LEYLAN
“Herkese afiyet olsun,” diyerek sofraya oturan Şahin abime yandan bir bakış attım. Dün gece telefonda yeterince kükrediği yetmemiş gibi bu akşam özellikle küfretmeye mi gelmişti acaba?
“Otur,” dedi babam. “Önce yemeğimizi yiyelim. Ardından şu kız kaçırma işini konuşalım.” Babamın sesi sertti. Bense şaşkın bir şekilde Şahin abime dönmüştüm.
“Naze'yi neden kaçırdın ki? Zaten nişanlı değil misiniz?” diye dalga geçtim. Dün gece peşine düştüğü kadın kimse onu mu kaçırmıştı acaba? Yine ne işler çeviriyordu?
“Sen hiç konuşma Leylan. Babamla işim bitsin, ben de seninle konuşacağım.”
“Desenize konuşan konuşana,” dedim gülmeye çalışarak. Sabahtan beri sırasıyla önce babam, sonra annem, sonra Acar abim ile konuşmuştuk. Bugün herkes benimle hoş sohbet havasındaydı galiba.
“Yemeğinizi yiyin,” dedi babam bizlere huysuz bir bakış atarak. Bugün laf yiye yiye ben de yemek yemeye hal kalmamıştı ama bir şey demedim.
Yemeğimi tırtıklamaya başladım. Annem kendine yazık ediyorsun demişti. Babam artık hareketlerine çeki düzen ver demişti. Acar abim ise daha ne kadar zorlayacaksın olmayacak bir şeyi diye sormuştu.
Herkes fikrini beyan ediyordu da bana fikrimi soran hiç olmuyordu. Babam ve abilerim benim yüzümden zor durumda kalıyordu farkındaydım. Belki başka bir ailede olsam sırf bu yüzden bir başkasıyla evlendirmek için daha da acele ederlerdi. Neyse ki benim ailem o başkaları gibi değildi.
Babam birçok defa haber gönderen görücüleri reddetmişti. Ben istemediğim için kimsenin kapımızdan içeriye girmesine izin vermemişti. Fakat bizim ev sınırları içinde iyice ortaya dökülen Ferhad konusundan artık babam da rahatsız olmaya başlamıştı. Ferhad beni istemediği için ben ne dersem diyeyim bir önemi yoktu. Savunacak bir olayım da yoktu.
***
Babamlar yemeğin ardından topluca çalışma odasına çekildiler. Şahin abimin ne işler çevirdiğini merak etsem de uzun zamandır olduğu gibi yine dinleme modunda değildim. Eskiden olsa onlar odaya girer girmez kulağımı kapıya dayar ve ne konuştuklarını duymaya çalışırdım. Beni her seferinde dışarıda bırakmalarına acayip bozulurdum ama bu kez umurumda değildi. Hem de hiç.
“Ben atölyeme iniyorum,” dedim anneme. Kaçış yerime, kendimi dinlediğim gizli mekanıma, ruhumu doyurduğum boyalarıma. Her insanın kendini bulup tekrar kaybettiği ilgi alanı farklı olurdu. Kimi şiir yazardı, kimi müzik dinlerdi, kimi enstrüman çalar, kimi de benim gibi çizerdi. Ben de çiziyordum. Resim çizmek, bembeyaz bir tuvali hayal dünyamın renkleriyle boyamak hoşuma gidiyordu. Çizerken kendimi kaybediyor, bittiğinde kendimi buluyordum.
Fırçam tuvale dokunduğu anda adeta iç dünyamın kapıları aralanıyordu. Fırçamın her bir dokunuşu, içimdeki duyguların kağıda dökülmesini sağlıyor ve benim için her bir darbe bir sese dönüşüyordu. Herkes kendisi için bir konuşma şekli inşa ederdi. Gözleriyle, mimikleriyle, hareketiyle... Benim konuşma şeklimse resimlerimdi.
İlk çizgi içsel bir çağrışımı tetikledi. Sarı, belki de içimde parlayan bir ışığı temsil ediyordu. Umudumu...
Ardından fırçamı mavi renge değdirdim. Gökyüzü mavisi, huzuru ve sükûneti çağrıştırıyordu. Arada bir beliren koyu gölgelerse içimdeki hüzne benziyordu.
Her fırça darbesi, bir öykü anlatıyordu benim için. Tuvalin üzerinde dolaşan fırça geçmişin izleriyle buluşuyor, unutmak istediğim anlar resimle bütünleşiyordu. Geçmişin hüzünleri geleceğe dair umutlarla birleşmişti.
Ferhad’ın gözleri tuvalin ortasından bana bakıyordu. Bunu hangi ara çizmiştim ben? Kendimi o kadar kaptırmıştım ki güneş ve bulutların arasından Ferhad’ın gözleri bana göz kırpıyordu. Tuvali parçalamakla koynuma alıp saklamak arasında gidip geldim. Bu adam ne hale getirmişti beni?
Sevginin insanı mutlu eden bir duygu olduğunu düşünüyordum canımı yaktığı zamana kadar. Meğerse her sevgi mutlu etmiyormuş insanı. Ailem gibi ben de yorulmuştum artık canımın yanmasından. İçimi delip geçen, beni her gün biraz daha mutsuz eden bu hislerden yorulmuştum.
Onu hem merak ediyor, hem de unutmak istiyordum. Bana bakışları aklıma geldikçe unutmak imkansız bir hale geliyordu. Beni gerçekten istemiyorsa, gözlerindeki bakışların anlamı neydi? Neden dokunamadığı bir çiçeğe bakar gibi bakıyordu? Neden her defasında çaresiz bir hüzün görüyordum gözlerinde?
Kimse anlamasa da ben anlıyordum iste. Hayatım etrafımdaki her bir detayı fark ederek geçiyordu. Duygular konusunda, davranışlar konusunda, insanları inceleme konusunda herkesten çok daha iyiydim. Benim mesleğim detayları fark etmekti, herkesin görmediğini görmekti. Kimse Ferhad’ın gerçekte bana nasıl baktığını görmüyordu. Ama ben görüyordum. Gözleri kıyamazken, sözleri niye öldürüyordu her seferinde? Öyleyse neden hala eziyet ediyordu ikimize de? İşte bunu bilmiyordum.
Onu görmek istiyordum. İyi olup olmadığını bilmeye ihtiyacım vardı. Son kez görmem gerekiyordu. Artık kararımı vermiştim. Hastanedeki tavrından sonra artık gerçekten de son olacaktı. Son bir kez konuşmayı deneyecek ve ondan sonra yoluma bakacaktım. Ya benimle yürüyecekti ya da bundan sonra gerçekten de yollarımız ayrılacaktı. O bir adım atmadıktan, beni hala kırmaya devam ettikten sonra gözlerinde gördüğümün bir önemi artık kalmıyordu. Yeterince sabretmiş, yeterince gururumu bir kenara atmıştım. Bundan sonrası ya hep ya hiçti. Fakat her şeyden önce evden çıkıp Urfa’ya gitmenin bir yolunu bulmam lazımdı.
***
ŞAHİN
“Sen bu işe karışma baba.”
Babam yumruğunu masaya geçirdi. Eskiden olsa o yumruk masaya indiğinde yerimden sıçrar, korku dolu gözlerle bana patlamasın diye beklerdim. Oysa şimdi içimdeki çocuk gibi korkularım da yok olmuştu. Babamın yumruğu artık sinek vızıltısı gibi geliyordu. Bu elbette kendimi bir halt sanıyor olmamdan değildi. Ben ömrüm boyunca babama duyduğum saygıyı hiç kimseye karşı duymamıştım. Fakat artık meydan onun değildi ve benim o leş meydanına babamı karıştırmak gibi bir niyetim yoktu. Onun zamanında işler nasıldı çok bilmiyorum ama bu zamanda at izi, it izine karışmıştı ve benim, yılların adaletli ağası Amar Ağa’yı kimseye yem etmeye niyetim yoktu. Ne adına leke sürdürürdüm, ne de namına.
“Ne demek karışma? Sen bu olayın başına açacağı dertlerin farkında mısın?”
“Keyfimden kaçırmadım,” dememle Acar abim araya girdi.
“Kız kaldırmak ne demek lan?” dedi abim. Anlaşamadığımız bazı konular olsa da abime de saygım vardı. Elinden geldiğince babamın yaptığı her işe karşı durmuştu. Ne ağalık demişti, ne de mafyalık. Tek istediği hakkıyla mimar olabilmekti. Fakat hayat insanı öyle bir hale getiriyordu ki hayır dediğine eyvallah çekmek zorunda kalıyordu insan. Abim için de öyle olmuştu ve buna rağmen, kendi yolunu kaybetmeden hem mimar olmuştu hem de ağa... Lakin kendi işlerinden kafasını kaldırıp benim işlerime karışamazdı. Nasıl ki ben onun aldığı kararları sorgulamıyorsam o da beni sorgulayamaz, hesap soramazdı.
“Bu işe kimse karışmayacak. Bilmediğiniz şeyler var, sorgulamayın. Ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi. Herkes kendi işine baksın.”
“Bu iş hiç hoşuma gitmedi Şahin, bilesin,” dedi babam.
“Baba,” diye uyardım. Acar anlamasa da babamın anlaması gerekiyordu. Kimlerle uğraştığımı bilmiyor muydu?
“Nişanlının ailesine ne diyeceğiz?”
“Kimsenin haberi yok bu durumdan. Nereden duyacaklar?” dedim hoşnutsuz bir sesle.
“Kendi otelinden kız kaldırdın Şahin. Onları tanıyanlar var. Haber uçuran olmuştur belki.”
“Duymuşlarsa gerekeni yaparız. Ben şimdi çıkıyorum. İki gün işim var. Sonra çiftliğe geçeceğim. Bu süreçte herkes benim çiftliğimden uzak dursun,” diyerek odadan çıktım.
***
İKİ GÜN SONRA
Çiftliğe vardığımda saat gece yarısını geçiyordu. Kürşat’tan gerekli bilgileri alıp yukarıya çıktım. Işıklar kapalıydı, hem Rona, hem İnci yatmış görünüyordu.
Üzerimi soyunup hızlıca duşa girdim. İki günlük koşuşturmaca beni oldukça yormuştu. Neyse ki yıllık toplantı dedikleri saçmalığı da anlatmıştım.
Belime bir havlu sarılıp banyodan çıkmamla, bir parça gecelikle odanın ortasında duran İnci’yi görmem bir oldu. Amacı neydi bu kadının?
“Beni kaçırıp sen nereye kayboldun acaba?”
“Ben buradayım da senin bu halin ne? Şimdi nasıl bir oyun oynuyorsun?”
“Senin derdin şifre değil, senin derdin benim bence,” diyerek üzerime doğru gelmeye başladı. Bu kadın adama niyet dahil her şeyi bozdururdu.
Bir parmağını uzatıp boynumdan aşağıya yavaşça hareket ederek havluya geldi. Her şeyi boş verip onu yatağa atmak için derin bir arzunun içine gömüldüm. Şifresini sikeyim. Bir elimi beline atıp kendime doğru çekmemle silah sesini duymam bir oldu.
Silahımı sarılmak için elimi belime attım ama boşa bir çırpınıştı. İnci’yi kendimden uzaklaştırıp hızlıca giyindim. Onu kolumdan tuttuğum gibi banyoya attım.
“Sakın buradan çıkma,” dediğim sırada Kürşat odaya daldı.
“Ağam nişanlının aşireti çiftliği bastı.”
İnci üzerinde bir parça kıyafetle örtmeye çalıştığım kapıyı hızlıca itti. “Sen nişanlı mısın?” derken resmen nefret kusuyordu.
“Hay ben böyle işi sikeyim.”