ŞEHNAZ İNCİ
“Rekabet dünyasında iki seçeneğin vardır. Kaybedebilirsin. Ya da kazanmak istiyorsan değişirsin,” derdi babam Süleyman Oğuzbey! Ben kazanmak için değişmeyi göze almıştım. Çünkü başka seçeneğim yoktu daha doğrusu önüme başka seçenek sunulmamıştı. Önce kaybetmeyi tattırmışlardı bana. Dibine kadar kaybettim derlerdi ya, ben de dibine kadar kaybetmiştim. Ve bu kez kazanmak için değişmiştim.
Aynadaki kadın bana hem oldukça tanıdık hem de bir o kadar yabancıydı. Yaklaşık iki yıldır tanışıyorduk kendisiyle. Aslında değişen bir şey yoktu. Yalnızca saklamayı iyi öğrenmiştim. Aynadaki aksime göz kırpıp abartılı makyajımı tazeledim. Bir otelin restoranına yemek yemeye inerken de peçe takacak değildim. O kadar da değildi. Tüm önlemlerimi almıştım. İki yıldır süren kovalamaca sonunda yormuştu beni. Birkaç gün dinlenmek benim de hakkımdı değil mi?
Otelin lobisine inip restoranın yerini öğrendikten sonra adımlarımı zarif ama oynak bir şekilde restorana yönlendirdim. Ben Şehnaz İnci Oğuzbey, yer altı mafyasının lideri Süleyman Oğuzbey’in hayatta kalan tek varisi, bugün şımarık ve çapkın kızı rolüne bürünmüştüm. Babam dahi mezarından çıkıp gelse beni tanıyamazdı. Yüzümde iki kilo cırtlak renklerden oluşan bir makyajla aynada ben de kendimi tanıyamamıştım.
Otururken bacağıma taktığım silahımın görünmemesine dikkat ettim. Bazı şeyler son iki yıldır hiç değişmiyordu. Fingirdek gibi görünürken bile o silah yerinde olmalıydı.
Çapkınca etrafı süzüyor ve bir yandan da yemeğimi yiyordum. Niyetim yatağa adam atmak değildi elbette. Belayı tanımaktı ve benim de peşimde yeterince bela vardı.
Belanın geldiğini daha kendisi teşrif etmeden hissetmiştim. Altıncı hisleri kuvvetli, rüyaları çıkan biriydim. Rüyalarım bir nevi yol göstericim olmuştu artık. Babamdan sonra rehberim içgüdülerimdi. Küçükken gördüğüm rüyaların çıkması ödümü koparırdı, şimdiyse alışmıştım. İnsan bu hayatta her şeye alışıyordu. En sevdiği insanın ölümüne bile...
Ensem karıncalandı. Oturduğum yerde dikleşirken etrafa salakça gülücükler atmaya devam ettim. Bir elim çatalımdaydı ve diğer elimi yavaşça bacağıma indirip silahımı kavradım.
“Aklından bile geçirme küçük hanım.” Kulağıma kadar eğilmeye cüret eden adamı görmek için başımı çevirip yüzünü görmeye çalıştım.
İki yıl boyunca süren kaçış bitmiş miydi şimdi. Has siktir!
“Yanlış bir hareketinde şu etrafta gördüğün herkesi kurşuna dizerim. Ve sebebi senin hatan olur. O yüzden uslu dursan iyi edersin.”
Uslu durmak mı? Aklını kaçırmış olmalıydı. Ne diye uslu duracaktım? İstediği kişiyi öldürebilirdi. Seçim onundu, benim değil ve hata da ona ait olurdu. Onların silahından çıkan kurşunların vicdanını çekmek neden bana düşsündü ki? Ya öl, ya öldür. Başka seçenek kalmadığında ölmektense öldürmeyi tercih ederdim. Hayatta kalmak için yeterince sebebim vardı. Ölmenin sırası da değildi şimdi.
Yavaşça yerimden kalktım ve yönümü beni avladığını sanan adama döndüm. Etrafımız birkaç adamı tarafından sarılmıştı. Bir kadın için gurur oluşturacak bir tabloydu. Düşünsenize, yalnız başına olan bir kadını yakalamaya araba dolusu adam gelmişti. Yarım ağız gülümsedim.
“Götüne de güvenmiyorsun demek ki?” dedim ele başlarına gözümü dikerek.
Bakışlarımız ilk kez çakıştı. Benden yirmi yirmi beş santim uzun duruyordu. Boyum 1.72 olduğuna göre en az 1.90 falan olmalıydı. Yapılı ve kaslıydı. Kahverengi gözleri karşısındakini korkutacak derecede sert bakıyordu fakat bu bakışlar bana sökmezdi. Çocukluğum ve hayatım böyle insanlar arasında geçmişti.
Beni korkutmaktan ziyade etkilediğini kabul etmem gerekiyordu. Bakışları istediği her neyse alabilecek ve bu uğurda her şeyi yok edebilecek birine ait gibiydi. Herkesin bakışlarını üzerimize çekmeyi başarmıştı. Otel çalışanları bile uzak durduğuna göre bu kez düşmanım bizzat ayağıma gelen eli kolu uzun biriydi. Köpeklerini göndermek yerine kendi teşrif etmişti.
“Kiminle muhatap oluyorum?” diye sordum.
“Azrail’inle,” dedi ciddi bir sesle. Dudaklarında hiçbir oynama olmadı. Dalga geçmiyordu.
“Memnun oldum. Ben de Şehnaz İnci Oğuzbey,” diyerek elimi uzatıp gibi yapıp bir adım daha ona yaklaştım. Diz kapağımı iki bacak arasına sertçe geçirdim. İki büklüm olmasıyla yavaşça kulağına yaklaştım.
“Kim kimin Azrail’i olacak göreceğiz,” dedikten sonra bacağımdaki silahı çıkarıp bana dönen ona yakın silahı umursamadan kendi silahımı başına dayadım. Bedenimi arkasına alıp adamlara karşı kendimi kolladım.
“Seni küçük fahişe,” dedi sinirli bir sesle. “Bu hatanın bedelini fena ödeyeceksin.”
“Beni hafife almak senin hatandı.”
“Öyle diyorsan,” dedi rahat bir sesle. Sanırım acısı geçmiş olmalıydı. Hakkını teslim etmem lazımdı. O dizi yiyen nice adam önümde dizleri üstüne çökmek zorunda kalmıştı.
“Şahin Bey’im,” dedi adamlardan biri. Bize doğru adım atınca elini kaldırıp adamın durmasını sağladı. Adını duymamla gözlerim büyüdü. Yer altı dünyasında adı geçen bir tek Şahin tanımıyordum. Amar Ağa’nın yerini alan ikinci oğlu. Ne yani düşman mıydı? Eğer düşmansa babam bana neden Amar Ağa dosttur demişti. Ben Amar Ağa için bu şehre gelmişken onlar düşman safına mı geçmişti?
Sarsıldım. Çünkü babamın verdiği iki isim vardı benim için. İki kale. Biri Hozan Ağa, biri Amar Ağa... Hozan Ağa ölmüştü ve Amar Ağa düşman mı olmuştu? İki kalem var diye düşünüyordum bu yüzden istikametimi doğuya çevirmiştim ve iki kalem artık yok muydu?
Şahin benim sarılmamı fırsat bilip silahımı hamle yapınca gafil avlandım. Silahımı adamına doğru atıp bir eliyle çenemi sıkarak göz göze gelmemizi sağladı.
“Ders bir küçük hanım. Asla düşmanına zayıflığını hissettirme.”
Elimden tutarak beni sürüklemeye başladı.
“Bırak beni,” diye haykırdım. Kabalık restoranda bir Allah’ın kulu yardım etmiyordu.
Beni zorla dışarı çıkarıp arabaya bindirirken yeniden gözlerimin içine bakarak hafifçe alaylı bir gülüş attı.
“Ve ders iki... Asla düşmanın inine girme.”
Kapıyı suratıma çarparken derin bir nefes aldım. Ben o ine benim için kale olan bir yer diye düşünüp girmiştim. Kalenin düşman safına geçtiğini anlamamak benim hatamdı. Ve insan her zaman hatasının bedelini öderdi.
Yanıma oturmasını, adamının arabayı çalıştırıp otelden uzaklaşmasını umursamadım. Çünkü kafam sorularla doluydu. Ben bunu nasıl fark etmemiş ve böyle bir hata yapmıştım. Burada, bu otelde güvende olduğumu hissettiğim için rahat davranmıştım. Eğer düşman olduklarını bilseydim asla beni bu şekilde tongaya düşüremezlerdi.
“Amar Ağa’nın düşman safına geçtiğini fark etmemek benim aptallığım.”
Bakışlarını camdan koparıp bana döndü. Üzerime diktiği yoğun bakışları görmesem de hissediyordum.
“Babamın olanlarla hiçbir ilgisi yok. O hala aynı adam. Onun şerefine leke sürmene izin vermem.”
Bu ne demekti? Yani düşman olan babası değil sadece kendisi miydi? İyi de niye?
“Şerefsiz olan benim diyorsun yani?” dedim yüzümü ona çevirip.
“Doğru konuş! Ne uzun dilin var senin! Bir susmadın.”
“Kendin öyle söyledin. Ben sadece seslendirdim. Babanın şerefi sağlamsa seninki bozulmuştur. Bu kadar basit.”
“Sen bu küstahlığının bedelini fena ödeyeceksin.”