Rümeysa'nın o dört gözle beklediği nişan gününe bir hafta kalmışken heyecan hızla artmış, koşuşturmalar başlamıştı.
Karşısında oturmuş ara vermeden önündeki kağıtlara bakarak bir şeyler anlatan kadını dinleme işi ise Sima'nındı. Buna rağmen aklını bir türlü veremiyordu. Birçok kez güzel arkadaşına bu işleri kendisine yaptırmamasını, bir aksilik ya da eksik çıkabileceğini söylemişti ama Rümeysa kesinlikle kendisini dinlemiyor, ha bire iş kitliyordu. Sima ise neden böyle yaptığının pekala farkındaydı. Onca zamana rağmen bulanık olan aklını toparlaması için bir şeylerle uğraşmasını istiyor, kendince arkadaşını depresyondan kurtarıyordu.
"Sima hanım." diye seslendi karşısında oturan kapalı kadın. Yeşil, kenarları dantelli şalının bir yanını sırtına atmış, diğer yanı göğsünün üzerinde aşağı sarkıyordu.
"Mor ve altın sarısında karar kıldık değil mi?"
"Evet, evet." diye onaylayarak son kez önündeki kağıtlara bakındı Sima.
Kendi düğününde bu işlere hep Rümeysa bakmıştı.
Daha fazla itiraz edemez, bahane uyduramazdı.
"Öyleyse ben hepsini hazırlatıyorum." diyerek notlarına bakınıp telefonunu kurcalamaya başladı genç kadın.
"Yiyecek içecek türü de tamam. Herhangi bir değişiklikte, son üç güne kadar haber verebilirsiniz."
"Teşekkürler." diye son derece güler bir yüzle ayaklanıp genç kadına elini uzatttığında, kendi telefonuda yüksek sesiyle ortalığı inletmeye başlamıştı.
Ekrandaki isme pek bakma gereği duymadan açtığında kim olduğunu tahmin edebiliyordu. Zaten yarım saatte bir arayıp duruyordu.
"Efendim?"
"Sima, ne yaptın?"
"Hallettim, renkleri söylediğin gibi ayarladık. Alkol oranını da azalttırdım."
"Hah iyi yapmışsın. Ha ne diyeceğim, kuyumcuya geçiyorum, bana yetiş."
"Niye, bir sorun mu var?" derken çantasını alıp açık havada bulunan iş yerinden yola çıkarak arabasına binmişti bile.
"Yüzüğün taşı oynuyor demiştim ya, onu halledeceğim."
"Figen'le Miraç yemeğe çıkalım diyordu, sen oraya gelsen?"
"Ha o da olur. Tamamdır konum atarsın." diye şikayetsizce kapattı Rümeysa.
Arabasına binip yan koltuğa bıraktığı telefonu trafiğe girdiğinde yeniden çalarken bu kez önüne bakmak zorunda olduğu için arayana bakamadan açtı Sima.
Bilmediği numaraya:
"Efendim?" diye seslenirken karşı taraf gözlerini kapatıp sıktığı dişlerini biraz daha zorlar olmuştu.
"Alo?" diye yeniden ses veren kadınla yutkunup damarlarını ortaya çıkaracak bir gerginlik yaşarken niye böyle bir işe kalkıştığını kendiside bilmiyordu.
Telefon birden yüzüne kapandı, ama bu yine de onu bir mantığa iteleyebilmiş değildi.
Ee, numarasını alıp aramıştı da ne olmuştu yani?
Nefes alış verişi şiddetli bir hâl aldığında elini inip kalkan göğsüne koydu. Geriye yasladığı başı patlayacakmış gibi ağrıyor, ağırlaşmış göz kapakları zor dayanıyordu.
Adım adım bir kadının güzelliğine yandığını hissediyordu ve elinden hiçbir şey gelmiyor, kendini durduramıyor, günlerdir onu düşünen aklına mukayyet olamıyordu.
Yüreğinde hissettiği sıcaklık midesini kramplara sokarken oturduğu yerde öne doğru eğilip elini dağınık saçlarına geçirdi. Her daim şeklininde neden olduğu çatık kaşlarının altındaki gözleri karşısındaki boş duvarı bulduğunda, titreşen telefonu dikkatini dağıtmıştı. Ya da o öyle sanıyordu. Çünkü arayan tam da oydu.
Çok kısa bir süre ekranına öfkeli bakışlar attığı telefonu kaptığı gibi karşısındaki duvara fırlattı. Var gücüyle attığı telefonun camları etrafa sıçrarken, iri cüssesiyle öylece bekledi. Gelen kişi olanları umursamayan edasıyla yerdeki telefondan aldığı bakışlarını kendisine yönelterek:
"Kart geldi." diye söylendi. Kaşlarını biraz daha çatan Ejder konuşmazken Erdi omuz silkti.
"Nişan davetiyesi."
...
"Bu aralar kötüsün." derken meraklı bakışlarını patronuna çevirdi Erdi.
Gerçi Ejder ona pek patron gibi değildi.
Yıllardır, bu işlere giriştiğinden beri onun yanındaydı ve konumundan da pekala memnundu. Hem Ejder'i yakın arkadaşı -tek arkadaşı- olarak görüyordu. Ki, Ejder de kendisinden memnun olacak ki bunca zaman yaptıklarını sorgulama gereği duymamış, birçok işini ona devretmişti.
"Değil misin?" diye sordu bu kez. Çünkü Ejder öfkeyle bakınmaktan başka bir şey yapmıyordu.
"Anestezist aradı, tatil istiyormuş."
"Bir hafta." diye cevap verdiğinde başıyla onaylayıp telefonuna davrandı Erdi. İzin isteyen çalışana tatil izninin haberini verirken trafiğe girmiş aracın camını indirip etrafa bakınışını izledi.
Güneş yüzüne vururken fazlasıyla sinirli görünen Ejder etrafa bakınıp yapması gereken işlerini düşünmeye çalışıyordu.
Tam da kafasını meşgul etmeye çalıştığı o anlarda, gözleri bulundukları caddenin sağ yanına düşen, üst katı fazlasıyla büyük olan pencereleri yüzünden, rahatça görünen restorana takıldı. Tam yanında oturan Erdi kendinden oldukça uzun olan adama ne olduğunu sorarcasına bakınıyordu.
Adamının sorularını duymamazlıktan gelen Ejder sanki hayatında ilk kez gördüğü değerli bir madenden yana adımlıyor gibi temkinlice arabadan indi.
Yüreğinin kapısını aralayan bu belirsiz şeyden emin olamazken gördüğü kişi yeterince mutlu görünüyordu.
Daha öncesinde midesinde hissettiği heyecanlı sıcaklık, yeni bir hissiyat verirken biraz daha öfkelendi.
Neydi bu olanlar?
İstese şuan o narin, kendisini aç bir kurt gibi hissettiren parlak gerdanını parçalayabilirdi. Dalgasında uyuyakalma hissi verip güneşte parıldayan saç tellerini tek tek kesebilir, kendine dolayarak kıskançlık yaratan kollarını da, parmaklarını da sırf kendisini teşvik ettiği için kırabilirdi.
Hem ne diye ikide bir karşısına çıkıp duruyordu? Daha ne kadar bu salak saçma tesadüfleri yaşayacaklardı?
Kim bilir, belki de bilerek yapıyordu.
Neden olmasındı?
Belki de yeniden an kolluyor, bu kez tam on ikiden hedefini vurmak istiyordu.
İyi de, o hedef ne diye kendisine ulaşması için çırpınıyor, kaburgasını tekmeliyordu ki? Düpedüz uzuvları da, organları da kendine ihanet ediyor, ondan yana oluyorlardı.
Sonra birden koca adam sağ yanında bir sızı hissetti. Bir saniye, taze yara izi sol yanında değil miydi?
Öyleyse neden hissettiği tekleme, heyecan, kıpırtı, bu garip sızı sağ yanındaydı?
Kafasının içinde kendine hatırlatma mahiyetinde olan bir yankıyla, kan pompalamaktan başka bir görevi olduğunu bilmediği kalbi, nihayet aklına gelmişti.
Daha önce hiç sevilmemişti. Bilmiyordu, belki de öyle sanıyordu.
Ama daha önce hiç sevmeyişi...
İşte o konuda oldukça emindi.
Belki de neler olup bittiğinin, bu hissettiklerinin cevabını o verebilirdi.
Sima'dan yana bir iki adım attı Ejder. Fakat daha aralarındaki mesafeyi yarıya indiremeden genç bir adam görüş alanına girmiş, Sima'yı kolları arasına alıp sarıp sarmaladığı yetmezmiş gibi saçlarını, yanaklarını öpmeye başlamıştı.
Uzaktan olmasına rağmen gördükleriyle put kesilen Ejder sıktığı yumruğu nedeniyle parmaklarını çıtırdatmaya başladı. Çalmaya başlayan korna seslerini umursamazken yumruklarını sıkmaya devam etti. Gözlerinden ateş püskürtecek gibi bakınırken, tam arkasında olan Erdi kime kilitlendiğini elbette fark etmişti.
"Ejder..." diye konuşacak olduğunda sözünü kesti Ejder.
"Erdiii."
Bekledi Erdi. Bu dev adam zaten yeteri kadar öfkeli biriydi.
Ne vardı daha fazlasına neden olacak?
"O herifin adını sanını istiyorum Erdiii."
...
Güneş yeni bir güne doğarken geçen neredeyse bir buçuk ay sonrasındaki alışmışlıkla güne başladı Sima. Ölüm gibi bir şeydi alışmak, ama kimse ölmemişti. Kimse de öyle üzüntüsünden falan ölmeyecekti. Bürodaki kahvaltısından sonra mutfak tarafında bulunup arka sokağa bakan küçük bahçeye çıktığında bu biraz da mide bulantısının geçmesi içindi. Dünden beri doğru düzgün bir şey yiyememiş olmasına rağmen midesi bulanıyor, annesi Sibel hanım bir anne tereddüdüyle haklı olarak söyleniyordu. Belki de annesinin dediği gibi saatlerce oturduğu balkonda üşütmüştü. Elindeki büyük fincan çayıyla derin derin nefes alarak tek bir bulut bile olmayan, güneşin tüm sıcaklığıyla parıldadığı göğe baktı. Gözlerini kapatıp yeni bir soluk aldığından izlendiğini bilemezdi.
Onun gibi bakışlarını gökyüzüne çeviren Ejder, bu saatte burada ne yaptığını bilmese de güneş gözlüklerinin ardından güneşi selamlıyordu. Aslında bu saatte uyanık bile olmazdı. Hiçbir zaman öyle erkenden ayaklanıp işine gücüne bakan biri olmamıştı ki. Ama bu gidişle, sırf onu görmek adına sabahın köründe de olsa kalkmak zorunda kalacak gibiydi. Belki de akşamları gelmeliydi. Ya da öğle molasında...
"Pişman olacaksın." diye elindeki iki kahve bir sandviçle araca binen Erdi, Ejder'e kahvesini uzatırken sandviçinden söz ediyordu.
"Yakın yer bak, gideyim alayım istersen." dediğinde kahvesini yudumlayarak başını iki yana salladı Ejder. Çıkardığı gözlüklerini torpidoya bırakırken gözleri yine aynı yeri bulmuştu. Direksiyon başında oturmuş oldukça aç bir şekilde sandviçini yiyen Erdi'nin de bakışları genç kadına gitmiş, bir an için ısırdığı lokmasını çiğnemeyi durdurup Ejder'e bakınmıştı. Yeniden çiğnemeye başladığı parçayı yuttuğunda gözleri patronu ile genç kadın arasında gidip gelirken konuştu:
"Öldürmekten vazgeçtin..." dediği an üzerine aldığı bakışlarla oturduğu yerde kıpırdanıp:
"İyi tamam, hiç düşünmemiştin diyelim. Ama anlamadığım, sabahın köründe neden buradayız?" diye sordu. Sorusuyla adamından aldığı bakışlarını yeniden genç kadına diken Ejder, sessiz kalmıştı. Bu soruya verebileceği bir cevabı yoktu. Tam olarak kendisi de burada ne yaptığını bilmiyordu ama, gidemiyordu da. Eli göğsünün sağ yanına giderken kalbinin atışıyla derin bir iç çekip, bu kez parmaklarını sol göğsüne, yarasının üzerine götürmüştü. Eli yumruk halini aldığında, yumruğunu iki kez yarasının üzerine indirdi. Hissetmiyordu bile. O gözleri görene kadar kimsenin haberi olmadan sağ yanında taşıdığı şeyi de hissetmiyordu ama, şuan atışı tüm bedeninde yankı yapıyor, buradayım, hisset, beni duymanı sağlayanı bana getir, diye bağırışını duyar gibi oluyordu.
"Güzel hatun ama." diye onun gibi genç kadından yana bakan Erdi, yeniden patronuna döndüğünde sinirle kendisine baktığını gördü. Yeni bir kıpırdanmayla emin olamayarak parmağıyla işaret edip:
"Sen.." diye konuşacakken duraksayıp:
"Onunla..." derken tek bir hareketiyle sözünü kesti Ejder. Kırpmadığı gözünü bir an bile Sima'nın üzerinden çekmezken başını usulca aşağı yukarı salladı. Eli yeniden kalbine gittiğinde bir iç çekmiş, yarısının üzerine gittiğinde ise bir kez daha yumruğunu göğsüne göğsüne vurmuştu.
Dünya ele avuca sığıyor.
...
Nişana yalnızca birkaç gün kala gençler çıktıkları akşam yemeğinde gülüşmeye, ortamı eğlenceli tutmaya çalışıyorlardı. Görünüşte en mutluları ise nişanı olacak çift, Rümeysa ile çok sevdiği, çok sevgili nişanlısı Talat'tı. Rümeysa bu genç adama üç koca yılını verdiğine kesinlikle pişman değildi. Neden olsundu ki, birbirlerini seviyorlardı ve Talat bu zamana kadar onu hiç üzmemişti. Üstelik ailesine karşı da oldukça saygılıydı. Rümeysa, Sima'nın annesi Sibel hanım gibi bir anneye sahip olmasa da, her şeyin huzurlarını bozmadan sorunsuz ilerlemesini isteyen bir babası vardı.
"Ee Sima, şimdi ne yapacaksın?" diye soran yumuşak yüzlü genç adamla hepsi Sima'dan yana dönmüş, kadehini dudaklarına götüren Rümeysa birden nişanlısına çıkışmıştı.
"O nasıl bir soru ya?"
"Yani, yazın ne yapacaksın manasında..." diye düşüncesiz sözlerini düzeltmeye çalışırken Figen'le göz göze gelmiş, bıyık altından gülen genç kadın Talat'a göz devirip tabağına dönmüştü.
"Öyle sor o zaman." diye yeniden çıkıştı Rümeysa. Uzanıp sağ yanında oturan arkadaşının eline dokunan Sima sahte bir gülümseyişle genç adama bakıp:
"Sorun değil, anladım ben seni." diyerek gülümseyişini sürdürdü. Figen ile Talat ise Miraç dururken Rümeysa'nın Sima'yı korumasını hiç anlamıyorlardı. Hoş, koruyacağı bir durum olduğunu da sanmıyordu Figen. Hem hani Sima göründüğü kadar sakin biri değildi, verseydi ya Talat'ın ağzının payını.
Evet, Sima hiç de öyle göründüğü kadar sakin biri değildi. Figen sinirli biri olmakla patavatsızlığın arasındaki ince çizgiden bir haberken, bulundukları restorana Sima'nın ani kararlarıyla, bir deli cesaretiyle neler yapabileceğini anlayan o kişi girdi. Sima güzel güzel Talat'ın sorusuna cevap verip masada oluşan gergin havayı süpürürken Ejder köşedeki masalara doğru adımlıyor, gözlerini genç kadından bir an olsun çekmiyordu. Daha birkaç saniye geçmiş, Ejder oturmaya karar verdiği masanın önüne gelmişti ki, sandalyeye koca cüssesini yerleştirdiği sırada Sima üzerinde hissettiği yoğun bakışlarla ondan yana bakındı. Ejder ağır bir şekilde oturduğu vakit, masaya eğdiği bedenini geriye çekip sanki kendi karşısına oturmuş gibi yüzü asıldı. Midesinde oluşan kramplar bulantıyla birleştiğinde karnına giden eli hızlıca dudaklarına kapanmış, bu da oturduğu yerden fırlamasına neden olmuştu. Topuklu ayakkabıları parlak fayansta ses çıkarırken kendisiyle birlikte ayaklanan arkadaşı Rümeysa peşinden gitmekten vazgeçmiş, oturup müstakbel nişanlısının patavatsızlığını sorgulamayı daha makul bulmuştu.
"Biraz daha kibar olamaz mısın?" diye göz devirerek sorduğunda gülerek kendilerine bakan Figen'le göz göze geldiler. Birbirini sevmeyen bu iki kadın sessizce bakışmaya başlarken ileriki masaya yeni oturan koca bedenin sahibi oturduğu sessizlikle yerinden kalktı. Katlı olan gömleğinin kollarını hafifçe çekerek gözden kaybolduğunda, simli siyah lavaboya ellerini dayamış olan Sima henüz yediklerini çıkarmamak için kendini zor tutuyor, derin derin nefes alıp vermeye gayret ediyordu. Lavaboya sarılmış elleri yumruk halini aldığında eğdiği başını kaldırıp kızarmış gözleriyle aynadaki aksine baktı.
O olaydan...
Beceriksiz intikamından beri bu onu ikinci görüşüydü. Bu koca şehirde kim bilir daha ne kadar karşılaşacaklardı? Peki... Sima buna nasıl katlanacaktı? Kocasının katili elini kolunu sallayarak, üstelik kendisine garip bakışlar atarak gezinip dururken, bunu nasıl hazmedecekti?
O nasıl katlanacaktı bilmiyordu ama, Ejder de bu takiplerinin daha ne kadar süreceğini bilmemekteydi. Sırf öldürdüğü adamın karısı... Hayır hayır, nişanlısı.
Sırf o buraya geldi diye kendisinin de gelmesi gerekmiyordu. Ne yani, bundan sonra böyle mi olacaktı? O nereye giderse kendisi de onunla birlikte gidecek, kendisini gördüğünde tesadüfmüş gibi rol mü kesecekti? Bir nefes kadar yakınında olacaktı ama dokunamayacak mıydı? Avuçlarının içi karıncalanmaya başladığında, omzunu geçen dağınık saçlarını elleriyle bir yana atıp sıkıntılı bir nefes vererek bu kez ellerini yumruk yaparak parmaklarını çıtırdatmaya başladı. Onun gibi yumruklarını sıkan Sima avuçlarına çıkmış tırnak izlerine bakınırken daha fazla burada pinekleyemeyeceğini biliyordu. Yüzüne düşmüş saçlarını kenara çekip parmaklarını göz altlarında gezdirdikten sonra üzerini de düzeltip dışarı çıktı. Beklediği köşeden kapı sesini duyan Ejder kalbinin ilk kez böylesine heyecanlı attığını duyarak ayaklarını harekete geçirdi.
Uzun, dar koridor kısa bir süre içinde onları karşı karşıya getirirken gördüğü iri yarı adamla dudakları aralanan Sima yutkunarak bakışlarını kaçırdı. Dişlerini sıkma dürtüsü hisseden Ejder ise onun gibi yutkunurken, ikisinin de adımları durmuştu. Bomboş koridor şu dakikalarda iki hissiz kalbe ev oluyordu ve biri beyaz bir kardelen misali boyun eğerken, diğeri tüm inadı ve dokunulmazlığıyla dikenlerini gösteriyordu. Titremeye başlayan ellerini yeniden yumruk haline getirdi Sima. Bakışları yere inerken durdurduğu adımlarını atmaya başladı. Onun hareketlenmesiyle Ejder de harekete geçmiş, genç kadının yanından geçip gitmek üzere adımlar olmuştu. Fakat üzerine mühürlediği gözleri donuk bakarken, yan yana geldikleri an kolunu kavrayıverdi. Korkuyla yerine mıhlanan Sima tutulan koluna diktiği buğulanmış bakışlarını yukarı kaldıramıyordu. Bu adamdan korkmaması gerekirdi. Küçük bir yanık izi ya da bir kesik... Ne fark ederdi ki, neden korksundu?
"Tesadüfleri sevmem." diye söylendi Ejder. Bu sözü bakışlarını kaldırıp genç görünümlü korkutucu adama bakmasını sağlamıştı. Kaşları kendiliğinden çatılmış beklerken, kolunu usulca çekmeye çalıştı. İlk çabası başarısız kalırken Ejder genç kadının kolunu biraz daha sıkıp, ince bedenini biraz daha kendine yaklaştırmıştı.
"Yaşamını iyi değerlendir." dedi.
"Yapmadığım, yapamayacağım anlamına gelmez."
Fevkalade bir sessizlik ikisini de kanatları altına aldığında, Ejder'in karanlık bakışları genç kadını baştan aşağı süzüyor, ona bakınırken her parçasının ayrı bir detay olduğunu, her detayının fazlasıyla ilgisini çektiğini kavrayabiliyordu. Sessizlikten fırsat bulan Sima tutulan kolunu var gücüyle çekmeden hemen önce şu sözleri sarf etti:
"Onun huzuru için mutluluğuma devam ediyorum. Yani acı çekmekten vazgeçtim. Ve başarısızlığım umrumda bile değil."
Avuçlarının arasından kurtulup gidişini hayret ve sağ göğsünde hissettiği teklemeyle izledi Ejder. Git gide bir sarhoşluğun içine gömülüyor, ona her dokunuşunda avuç içleriyle birlikte diş etleri de kaşınıp parmak uçları karıncalanıyordu. Aldığı nefesi farkında olmadan tutmuş olması ise cabasıydı.
Onun kokusu ciğerlerine değmişti bir kere. Nasıl uzak kalacaktı?
...
Saçlarının üstüne öylesine attığı şal arada bir kayıp omuzlarına düşerken düzeltmeden duramıyor, toprak zeminden gözlerini ayırmadan adımlıyordu. Başını kaldırıp şöyle bir etrafına baktığında neredeyse gelmiş olduğunu görerek yeniden eğdi. Gözleri daha şimdiden yaşarmaya başlarken sızlayan burnuna elinin tersini sürerek yeniden başını kaldırdı. Mezar taşlarını tarayan bakışları bir noktada durduğunda yavaşlamış adımlarıyla o yana ilerledi. Omuzlarına doğru kayan şalı bir kez daha düzeltip yeni yapılan mezar taşının kenarına oturduğunda eli kurumuş toprağı bulmuş, konuşmak üzere dudakları aralanmıştı. Fakat ne söyleyeceğini, ne anlatacağını bilmiyordu.
"Yapamadım." diye söze girdi. Böyle başlamayı istemezdi ama...
"Kanın avuçlarımın arasında kurudu. Buna neden olan o adamı yok etmek istedim. Ama yapamadım. Kendimi hep cesur biri zannederken, aslında olmayışım öyle canımı yakıyor ki. Ve o elini kolunu sallayarak gezinmesi yetmiyormuş gibi, karşıma geçip gözlerime bakabiliyor. Sanki hiç olmamış gibi, sanki beni yarım yamalak bırakmamış gibi."
Bir iç çekişle susmuş, daha da doğrusu susmak zorunda kalmıştı. Burnunu çekerek gözlerini kırpıştırdığında elinin altındaki toprağa gözünden bir damla yaş düştü. O avuçladığı toprağı yumruk halini almış elinde biraz daha sıkarken, ilerideki bir ağacın ardında kendini izleyen kişi de yumruklarını sıkmış, çatık kaşlarının ardından genç kadının ağlayışını izliyordu. Bu herifin dirisi ayrı bir dertken, belli ki ölüsü de daha ayrı bir dert olacaktı.
Toprak altında yatan bir gereksiz yüzünden tanımıştı onu evet ama, yine onun yüzünden ne yanında varabiliyordu, ne de dokunabiliyordu. Saçlarını örttüğü şal omuzlarına düştüğü vakit sanki dokunacakmış gibi eli o yöne uzanmış, düşüncesindeki imkansızlık yüzünden yeniden yumruk halini almıştı. Ona yakından bakıp dokunamamak çok ağırdı. Fakat uzaktan izlemek...
Çok daha ağır.
Ağlaması biten Sima kızarmış gözlerle oturduğu yerden kalkıp ellerindeki toprakları silkeleyerek mezar taşını okşadıktan sonra gitmek üzere dönmüş, döndüğüyle de kalmıştı. Henüz kurumuş yanakları gözünden düşen küçücük bir damlayla yeniden ıslanırken, atmak üzere olduğu adımını geri çekti. Bir türlü başında durmayan şal omuzlarına doğru yeni bir düşüş yaşarken bakışları da şalla birlikte yere düşmüştü. Bu koca şehrin onca sokağında karşılaşabilirlerdi ama, burada karşılaşmak...
Aldığı derin nefesle ayaklarına bir güç aşılayarak adımlarını atmaya başladığında, Ejder yerinde kaldı. Kendinden yana gelen başı hafifçe eğik, gözleri yerde olan kadın, sanki gerçekten kendinden yana geliyormuş gibiydi. Olmayacaktı belki böyle bir şey, ama bir an olsun oluyormuş gibi düşündü. Adımlarını ürkekçe atışını görebiliyordu, buna rağmen yine de durmuyordu. Metin denilen adamı nasıl bir aşkla sevdiğini görmemek mümkün değildi. Onun için kendisini ölümün pençesi altına atmış, yarasını aşkı uğruna göğüslemişti. Bakışlarını yerde tutmaya devam ederek tam yanından geçeceği sırada aynı dün akşamki gibi kolundan kavradı Ejder. Gözleri yine tutulan koluna giden Sima, bakışlarını bir kez daha öfkeli görünen adamın gözlerine dikmiş, burnundan soluyuşunu izlemeye başlamıştı. Neden bu kadar öfkeliydi? Ya da neden her zaman öfkeli olmak zorundaydı? Belki biraz olsun gülebilirdi. Ne de olsa gözlerine öfkeyle baktığı bu narin bedenin sahibi ona zarar verememiş, vücudunda diğer birçokları gibi bir sinek ısırığı etkisinden öteye gidememişti.
Hayır. Sima'nın sandığının aksine öyle bir etki bırakıyordu ki, sebepsiz yere daha çok öfkeleniyordu Ejder.
Tutulan kolunu çekip başarısız olmasıyla yeniden denerken sıktığı dişlerinin arasından:
"Bırak!" diye tıslayan sesini duyurdu.
"İyi biri olduğunu düşünüyorsun değil mi?" diye sorarken başıyla biraz önce başında olduğu mezarı işaret ettiğinde öfkeli kızarmış gözlerini mezara çevirdi Sima. Henüz başlamış çırpınması usuldan durduğunda sadece mezarına nasıl bir hasretle baktığını görebiliyordu Ejder. Demek ki karşısında diri bedeni olsaydı...
"Böyle bir sonu hak etmediğini düşünüyorsun." diye yeni bir sarsıntıyla genç kadının dikkatini çekerek, gözlerini yeniden kendininkilere mühürledi. Fakat güzel kadın kendisine çevirdiği bakışlarına öfke biriktirmiş, yüzündeki tiksinir ifadeyle bakıyordu. Bakışlarındaki bu nefret hissi Ejder'i daha çok sinirlendirirken basit bir mezar taşının bile kendisinden daha hoş karşılanmasına tahammül edemeyecek hale gelmişti.
"Bir şeyleri hak eden biri varsa, o da sensin." diye gürledi Sima. Öfkeyle burnundan soluyan koca adam tuttuğu kolu biraz daha sıktı.
Evet, seni, diye düşünürken bırakmaya niyeti yoktu. Öyle ki ne tutuşunu gevşetti, ne de bıraktı.
"Onun yerinde sen olmalıydın." diye konuşmasını sürdürdü Sima. Nefretle söylediği bu lafları eşliğinde o da başıyla sevdiğinin mezarını işaret etmişti ama karşısındaki iki katı adam sözlerini çok daha başka algılıyordu. Haklı olduğunu düşünüyordu ama, haklılığı yaşamdaki yeriydi. Metin'in böylesi bir aşkı, böylesi bir sadakati ve böylesine güzel gözlerden akan gözyaşlarını hak ettiğini düşünmüyordu.
"Seni yeterince sevmemiş bile." diye gözlerinden aldığı kara, ürkütücü bakışlarını çehresinde, saçlarında gezdirirken duyduklarıyla kolunu kurtardı Sima.
"Senin gibi bir adam bunu bilemez. Eminim sevginin, aşkın ne olduğunu bile bilmiyorsundur."
Seni görene kadar...
"Gerçekten seviyor olsaydı, gizli saklı işler yapıyor olmazdı." diye genç kadından yana bir adım atarak onun açtığı mesafeyi yok ederken, Sima geriye doğru ikinci bir adım atarak yeniden uzaklaştı.
"Gerçekten seven insan sevdiğini tehlikeye atmamak için her şeyi yapar." demesiyle oluşan o yeni mesafeyi de kapatmış, burnunun dibine kadar girip:
"Seven adamın sevdiğinden gizli saklısı olmaz. Sevdiğini canı pahasına korur, saçının teline bile dokundurmaz." derken, saçlarına dikkat kesilmişti.
"Senin gibi eli kanlı bir katil ne anlar ki?" diyerek yüzündeki değişmeyen ifadeyle başını iki yana sallayıp gidecek olduğunda bu kez iki kolundan tutulmuş, tutulduğu bedenin sahibine çekilmişti.
"Bu eli kanlı katil seni de gebertmediği için şanslısın." diyordu Ejder ama, bakışları bu kez önündeki dudaklara kaymıştı.
"Yapsaydın ya." derken farkında olmadan sesi kısılmıştı Sima'nın. Gözleri ise dudaklarına bakan adamın gözlerindeydi. Ve o aykırı bakışların nereye kilitlendiğini fark etmişti.
"Başka bir yolu olmasaydı..." diye fısıltı misali sesiyle söze girdi Ejder. Sözünü yarıda kesen Sima:
"Senden nefret ediyorum." diye ağlamaklı sesiyle elinden kurtulmak için çırpınmaya başlamıştı bile. Tutulan kollarını çekiştiriyor, parmak uçlarına basmasına neden olan uzun adamın iri göğsüne yumruklarını indiriyordu. Yanakları tekrardan ıslandığında hızlıca çenesini kavrayarak kendisini susturdu Ejder. Gözleri gözlerindeyken, konuşurken dudakları dudaklarına sürtünüyor, nefesi nefesine karışıyordu. İşin aslı, şuana dek hiç bu kadar yakın olmamışlardı.
"Nefret gerçektir. Fakat bir o kadar da aldatıcı, ve sahtekardır. Her an değişebilir." derken, dudaklarının yanı sıra bıyıkları da dudaklarına sürtünmüş, Sima'yı susturduğu gibi donuklaştırmıştı. Bir pençeyi andıran eli kavradığı çeneyi bıraktığında önce adımları gerilemiş, sonra arkasını dönüp uzaklaşmaya başlamıştı.
Gerisinde kaldı Sima.
Bu gerçek bir uzaklaşma değildi elbet.
Aksine, bundan sonra en uzak halleri, az evvelki mesafe olacaktı. Duyduklarıyla tutmuş olduğu soluğunu yavaşça bıraktı. İri yarı olan, ürkütücü adam ardına bakmadan ayak altındaki küçük çalı çırpıyı sert adımlarıyla ezerek uzaklaşırken, elini bulanan midesine götürdü. Birazdan ağaçlar etrafında dönmeye başladığında, dudakları aralamış, aldığı nefes zehirliymiş gibi soluk borusunu yakmaya başlamıştı.
Göz kapakları usul usul ağırlaştığı vakit, koca adam çok uzaklaşmadan olduğu yere yığıldı.
Aniden durdu Ejder. Çatılan kaşlarının altındaki korkusuz bakışları sol göğsündeki yaraya giderken, eli sağ yanında olan kalbinin üzerine gitmiş, sessizce atışını dinlemişti.
Durmuş gibi hissediyordu.
Sanki ayakları değil de, kalbi durmuş gibiydi. Sonra nedense omzunun üzerinden şöyle bir bakınma gereği duydu.
Çatık kaşlı, öfkeli yüz ifadesinin yerini endişe dolu bakışlar alırken, sesi mezarlıkta yankı yapacak şekilde duyulmuş, ayakları genç kadından yana aceleci davranmıştı.
"Sima!" diye bağırdı. İsmin sahibi sesini duymasa da...