ŞAHİN
Şüpheli gözlerimi İnci'nin üzerinden alamıyordum. Bu zamana kadar hiçbir kadın aklımı karıştırmayı başaramamıştı. Fakat karşımdaki kadın şeytanın vücut bulmuş hali gibiydi. Hem güzeldi, hem zeki. Çok güzeldi. İnsanın aklını karıştıracak, akşam yemeğinde ne yediğini unutturacak kadar güzeldi. İster istemez gözüm sürekli ona kayıyordu.
Biçimli bir vücudu vardı. Üstelik dönüp tekrar tekrar bakmak isteyecek kadar dikkat çekiyordu. Spor yaptığından olsa gerek orantılı hatlara sahipti. Bir erkeğin aklını beyninden koparıp bacak arasına indirecek kadar hem de.
Rona’nın verdiği elbisenin üst düğmelerini bilerek açık bıraktığına adım kadar emindim. Ben tehlikeliyim, şeytanın tekiyim diye bağırıyordu sanki. Benimle resmen oyun oynamaya cüret ediyordu.
Bir an, kısa bir an neredeyse ona inanıyordum. Bir halt bilmediğine gerçekten kanacak noktaya getirmişti beni. Beni! Herkese şüpheyle yaklaşan Şahin Ömerli’yi... Elini sıkmakla, boynuna yapışmak arasında kaldım. Beni kandırmaya nasıl cüret ediyordu?
“Ben senin bu oyunlarına gelmem,” dedim. Bir elimi yeniden cebime sokarak ona doğru bir iki adım attım. Gözlerini kırpıştırıp ilgiyle beni süzerek dudaklarını yaladı. Derin bir nefes aldım. Şeytan mı demiştim? Şeytana bile pabucunu ters giydirir bu kadın!
“Ne oyunu?” dedi aptala yatarak. Hem ağlayıp hem de cazibeli görünmeyi nasıl başarıyordu acaba? Babası bunun için de eğitim mi aldırmıştı? Erkekleri baştan çıkarmanın on altın kuralı adı altında bir kurs falan mı vardı? Neyse ki böyle basit oyunlara gelecek biri değildim. Yine de kaçırdığım ve elindeki bilgilere ihtiyacım olan bir kadın olmasaydı çoktan altıma almış olurdum. Sertçe... İnletircesine...
Bedenim düşüncelerime tepki verince İnci’nin bakışları önümde beliren kabarıklığa takıldı. Burnuma dolan kokusu bir işkenceye dönüşünce hızla uzaklaşıp cama yaklaştım. Oda yeterince kokusuna maruz kalmıştı ve bence hemen havalandırılması gerekiyordu. Camı açarak içeriye hava girmesini sağladım. Beynime bir miktar oksijen lazımdı.
Bir kez daha tespihi elimin içinde cevirdim ve avucumun içinde ısınan taşlarıyla oynadım. Tek zeki olan o değildi. Bugünlere kolay gelmemiş biri olarak her oyununu fark ediyordum. Çırpınıyordu. Gözleri duygularını ele vermiyor olsa da bana karşı oynadığı tüm oyunları sonuçsuz kalınca paşa paşa konuşacaktı. Ya seve seve, ya seve seve... Çıkışı yoktu, kaçışı hiç yoktu. Artık elimden tek kurtuluşu istediğimi verdikten sonra olacaktı.
“Benimle ne kadar iyi geçinirsen burada o kadar rahat edersin. Yok, uslu durmazsan her günün bir zehre dönüşür. Beni sakın o duruma getirme. İşte o zaman şu anki adamı mumla ararsın. Ya da bir an önce şifreyi verirsin. Herkes kendi yoluna gider.”
Çenesi gerildi, dişlerini sıktığı her halinden belli oluyordu. Hala bir miktar ağlama modunda gibiydi.
“Anlamıyorsun. Ben şifre falan bilmiyorum.”
Hala konuşmaya istekli değildi. En iyisi, onu biraz düşünceleriyle baş başa bırakmaktı. Tek başına kalıp buradan kurtulamayacağını anladığında dilinin bağı da çözülürdü.
“Anlaşıldı. Sen konuşmak istemiyorsun. Yarın tekrar deneriz. Sen düşün bence bu gece. Şimdi beraber bir yemek yiyelim. Karnın doyunca belki daha sohbet etmeye hazır olursun.”
Kapıya doğru yürüyerek Rona’ya seslendim. “Rona, misafirimiz aç. Bize yemek hazırla.”
“Sen beni esir gibi tutarken bir de seninle yemek mi yiyeceğim?” diye sordu öfkeli bir sesle. Sanki biraz önce kur yapan o değilmiş gibiydi. Sanki biraz önce masum gibi ağlayan o değildi. Sert bir bakış atarak omuz silktim.
“Benimle yemek istemiyorsan, bahçedeki köpeklerimle yiyebilirsin.”
Kendilerinden bahsedildiğini hissetmişler gibi ikisi de havlayınca başımla kapıyı işaret ettim. “Bak seni çağırıyorlar.”
“Adi herif! Seni de köpeklerini de istemiyorum. Yemek de yemiyorum.”
Hırsla yerinden kalkıp odadan çıkmak için adım attı. Kolundan sertçe tutup durmasını sağladım.
“Ya bir hanımefendi gibi oturup yemeğini yersin ya da ben zorla yediririm. Şifreyi öğrenmeden ölüm bile yasak sana!”
Kolunu elimden bir hırsla çekip yeniden kalktığı koltuğa oturdu. Ve ateş saçan gözlerini yüzüme dikerek alayla gülümsedi. “Senin elinden yemektense, en azından kendim yerim,” diyerek orta parmağını bana doğru kaldırdı. Yemin ederim korkusu yoktu. Ve bu hali, doğruyu söylemek gerekirse çok ateşli görünüyordu.
“Sofra hazır ağam.” Rona’nın sesiyle başımı zar zor İnci'den ayırıp kapıya döndüm.
“Nereye hazırladın?”
“Kış bahçesine ağam. Gözlerden uzak olmak istersiniz diye düşündüm.”
Rona’nın tepkisine şaşırsam da dışarıya belli etmedim. “Sen düşünme Rona. Sadece söyleneni yap ve burada olanlardan birine bahsedecek olursan, canını yakarım.”
Rona’nın yanakları kızarıp başını mahcup bir şekilde öne eğince içim huzursuz oldu.
“Özür dilerim ağam. Bir daha olmaz,” deyince üstelemeyerek İnci’ye döndüm.
“Buyur. Seni yemek masasından kaldırmıştık. Şimdi yiyebiliriz.”
“Ben tek yemeği tercih ederdim,” demesine rağmen ayaklandı. Önden buyur dercesine elimi uzatmamla koluma çarparak kapıdan çıktı.
“Kahrolası bahçe nerede?” diye homurdandı.
Yanı sıra yürürken “olması gerektiği yerde,” demekle yetindim.
Kış bahçesine çıkınca birlikte masaya oturduk. Ben ne yapıyordum? Neden herkese uyguladığım bir tarifeyi uygulamamıştım ona? Hala burada, bu masada ne işim vardı?
Bıraksaydım da adamlar konuştursaydı. Ne diye çiftlik evine getirmiştim onu? “Kadın olduğu için,” dedi iç sesim. İç sesimi onaylayıp başımı salladım kendi kendime. Elin pisliklerini götürdüğüm depoya götürecek değildim onu. Hem bir kadına o şekilde muamele etmek bana yakışmazdı. Hem de İnci oraya yakışmazdı. Masaya da, ağzından belki laf alırım diye beraber oturdum düşüncesine kendimi ikna ettim.
“Kaç yaşındasın?” diye sordum sohbet açmak için. Önündeki yemeği pek yemiyor oynamaya devam ediyordu. “Yemeğini ye, beni kaldırma!”
Sinirli bir bakışın ardından ağzına bir parça et attı. “Ne yapacaksın yaşımı? Nüfus müdürü müsün?”
“Ne olduğumu sen iyi bilirsin. Seninle sohbet kurmaya çalışıyorum.”
Dik başlılığı asla elden bırakmıyordu. Salatadan bir çatal alırken ben de etimden bir parça alıp gözlerimi yeniden üzerine diktim.
“Niye? Arkadaş falan mı olacağız,” diyerek havaya tırnak işareti çizer gibi yapıp “ağam,” dedi.
“Şifreyi söylersen belki oluruz.”
“Ben şifre bilmiyorum.”
“Yaşını biliyorsundur,” dedim inatla.
“Yirmi yedi,” dedi homurdanarak.
Aslında yaşını ben de biliyordum. Sadece sohbet olsun diye soruyordum. İtalya’da mücevher tasarımı okumuş, döndükten sonra kendine ait bir tasarım atölyesi açmıştı. Hayatında bilinen kimse yoktu. En azından kaçmaya başladığı zamana kadar. Yirmi beş yaşından beri kaçıyordu. Hayat onun için son bir buçuk yıldır zordu. Babasının kaybı tüm akbabaların onun peşine düşmesine neden olmuştu. Şifreyi söylese her şey bitecekti ama inatla söylemiyordu.
“Baban için üzgünüm,” diye devam ettim. “Senin için zor olmuş olmalı.”
Çatalını sertçe masaya bıraktı. “Babamın adını o pis ağzına almasan iyi edersin.”
Bir öyle davranıyordu bir böyle. Öfkeyle soludum. O damarıma bastıkça canını yakmak daha cazip bir hale geliyordu. Masadan hızla kalkıp karşımdaki kadının yanına geçtim. Ellerimi masanın üstüne koyup üzerine doğru eğildim.
“Damarıma basmaktan vazgeç. Böyle konuştuğunda o dilini kesmek istiyorum.”
“Bence öpmek de bir seçenek. Bedeninin verdiği tepkileri göz önüne alırsak.”
Bu kendini beğenmiş tavrı sinirlerimin gerilmesine sebep oldu. Toy bir adam değildim ki iki gülüşe, iki göz kırpışa kendimi kaybedeyim?
Elini tuttuğum gibi pantolonumun önüne getirdim ve kulağına eğildim. “Bak, bir ölü kadar hareketsiz.”