Şekli yüzünden her daim çatık olan kaşları kara gözlerindeki sebepsiz öfkeyi biraz daha ortaya çıkarırken, beklediği pencere önünde derin bir iç çekti.
Pencereden yansıyan Erdi sessizce ardında oturmuş, dibinde viski olan bardağı sallayarak içindeki buzları şıngırdatıyor, arada bir de sessizliğe gömülmüş pateonuna bakınıyordu. Ejder öyle kasılıp gezen, sözde iş adamları gibi sessizliğe gömülüp saatlerce düşünecek biri değildi. Ne istiyorsa bir çabuk alır, ne düşünüyorsa uzatmadan kararını verirdi. Lakin bu akşamın sorunu da buydu işte. İstediği bir şey yokken, düşünmeye çalıştığı şeyi de düşünemiyordu. Akşam yemeği için gittiği o sarı p*pinin mekanında, tam önünde bayılan kadına dair hatrına gelen tek şey, kıvrık kirpikleriydi. Sanki zorundaymış gibi aklına üşüşen o kadın, şimdide çok önemliymiş gibi dakikalardır beynini meşgul ediyor, kendini hatırlatmaya çalışıyordu.
Ellerini dağınık saçlarına geçirip yeni bir iç çekerek, gözlerini saniye denecek bir vakit yumdu. Fakat aniden açması bir olmuştu. Gözünün önüne gelen gözler yeniden beynini kemirmeye başladığında bu kez sakallarını sıvazladı.
Doğru düzgün yüzünü bile hatırlamazken, aklında yer edinmesi saçmalıktan başka bir şey değildi.
Salt güzelliğe kansaydı dudaklarını, yalnızca baştan aşağı süzdüğünü hatırladığı vücudunu, göğüslerini falan hatırlardı belki. Ama hayır, hiçbiri yoktu. Tek hatırladı şey bir çift kocaman göz, ve kıvrık kirpikler...
Dudağının kenarı usulca havalanırken kendi kendine hayıflandı.
İlk kez...
İlk kez bir kadını...
Üstelik hatırlamadığı bir kadını kafaya takmıştı.
Kim bilir bir kez daha görse, neler olacaktı!?
İkimize de geçmiş olsun güzelim.
En çok da sana...
...
Geçen yeni bir hafta...
Cevapsız kalmış sorular...
Uykuyu engelleyen baş ağrıları, ve daha birçok şey.
İlerleyemiyordu Sima. Adımlıyordu, ama kesinlikle ilerleyemiyordu.
Düşündükçe işin içinden çıkamıyor oluşu da cabasıydı. Ne yapacaktı? Ne yapmalıydı?
Ya da ne yapabilirdi?
Kime karşı durmalıydı onu bile bilmiyordu. Kimden intikam alacaktı, ya da almalı mıydı? Eğer ki tepesine üşüşen şeytanı dinleyip o yola girerse, bir sonraki adımında nelerle karşılaşacağını tahmin edemiyordu.
Günlerdir uzuvları sanki kendisine düşmanmış gibi kıpırdamadan oturmaktaydı. Yapmak zorunda olduğu insani durumlar dışında oturduğu yerden kalkmazken annesi Sibel hanım şikayetlerini sürdürüyordu.
Söylediğine göre artık hayata dönmeliydi. Evet, bunu kendisi de biliyordu. Lakin biliyor oluşu önemli değildi.
Yapamıyordu ki.
Boğulma pahasına kulaç attığı o düşünce denizinden karaya vurup kendine gelemiyordu.
"Yeter artık Sima." diye daha öncekiler gibi bağırdı Sibel hanım.
Ellerini kısa, kızıl saçlarına götürerek şikayetine devam etti.
"Saçımı başımı yolacağım artık. Daha ne kadar bu ruh halinde olacaksın? Hayat akıp gidiyor görmüyor musun? Ölenle ölünmüyor."
Annesinin sözleriyle derin bir iç çekti Sima. Bıkkınlığının işitsel bir nişanesiydi.
Peki ya kendisi, o ne zaman şikayet etmekten vazgeçecekti? Neden bırakmıyordu ki acısını yaşasın?
Ertelemesine sebep olup bu sefer de uzattığı için laf ediyordu.
Bu yaşına kadar bir kez olsun arkadaşları gibi annesinin omzunda ağlamamıştı Sima. Bir kez olsun karşısında gözyaşı dökmesine izin vermemişti Sibel hanım.
İstiyordu ki kızı da kendisi gibi çeşit çeşit maskeler içerisinde insanlara her istediğini yaptırsın. Bir dediği iki edilmesin. Tek bir lafıyla erkekleri önüne dizsin.
Bu yüzden mi bu ismi koymuştu acaba?
Sima..
"Bırak biraz da ailesi acı çeksin." diye yanındaki sandalyeye çökmesiyle yeşilliklere sabitlediği gözlerini annesine çevirdi Sima.
Bu kadının konuşma üslubundan nefret ediyordu.
"Ağlaya ağlaya ceylan gözlerinin haline bak! Bir ay içinde resmen yüzün sarktı?" diyerek kızının çenesini kavradığında:
"Anne yeter." diye bıkkın bir sesle elini itekledi Sima. Hissettiği mide bulantısı zaten yüzünü yeterince buruşturuyor, canını sıkıyordu. Bir de Sibel hanımla uğraşamayacaktı.
"Sen beni daha çok yoruyorsun."
"İstiyorum ki kendine gel. İşe git diyorum, hayır diyorsun. Dışarı çık gez dolaş, insanlarla tanış diyorum, hayır diyorsun. Tatile git kafanı dağıt diyorum, ona da hayır diyorsun. Ne diyeceğimi şaşırdım."
Öfleyip, telefonundan gelen bildirim sesiyle aydınlanan ekrana bakınan Sima, annesinin susturmak için onayladı.
"Tamam. Tamam dışarı çıkıyorum oldu mu?"
"Nereye, kiminle?" diye ardarda sordu Sibel hanım.
Kendini bile çelişkide bırakırken Sima nasıl olsun da sabretsindi?
"Rümeysa'yla, akşamda onda kalırım." diye ayaklanıp sıcak havaya rağmen sırtına aldığı battaniyeyi sandalyede bıraktı.
Hızlı adımlarla bir an önce evden çıkmak adına hazırlanmak için odasının yolunu tutarken, annesi çoktan peşine takılıp soru yağmurunu tepesine indirmeye devam eder olmuştu.
"Nereye gideceksiniz? Kaç gün kalacaksın? Hem, hani Rümeysa'nın nişan hazırlıkları vardı, ne oldu? Ayrılmış mı yoksa? Sima?"
...
Geldiği başka bir sahil restoranının önündeki buzlu içeceğini görmüyor, ileriye, denize doğru bakınıyordu. Zaman nasıl da hızla akıp gitmişti. Bir ay öncesine kadar düğün gününü iple çekiyordu. Şimdi ise günün bitmesini beklemekten başka yapacağı bir işi yoktu.
Hayır, aslında vardı.
Bir mesleği vardı. Arkadaşına söz verdiği kız kıza tatil planı vardı.
Yine o arkadaşının düğünündeki en güzel nedime olma sözü vardı.
Kardeşine düğün hediyesi olarak eviyle ilgilenme sözü vardı.
Bir iç çekişle yetindi. Ne çok sözü vardı. Kısacık hayatına ne çok şey sığdırmıştı böyle. Yapılacak çok işi vardı evet, ama şimdi de zerre hevesi yoktu. Telefonunun ekranına iki kez parmağını tıklatıp tarihe baktı. Şimdiye çoktan balayından dönmüş olmaları gerekiyordu. Hatta rutin hayatın monotonluğuna bile başlamış olmalıydılar.
"Ne düşünüyorsun?" diye sorarak dikkatini dağıtmayı başardı arkadaşı.
Tek arkadaşıydı. Tamam, belki tek değildi ama, tek olacak kadar değerliydi.
Üstelik verdiği bu değer karşılıksız değildi. Rümeysa da onun gibi, Sima'yı tek arkadaşı olarak görüyordu. Her zaman yanında olmayı başarmıştı Sima. Kendisinden çok daha güçlü, çok daha dirayetli ve ne yapacağını bilen bir yapıya sahip olduğunu bilmese, yıkılacağını düşünürdü. Annesi Sibel hanım tam anlamıyla olmasada, neredeyse istediği gibi bir kız evlat yetiştirmişti.
"Hiç, öyle." diye sessizce konuşup omuz silkti Sima.
"Ne diyeceğim." diyerek biraz daha yaslandığı masaya eğildi arkadaşı.
"Hani şu kız kıza tatil planımız, onu nişandan sonra halledelim ne dersin?"
"Olur." diye gülümsedi. Gözleri yine aşağılara kayarken hüzünlenmesine izin vermeyerek kuru gevezeliğini sürdürdü Rümeysa.
"Ya da şimdi gidelim, düğün öncesi de bekarlığa veda bahanesiyle bir daha gideriz, ne dersin?"
Yüzüne yayılan gülümseyişiyle bakıp arkadaşını başıyla onayladı. Kesinlikle haklıydı.
Uzaklaşmaya çok fazla ihtiyacı vardı ama bir türlü eli bir şeye varmıyordu. Sibel hanıma söylese, o halde bende gelip seninle ilgileneyim diye peşine takılırdı. O yüzden hiç gereği yoktu. En iyisi Rümeysa lafını açmışken, oluruna bırakmaktı.
Birkaç saat sonrasında restoranın önünde arabasına adımlarken annesi gibi Rümeysa'yı da reddediyordu. Ne kadar bir şeyleri yapmak istesede, bir yanı her işine engel oluyor, elini kolunu bağlıyordu.
"Ya gel işte, ergenliğe döneriz. Çekeriz pijamaları, açarız filmimizi, güzelce bir de atıştırmalık hazırlarız..."
"Gerçekten sağol, eve gideyim."
"Ama böyle konuşmamıştık." diye dudak büzen arkadaşına adımlayıp sıkıca sarıldı.
Belki çocuklukları birlikte geçmemişti ama, Rümeysa onun çocukluğu gibiydi. Ne zaman yanına gitse, o hisle dolup taşıyordu içi.
"Sözüm söz, haftaya."
"Haftaya."
"Haftaya." diye bir kez daha söylenip başını salladı Sima.
"Söz mü?"
"Söz."
"Canımsın." diye kollarını boynuna dolayan arkadaşına onun gibi yeniden sıkıca sarıldı.
Ayrılıp ikiside arabalarına yöneldiğinde binip el sallayan Rümeysa'ya baktı. Kendiside aracına binmek üzere kapıyı açmıştı ki, korna çalarak kendisine yaklaşan başka bir araca döndü. Dar yolda yanından geçip giden jeepin açık arka camında gördüğü tanıdık yüzle aldığı nefesi tutarken, başka bir korna sesiyle kendisine gelmişti. Arkadaşı bir kez daha el sallayıp uzaklaştığında tepkisizce olduğu yerde bekleyen Sima, daha bu gün kurumuş gözlerinden yeni bir damla yaş akmasıyla yumruğunu sıktı.
Belki de hayatında ilk defa bu kadar öfke dolu, intikam hırsıyla dolmuş taşmış hissediyordu. Oysa ne kadar ciddi bir insan olursa olsun daha öncesinde hiç bu kadar öfkelenmemiş, öfkeden titreyecek hâle gelmemişti.
Aklında çakan şimşeklerle, sadece birkaç saniye içerisinde verdiği karara uyup arabasına binerek gaza yüklendi. Uzun, dar yolda hızlıca ilerlerken gayri ihtiyari gözlerini dikiz aynasına dikmişti ki önüne baktığında ani bir frenle durmak zorunda kaldı. Tam arkasında, tampona sıfır noktada durduğu büyük, siyah aracı hemen tanımıştı. Kalbi ağzında atmaya başlarken ışığın yanmasıyla terleyen ellerinin altındaki direksiyonu biraz daha sıkıp peşine takıldı.
Dikkatini çeken U dönüş yok tabelası ve önüne çıkan yol ayrımı ise sanki kendisine verilmiş ilahi bir uyarı gibiydi.
Lakin reddetti. Ve seçimini yaptığı uçuruma doğru, biraz daha hızlandı.
Çevre yoluna çıktıklarında ilerledikleri rota fazlasıyla lükse kaçan sitelerin bulunduğu güzergâhtı.
Hızını artıran aracın ardından ayrılmayan Sima ise yutkunup ayağını gaz pedalına bir kez daha bastırdı.
Ölüme gittiğini bilmiyordu. İşin komik kısmı da burasıydı aslında.
Fiziksel bir ölüm söz konusu değildi. Yaşayacağı çıkmaz, onu ruhsal bir travmanın eşiğine oturtup, yaşarken ölümü tatmasına sebebiyet verecekti.
Nihayetinde gelmiş oldukları yer, tahminde bulunduğu sitelerdi. Dikkat çekmemek için takip mesafesini genişleten Sima dev adamın araçtan inip ardından gelen daha ince ve aslında uzun olmasına rağmen, onun yanında kısa görünen adamla birlikte içeri girdiğini gördü.
Avuçlarının içi öylesine kaşınıyordu ki siyah pantolonuna sürterken terinden alev alacağını düşündü.
Kaburgalarını zorlayan kalbi ise bedeninin ateş basmasına neden olan diğer bir unsurdu.
Eli usulca kapıya gittiğinde beton zemine basan topuklu ayakkabısı dizlerini biraz daha titretti. Keşke annesini dinlemeyip düz bir şeyler giyseydi. Ayağını hissettiği adrenalinle yeniden içeri alırken, bir planı olmadığının farkındaydı. Öylece elini kolunu sallaya sallaya gidemezdi. El freninin tam yanında duran çakıyı avuçlarına aldığında bu kez bir plana ihtiyacı olmadığını düşündü. Yüreğinde hissettiği acının iteklemesiyle intikam ateşi arasında kalırken, nasıl mantıklı düşünebilirdi ki.
Kendine gelen ve yüksek ihtimalle sonrasında pişmanlık yaşayacağı gereksiz özgüvenle dışarı çıkıp kapıya adımladığında, ceketinin koluna sıkıştırdığı çakının düşmemesi için elleriyle oynuyordu. Kapıda nöbet bekler gibi elleri ardında kendisinden yana meraklı bakışlar atan iki adama doğru çıkarabildiği en kibar ses tonuyla konuştu.
"Merhaba, arabamda bir sorun var sanırım, yolda kaldım, acaba bir, bakabilir misiniz?" diye arkasında bıraktığı sokağın köşesindeki arabayı işaret ettiğinde, önce kendisini süzüp ardından birbirlerine bakan adamlardan biri:
"Ben pek anlamam, içeriye bir haber edeyim." diyerek istediğini yapmış, arkalarındaki koca demir kapıyı açtırmıştı. Adam kapıdan girip bahçede ilerlerken görüş alanına girdiği kadarıyla etrafa bakındı Sima. Diğer adama doğru olsa da daha çok kapıya yönelik bir adım daha atıp:
"Şey, bir, su almam mümkün mü acaba?" diye sordu.
Onun bu kibarlığına kanmayan ciddi adam içeri adımladığında peşinden gideceği sırada durup baktı. Sertçe:
"Bekle." dediğinde tebessüm ederek yerinde kaldı Sima. Parmakları zangır zangır titrerken bu topukların üzerinde daha ne kadar kalabilirdi bilmiyordu.
Etrafı tarayan kahve gözleri bahçenin kapıya yakın tarafında gördüğü silüetle parladı.
O iri adam, tüm heybetiyle yalnızca birkaç metre ötesindeydi. Kulaklarında hissettiği yanmayla beraber duyduğu çınlamanın sonrasında, kolunu aşağı sarkıtıp ceketinin kol kısmına sakladığı çakıyı avucunun içine düşürdü. Gözler anlamsızca kendisine kayarken adımları topuk seslerini yankı yaptıracak kadar kuvvetliydi. Küçük düğmesine basıp açtığı çakıyı kendinden yana diğerleri kadar meraklı bakışlarla dönen iki katı adamın sol göğsüne aniden saplayıverdi.
Zaman sanki bir kum saatinin içindeymiş gibi tükenip dururken, o kum saati çevrilmiş, yeniden akmaya başlamıştı. Saniyeler süren göz hapsinden sonra koca adam sol göğsünde hissettiği acıyla elini kaldırıp genç kadına okkalı bir tokat indirdi. Bir devi andıran iri cüssesi sarısılarak ardındaki arabaya zar zor tutunduğunda yediği tokatla yere kapaklanan Sima, patlamış dudağından akan metal kokulu sıvıyla yüzüne düşmüş saçları arasında öfkeli bakışlar atıyordu.
Güzel yüzünün hatırlandığından ise bir haberdi.
Ve işte şimdi, tanışma vaktiydi.
...
Elleri bağlı, dudağı patlayıp kanı kurumuş bir halde oturduğu duvar köşesinde boğazındaki kurumayla birkaç kez yutkundu.
İçeriye adımlamak için kullandığı bahanedeki su, şimdi ihtiyacı olmuştu. Kurumuş dudaklarının köşesindeki kan her dudak hareketinde canını acıtırken kendisine ne olacağı konusunda bir fikri yoktu. Öldürüleceği düşüncesi aklında yer ederken sıkıntılı bir soluk alıp verdi. Bulunduğu yer yeterince havasız olurken, sabahki bulantısı yeniden başlamıştı.
Buradan çıkamayacak gibi görünüyordu. Kapatıldığı bu bodrum katında zamansızlığa mahkum edilirken, köşedeki küçük pencereden gelmeyi bırakan aydınlıkla güneşin battığını tahmin edebiliyordu. Şuan annesi onu arkadaşında, arkadaşı ise evde bilmekteydi. Oysa Sima şehir merkezinin çok ötesinde bu neydü belirsiz adamların pençeleri arasında kalmıştı.
Hayır hayır, yanılıyordu. Neydü belirsiz olan adamlar değildi, kendi fikirleriydi. Bu eli yüzü düzgün görünümlü adamların ise ne oldukları yeterince belliydi.
Eli kanlı katiller!
Açılan kapıyla yerinde kıpırdanıp, istemsizce takındığı ciddi tavırla kaşlarını çattı. Gözleri kapının dışında başka yerlere bakarken, gelen adam ağır adımlarla yanına varıp önünde diz çökerek bir süre kendisini izledi.
"Demek, Metin'in karısısın." diye başladığı sözlerini düzeltti.
"Pardon, nişanlısı."
Adamın, uzanıp saçlarına dokunduğunda öfkeyle kendini geriye çekmesi üzerine kıkırdadığını duydu.
"Güzelliğine yazık olacak. Ama çok düşünme, Metin'ine kavuşacaksın." deyip göz kırparak dışarı çıktığında söyledikleriyle gözleri doldu. Derin, titrek bir iç çekişle yutkunurken, kapanan gözlerinde onun gülüşünü hayal etti.
Evet, artık kavuşma zamanıydı.
...
Gün yeniden doğarken uykusuzluktan kızaran gözlerini aralayıp bulunduğu ortama baktı.
Hiçbir şey rüya değildi ve hiçbir şekilde kaçışı yoktu. Olanların ve muhtemel olacakların tek sorumlusu kendisiydi. Pişmanlık hissetmiyordu. Ama şuana kadar bekletilmiş olmasının tek bir açıklaması vardı.
Yaşıyor!
İşte o an keşke dedi.
Keşke sert göğse sapladığı çakıyı biraz daha itseydi. Keşke çevirseydi de açtığı yarayı kapanmaz kılsaydı.
Lakin heyecanına yenik düşüp yeterince derine indiremediği darbenin sonrasında, dev adamın akan kanının durdurulup gözlerinin açılması, yalnızca bir geceyi almıştı.
Gözlerini açtığında ise sorduğu ilk şey:
"Nerede o?" olmuştu.
"Biraz dinlensen iyi olur." diye kendisini durdurmaya çalışan Erdi'nin elini itekleyip hızla yerinden fırladığında, başının dönmesiyle duvara tutunmak zorunda kalmıştı.
Öne atılıp kendisini tutmak için destek veren Erdi ise yeniden iteklendi.
"Dinlenmen lazım Ejder." diye sert çıkışıyla aynı şekilde gürledi Ejder.
"Göreceğim."
Bağırışıyla başını eğip yolundan çekilen Erdi'nin önünden geçmek için ağır bir adım attı.
Nihayet onu görebilecekti.
Nihayet, yüzünü hatırlamak için günlerce uykuya dalamadığı kadın, karşısında olacaktı.
Pek tabii her şeyin bir bedeli, her bedelin bir acısı vardı.
Buna rağmen görecek, bedelini ödetirken o kıvrık kirpikli iri gözlerine bakacaktı.
Ödeteceği o bedelin kesin kararıyla, kimin nesi olduğunu öğrendiği genç kadının tutulduğu yere emin adımlarla gitmişti.
Dışarıdan gelen ayak seslerini duyan Sima ise yaklaşmakta olanın en büyük kabusuna dönüşeceğinden habersizce, kapının açılmasını bekliyordu.
Belki de dakikalar sonra yaşamı sonlanmış olacaktı.
Geleceği görme gibi bir yetisi olsaydı, muhakkak öyle olsun isterdi. Ne de olsa bir kez ölmek, her gün tekrar tekrar ölmekten iyiydi.
Kapı usulca değil, sertçe açıldı.
Doğan yeni günün habercisi güneş, ışığını azaltıp yeni bir akşama yer verirken, loş odada açılan kapının ilerisinden gelen ışıkla, korkutucu irilikte olan adamın yalnızca cüssesini görebiliyordu.
Kelimenin tam anlamıyla bir bebek mezarını andıran koca ayakları kendinden yana adımlarken, nasıl olur da sol göğsünden yaralanıp ayakta kalabilir diye düşünmeden edemedi.
Evet, yaralama işini çok derin yapamamıştı belki ama, kalbine ulaşmış olması ihtimal dahilindeyken...
Nasıl?
"Öldürmeye geldiği adamın, organlarının ters olduğunu duyan herkes, senin kadar şaşırır." diyen kart sesiyle tepesinde durduğunda, şaşkınlıkla çatılan kaşları düzleşen Sima, bakışlarını yere indirdi.
Bu... Bu, mümkün müydü?
"İşte bundan bahsediyorum." diye önüne diz çöktüğünde genç kadının yüzünü işaret etti. Fal taşı gibi açılan gözleriyle kalakalan Sima bu ihtimali asırlar sürse düşünemezdi.
İri adamdan yana baktı. Açık kollarındaki, yüzünün ve boynunun çeşitli yerlerindeki kesikleri görürken, vücudundakileri düşündü.
Kim bilir dedi içten içe..
Kim bilir kaç kişi benimle aynı hataya düştü!?
Bakışları yeniden yere indiğinde tutulan çenesiyle, o korkunç gözlerle buluştu. Ejder söyleyeceklerini elinde olmadan ertelerken, dalıp gittiği gözlerden dudaklara indi. Ardından:
"Seni şuracıkta gebertebilirim. Dakika sürmez." diye dişleri arasından söylendiğinde, aynı hırsla söylendi Sima.
"Yap o zaman!"
"Cık." diye bir ses çıkardı adam.
"Bende hediyeler karşılıklıdır." dediğinde içeri giren, daha önce gelen adamı gördü.
"Özellikle sen... Sen bu cesaretinle güzel bir karşılığı hak ettin." derken gözleri yeniden birbirlerini bulduğunda, hayatının sonuna dek aynı gözlere mahkum olacağını bilmeden öfkeyle bakındı Sima.
Koca pençesiyle çenesini sıkmakta olan adam boştaki elini arkasına uzatmadan önce, göğsüne uzanıp ceketinin altındaki atletin yakasını yırttığında çırpındı. Fakat aklına gelen şey vuku bulmamış, dev adam göğüs dekoltesine bakmaktan başka bir şey yapmamıştı. Açılan göğüs dekoltesiyle koca adamın yutkunduğunu görmezken, o sırada görüş alanına arkasındaki adamdan aldığı kendi çakısı girdi. Nefes alış verişi telaşlı bir hâl alırken sonunun geldiğini düşünmesi, yanlış tahminden başka bir şey değildi.
Ani bir hareketle sol göğsüne bastırılan çakı, yankı yapıp çarptığı duvarlardan yeniden kendi kulaklarına dolacak bir çığlık atmasına neden oldu. Dakikalarca ateşte bekletilmiş olan o çakı, şimdi tüm kızgınlığıyla sol göğsüne bastırılıyordu. Attığı çığlık kızaran yüzü ve kısılan sesine rağmen ha bire yenilenirken, bu korkunç adam çakıyı yerinden çekmeden önce koyduğu yere sürtüp bir yara açmayı da es geçmedi. İki göğsünün arasına dolan kan ve ileride iz yapacağı muhtemel olan yanıktan hissettiği acıyla kıvranmaya başlayan Sima, gözlerinden durmayan yaşlar akıtırken çektiği acıların yeni başladığı aşikârdı. Bağlı olarak oturduğu yere biraz daha yığılırken çekilen saçıyla yine aynı gözlere mahkum oldu.
"Benden sana bir nasihat." diye konuştu koca adam. Sözleri ise çektiği acı yüzünden gözleri kapanmadan önce duyduğu son şeylerdi.
"Düşmanını öldürebilecekken yaralama. Unutma, ölü adamlar kin tutmaz, intikam alamaz!"