ben severdim. Adeta kopyam gibiydi. Büyüdükçe gözleri gri bir ton alsa da teni beyaz, saçları kızıl ve yüzü çilliydi. Parka gittiğimizi, geceleri masal okuyup, o makyaj malzemelerimi dağıttığında, evin içinde arkasından koşturduğumu düşününce yüzümde gülümseme beliriyordu. İşte güzel ama imkânsız hayallerdi bunlar.   Babam, benim adıma açılan banka hesabına her ay düzenli ve yüklü miktarda para gönderiyordu. Zorlanmamı asla istemiyordu. Her adımımdan haberdardı çünkü peşime taktığı dedektifler ona bilgi veriyordu. Unuttuğu tek nokta vardı ki ben en az onun kadar inatçı, kırılmış ve incinmiş biriydim. O hesaptaki tek bir cente bile dokunmamıştım. Dokunmaya da niyetim yoktu. En azından düşüncem bu yöndeydi.   Lowa’dan California’ya geldiğimde zorlansam da umursamamıştım. Şimdilerde çalıştığım restoranın şef garsonu ile şans eseri karşılaşmam ve Lowa' da yazları garsonluk yapmış olmam oldukça işime yaramıştı. Kalmak için küçük bir oda ve iş imkânı ile hayatımı yeniden kurmaya başlamıştım. Bir anka kuşu gibi küllerimden yeniden doğmuştum. Bu yüzden sağ göğsümün altında başlayıp, kasık kemiğime kadar uzanan bir anka kuşu dövmesi vardı. İsmim değiştiği ay cebime yeterince para alıp dövmecinin yolunu tutmuştum. Acı vardı ama dayanmamla ortaya çıkan sonuç mükemmeldi.   Kıyafetlerimi alırken ki düşüncelerimi bozan ve gerçeğe dönmemi sağlayan şey metal dolabın kapısını kapatıp odadan çıkan Laura oldu. İçeriye hâkim olan çikolata kokusu burnumu kaşındırırken ağzım sulanmış canım bir parça bitter çekmişti. Bu kızın kokusu tıpkı benim kokum gibi ağız sulandırır cinsteydi. O çikolata ben vanilya kokuyordum.    Gözlerim odadaki duvar saatine takıldığında oyalanmadan hemen iş kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Beyaz gömleği giydiğimde, sıra dizlerimin üzerindeki yarım karış yırtmacı olan siyah kalem eteğimdeydi. En son siyah ve bordo rengin hâkim olduğu yeleği de giyince hazırdım. Kızıl saçlarımı tepemde sıkı bir at kuyruğu yapıp ardından tel tokaların yardımı ile topuz şeklini aldırdım. Normalde toplamayı sevmesem de müdürlerden kesin talimat vardı. Yemeklere düşebilecek saç telinin yaratacağı sorunlar için alınan bir önlemdi. Sonunda ayağıma siyah topuklu ayakkabımı da geçirdiğimde hazırdım. İçten içe topuklulara saydırsam da giymek zorundaydım. Klas bir restoranda çalışıyorsanız giyim zarafet ve dikkat ön planda olmalıydı. Hafif bir makyajla işim bittiğinde artık hazırdım.   Dolabımı kilitleyip anahtarını yeleğin küçük cebine attığımda kolumdaki saate yeniden göz attım. İş için son on dakika kalmıştı ve eteğimin cebine sıkıştırdığım telefondan sevgilime mesaj atmayı neredeyse unutuyordum.   Evet, onca güvensizliğe ve hayal kırıklığına rağmen bir sevgilim vardı. Evlilik için gün saydığım birkaç hafta sonra karısı olacağım kişi. Richard Bishop. Üç senedir beraberdik. Öyle şeyler yapmış soğuk buz dağı kalbime kendini kazımıştı ki, şimdilerde bir ona güveniyordum diyebilirim. Bir de arkadaşım Mia’ya.   Benzer kaderleri paylaştığımızı deniz kenarında bir banka oturduğumuzda öğrenmiştim. O bizim malzeme aldığımız ve diğer şubemiz olan restoranın mutfak bölümünde görevliydi. Tıpkı Richard gibi. Bizi tanıştıran bana her an değerli olduğumu hissettiren adama evet demem konusunda oldukça çaba harcayan da oydu. Üstelik aynı yerde olmaları benim içinde iyiydi çünkü sevgilim oldukça yakışıklıydı ve kadınların dikkatini çekmekte üzerine yoktu. Bir şey yapmasa bile bulunduğu ortamda dişilerin gözlerini üzerine sabitliyordu. Bu da benim için oldukça sorun yaratıyordu. Mia ise oradaki köstebeğimdi ve Richard’a dişi sinek bile yaklaştırmıyordu.   Odadan çıkıp koridoru geçerken kısa bir “Günaydın sevgilim,” mesajı atıp telefonu sessize aldım. Servis esnasında çalması demek işimden olmak demekti. Düğüne az kalmışken bunun olmasını istemiyordum.   Sonunda şef garsonun karşısına geçtiğimizde temizlik işini diğer görevliler halletmişti. Biz de verilecek masaların düzeni içki sevisi ve yemek işi ile alakadar olacaktık.   “Hepinize bugün çok iş düşüyor. Özellikle Sophia ve Amelia için daha zorlu. Siz ikinize verilen masalara bugün iki büyük şirketten rezervasyon var. Büyük ihtimalle yemekli toplantı. Bunun için önden iletilen bazı özel menüleri sunacaksınız ve mümkünse çok dikkatli olmalısınız.”   Önemli müşteriler, şirket sahipleri, kendini dünyanın hâkimi zanneden zenginler belki de en nefret ettiklerimdi. Yaptıkları hataları kabul etmezler, asla senin sunduğun hizmeti beğenmezler ve beş karış bir surat ifadesi ile yemeklerini yiyerek giderler. Gözlerimi devirmeden edemezken yanımda homurdanan Laura ile dikkatimi ona verdim.   “Bir avuç zengin gelecek bizi aşağılayacak tanrım sen beni kutsa ve bir sorun olmasına izin verme.”   Şef onu duysa da tepki vermedi. Bizi masalara yollarken saat öğleni bulmak üzereydi. Hemen masa düzeni ve ayarlaması derken geçen süre kısa olsa topuklarım acıyor parmaklarım isyan ediyordu. Çünkü spor giyime oldukça alışık olan ben topuklu konusunda asla derin bir alışkanlık gösteremeyecektim. Saçlarım da isyan bayrağını çekmişti. Sıkıca topuz yapılmaktan dolayı sızlayan dipleriyle resmen ayaklanma çıkarmak ister gibiydi.   Gözlerim yan masaya kayınca az önce gelen bir grup iş adamına hizmet eden Laura’nın kızarmaya başlayan esmer yüzüne kaşlarım çatık bakmaya başladım. Karşısında içki servisi yaptığı yaşlı adamın gülümseyerek söyledikleri onu çileden çıkarmış olmalıydı. Üstelik o kadar sinirlenmişti ki çenesini sıkıyor zorlukla gülümseyip adama kısa cevaplar veriyordu.   Adım gibi emindim ki adam sözlü tacizde bulunuyor bizim kıvırcıkta onu ustaca savuşturma çabasındaydı. Bu adamı biliyordum. Ne zaman gelse özellikle göze hoş görünen garsonlardan hizmet bekler ve o hizmet anında ahlaksız tekliflerde bulunurdu. Ya da sözlü tacizlere maruz kalırdık. En son şefe aynı durum tekrar ederse adamın kafasında şişe patlatacağımı açık ve kesin bir dille söylemiştim. O günden bu yana beni asla o adamın masasına vermiyordu. Ama görünen o ki biraz daha devam ederse kıvırcık benim yapmayı hayal ettiğim şeyi yapacaktı.   Durduğum yerden yavaşça şefin yanına geçip “Efendim, eğer o masadan Sophia’yı almazsanız benim yapmak konusunda kararlı olduğum şeyi gerçekleştirecek,” diyerek uyarıda bulundum. Evet, Sophia ile yıldızımız barışmıyor olabilirdi ama asla böyle çirkin bir durumun içinde olmasına göz yumamazdım.   Şefin de kaşları çatılırken masaya doğru ilerlemeye başladı. Bende sorumlu olduğum masaya göz attım. O an kapıdan içeri giren bir grup insanla omuzlarımı dikleştirdim. Başlıyorduk.   Önce siyah saçlı, iri bedenli, takım elbisesinin içinde oldukça cool duran, sert bakışlı biri girdi. Yaydığı aura istemsiz yutkunmamı sağlarken ‘Ben tehlikeliyim’ diye bağırıyordu. Uzaktan bile belli olan yeşil gözleri mavilerimle anlık çakışma yaşarken tuhaf bir titreşim ayakuçlarımdan bedenime dağılıyor bunu hissediyordum. Tanrım, adam tek bir bakışı ile ‘buz kraliçesi’ lakabı olan beni bile sarsmayı başarmıştı. Arkasından içeri giren diğer adamlar daha kısa boyluydu. Bir grup Japon ile masaya kurulanların yanına giderken, hem yutkunuyor hem de nefesimi düzenlemeye çalışıyordum. Gördüğüm yeşil gözlerde her ne varsa,  bana uzak durmam konusunda uyarılar yapıyordu. Haklıydı da... Ondan uzak durmalıydım çünkü bir sevgilim vardı ve evliliğim çok yakındı.   Masaya bir adım kadar uzaklıkta durup, önce dikkatimi dağıtan adama saygı ile: “Efendim hoş geldiniz,” dedim. Sonra da Japonlara dönüp eğilerek “Yokoso” diyerek aynı şeyi tekrarladım. Hemen ayaklanan adamlar aynı şekilde bana selam verirken; kolumun altında olan menüleri herkesin önüne koyarak geri çekilmiştim.   “Anata no menyü (menüleriniz)” deyip yeniden saygı ile eğildiğimde hepsi bana teşekkür etmişti. İki kişi hariç. Siyah saçlı, iri cüsseli adam ve en az onun kadar iri olan diğer kumral saçlı beyefendi ses etmese de, üzerimde bir çift gözün olduğunu hissedebiliyordum. Sırtım karıncalanıyor, avuçlarımda serin ter damlaların varlığı kendini belli ediyordu.  BÖLÜM NASILDI? 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD