Koşarak hastanenin acil girişinden içeri girdiğinde, bu yolu daha ne kadar arşınlayacağı düşüncesi kafasında yankı yapıyordu. Daha ne kadar hastane koridorlarında duvarlara yaslanarak ağlayacak, o koridorlardan sürüne sürüne girecekti? Aslında yeni başladığını ruhu bile duymamaktaydı. Hastane, kabusa dönüşen yeni hayatının merkezi haline gelirken, tüm çaresizliğiyle, kalbini kazanmak için her şeyi yakıp yıkacak adamın zararını, en aza indirmeye çalışacaktı. Hatta bu da, o çaresizliğinin başlangıç noktası olabilirdi.
"Sima!" diye seslenen arkadaşına peşinden adımlayan annesiyle kollarını açıp sarılırken, genç kadının ilk defa böylesine hıçkırıklarla ağladığını görebiliyordu Sima. Ve bunun sebebi, ne yazık ki kendisiydi. Bir süre daha ağlamasına göz yumduktan sonra yüzüne düşen saçlarını çekip hüzünlü gözlerle karşılık verdi.
"Sakin ol, o iyi olacak." diye arkadaşını telkin ederken, düşüncesinde emin değildi. Daha ne olduğunu, tehlikenin dozunu bile bilmiyordu, iyi olacağını nereden bilebilirdi?
"Nasıl oldu?" diye sordu Sibel hanım varlığını belli ederek. Sima kardeşi ile nişanlısını da o an fark etmişti.
"Caddeye kadar birlikteydik. Tam sağ şeritten döneceğim sırada önüne bir aracın durduğunu gördüm. İleri geri tartışırken, ben daha yanlarına varmadan adam taktı bıçağı."
"Çok güzel." diye memnuniyetsizliğini belli ederek ardına döndü Sibel hanım.
"Bir magandamız eksikti."
"Bırak o geçsin dedim ama... Dinletemedim." diye söylenip titreyen sesi kısılırken tekrardan ağlamaya başladı Rümeysa.
"Sakin ol, hiçbir şey olmayacak." diye arkadaşına geri sarıldı Sima. Basit bir trafik tartışması gibi görünüyordu ama...
Sonra aklına yer eden yeni bir endişe dalgasıyla genç kadından ayrılıp:
"Gülşen hanım, o nerede?" diye sordu. Rümeysa sessiz olsa da yeni bir ağlama krizine girerken, elinde bir şişe suyla koşturarak gelen Talat göründü. Ya o, olay sırasında o neredeydi?
"Hoş geldiniz." diyerek suyu nişanlısına uzatırken, geriye çekilip derin bir iç çekti Sima. Her şey öylesine hızlı olmuştu ki..
O mesaj gelmemiş olsa, belki de gerçekten bir trafik magandasıyla uğraştıklarını zannedecekti. İçinden keşke öyle olsaydı diye geçirmeden edemedi. Bir akşam daha karanlığa bulanıyordu ve Sima nasıl başa çıkacak, karşı durmaya nereden başlayacak, önce hangi cepheyi koruyacak bilemiyordu. En kötüsü de, bu savaşta tek başınaydı.
Derin sessizliğin hüküm sürmeye başladığı gergin ortamdan biraz olsun uzaklaşma çabasıyla ayaklanıp sensörlü kapıdan yana yürüdüğünde, gördüğü silüetle kaşları çatıldı. Bir saniye sonra aynı görüngü yok olurken, gözlerini yapabildiği kadar kırpıştırdı. Yanılıyor muydu? Yoksa gerçekten, kabuslarının sahibi burada mıydı?
"Sima?" diye seslenen annesiyle yerinde sıçrayıp geriye döndüğünde elleri titremeye başlamıştı.
"İyi misin?" diye sordu aslında başka bir şey söyleyecek olan Sibel hanım. Annesini zoraki onaylarken omzunun üzerinden bakmadan yapamayan Sima, derin birkaç solukla kendine gelmeye çalışıyordu. Abartıyordu. O burada değildi ve kimseye bir şey olmamış, kimse ölmemişti.
Henüz...
"Rümeysa'nın dinlenmesi gerek, yukarıda bir oda ayarlandmış, Gülşen hanım da oradaymış. Sende onunla birlikte çık. Hem o yalnız kalmasın, hem sende dinlenmiş olursun."
Başıyla onay verip uysal adımlarla annesinin yanı sıra diğerlerinin yanına vardı.
"Rümeysacım, korkma tatlım, hiçbir şey olmayacak." diye genç kadını telkin eden annesiyle, arkadaşını oturduğu yerden kaldırdı Sima. Sonra birden kendisi de konuşma gereği duyup söz aldı.
"Egemen güçlü biri, hayata tutunacak."
Fakat ortamı yumuşatmak, gerginliği bir nebze de olsa azalmak konusunda sarf ettiği sözleri, Figen'in düşüncesiz, alay dolu cümlesine maruz kalmıştı.
"Tabii canım, hayata tutunma konusunda da çapkınlığı kadar istikrarlıysa kurtulur." deyişiyle yerinden henüz kalkmış, dalgın bakışlı Rümeysa bir anda kendine gelmişti.
"Ne diyorsun be sen?" diyerek kendini tutma gereği duymadan Figen'in üzerine atıldı. Omzunu henüz iteklemişti ki Sima'nın araya girmesiyle birbirlerine ölümcül bakışlar atan iki genç kadın ayrılmak zorunda kaldı.
"Yeter!" diye bağırırken, sesi bulundukları koridorda yankı yapmıştı. Birilerinde çıkarmak istemediği sinirini zor zapt ederken, öfkesi istemediği derecede gün yüzündeydi. Kaşlarını hayretle kaldırarak eğdiği başıyla bir adım geri çekilen Talat'a baktı Figen. Ne ondan, ne de Miraç'tan ses soluk çıkmıyordu. Kendini fazla önemseyen bu ikiliye biri bir şey demeyecek miydi?
"Ne yeri, ne de sırası." diye iki genç kadına bakarak bir kez daha gürledi Sima. Rümeysa arkadaşının uyarısıyla sinirle geriye çekilirken, Figen saçını arkaya attırarak kollarını göğsünde birleştirip yerinde kalmayı tercih etmişti.
"Hadi." diyerek sakin çıkarmaya çalıştığı sesiyle arkadaşına yolu gösterdiğinde, önden giden Rümeysa'yı takip etmeden önce Figen'e döndü. Birkaç saniye sürecek sessiz bir bakışma yaşadıktan sonra, işaret parmağını gelinlerinden yana kaldırıp söylendi.
"Haddini, hududunu bil. Ben bildirirsem, hoş olmaz."
...
Arkadaşının yüzündeki garip gülümsemeye bakıyordu şimdi Sima. Bulundukları özel hastanede anneannesi için ayarlanmış odadaki diğer yatakta dinlenmesi için Sima ile oraya çıkmışlardı. O ise anneannesi de uyurken, yatıp biraz olsun uyumak, dinlenmek yerine gecenin bir vakti yatağında oturmuş, boşluğa bakarak garip bir şekilde gülümsüyordu.
"Ne oldu?" diye endişeyle yatağın kenarına oturup sorduğunda burnunu çekerek yanaklarındaki ıslaklığı silip sesli bir şekilde güldü Rümeysa.
"Merak etme, delirmedim." dediğinde gülümseyen arkadaşının elini tuttu.
"Sadece..." deyip sustu.
"Sadece ne?" diye eğdiği yüzüne bakan Sima'ya gülerek devam ettiğinde, gözlerinden gelen yaşları önleyemiyordu.
"Sadece, Allah kahretsin ki Figen haklı." dediğinde Sima da gülmeden edememişti.
"Egemen çapkın biri. Yani, hep öyleydi. Güzel kadınlara zaafı var."
Hüzünle yeniden gülüşürlerken dolan gözleri bir kere daha boşaldı Rümeysa'nın.
"Ama bu, ölmesini gerektirmez, değil mi?" diye sorduğunda artık Sima'nın da gözleri dolu doluydu.
"Hayır." diye arkadaşının saçlarını okşayarak tekrarladı.
"Gerektirmez. O kötü biri değil."
"Değil." diyerek sessiz sessiz ağlamaya başladı Rümeysa. Saat gecenin üçüne doğru yol alırken, karanlığın içinde sessiz sessiz ağladı. Sima ise kararlıydı. Genç adam hastaneden sağ salim çıktığı an, aynı şeylerin yaşanmaması için, ilk cephede vuruşacaktı.
"Hadi, uyu biraz." diyerek arkadaşını yatırıp üzerini örterek oda içinde oradan oraya dolaşmaya başladı. Gece uzun olacağa benziyordu. Bundan sonraki, her gecesi gibi...
Adımları büyük pencerenin önünde durduğunda, soğuk beyaz renkteki duvara yaslanarak yalnızca ambulans sirenlerinin aydınlattığı karanlık geceye baktı. Gökyüzünde ise hiç yıldız yoktu. Ferah bir yaz akşamından çok, tehlikeli, insanın içini ürperten bir kış gecesini andırıyordu. Korkuları tetikleyen bir geceydi sanki. Ve gözleri caddenin karşısını bulduğunda, taze korkuları daha bir canlanarak yüreğindeki sızıyla bütünleşti. Yaslandığı duvardan doğrulup yutkunma zorluğu çekerek kaburgalarına sığmayan soluklar alıp vermeye başladığında duyduğu fısıltı ile korkuyla yerinde sıçradı. Neyse ki henüz uykuya dalan arkadaşını uyandırmamıştı.
"Korkuttum mu?" diye fısıldadı pencere kenarındaki yatakta yatan yaşlı kadın. Gecenin fazlasıyla loş olan ışığında yüzündeki çizgiler endişeyle dolmuş olarak, geçirdiği yılları ortaya sunuyordu. Fakat bu yaşlı kadın, gizli tuttuğu yaşına rağmen hala güzeldi.
"Dalmışım." diye saçını kulak ardı ederek yüreğindeki korkuyu yüzüne yansıtmamaya çalıştı Sima.
"Endişelisin." diyen yaşlı kadınla yutkunarak konuştu.
"Herkes kadar."
Lakin eski toprak, inanmamıştı.
"Herkesin kabusu farklıdır. Seninki ne?" diye soruşuyla, bir kez daha yutkunup bakışlarını dışarı yönlendirdi Sima. Hangi birini saymalıydı?
"Aşktan yana yüzünün gülmediğini duydum." diyen kadınla, bu defa gülerek başını eğdi. Islattığı alt dudağını ısırmaya başladığında, başını sallıyordu. Doğru söze ne denirdi?
"Zaten saf mutluluk beklemek, aptallık olurdu." dediğinde buluşan gözleri bir süre sessizce bakışmıştı.
"Git." dedi. Sima anlamayarak kaşlarını çatarken, yaşlı kadın başını diğer yana çevirip yattığı yerde kıpırdandı. Sesi uykulu geliyordu. Uyuyacak olmalı diye düşündü, rahatsız edilmek istemiyor gibiydi. Oysa yanlış anlıyordu. Ve yaşlı kadın, yarım bıraktığı sözünü tamamlayarak daha açık konuştu.
"Git." diye tekrarladı.
"Kabusunla yüzleş. Yoksa savaşamazsın."
...
Gülşen hanımın dediğini yapmış, en büyük kabusu olma yolunda emin adımlarla ilerleyen adamla yüzleşmek için odadan çıkmıştı Sima. Tedirgin olsa da temkinli şekilde hareket ediyordu ama, şuan koridorlar o kadar boş ve sessizdi ki, buna gecenin soğuğu da katılınca bir korku filminin içindeymiş gibi hissettiriyordu. Durup aldığı derin soluklarla elini kalbinin üzerine götürdü. Korkmasına gerek yoktu. Görünüşe bakılırsa burada yalnızdı. Belki de hastane kantinine inip onu uyanık tutacak bir kahve içmeliydi. Zaten bu kafayla uyuması mümkün değildi. Yine de direncini korumalıydı.
Asansöre binmek için boş koridorda ilerleyip düğmeye bastığında, dakikalarca beklese de gelmeyecek bir hızda hareket eden makineden öfleyerek vazgeçip merdivenlere yöneldi. Burası özel bir hastane değil miydi? Neden ortam bu kadar eski, ya da ne derler bilirsiniz, ıssız...
Evet, neden böyle bir hissiyat bedenine, ruhuna zerk ediyordu ki?
Birkaç basamak inip sızlayan göğsüyle durduğunda, arkasından sönen sensörlü lambayla bakışları terk ettiği koridoru buldu. Derin bir nefesle saçlarını arkaya atıp basamakları inmeye devam etti. Diğer merdivene gelmişti ki duyduğu o korku filmlerini andırmayan tıkırtıyla geri döndü. İndiği iki basamağı geri çıkıp, az önce bitirdiği merdivenin önünde durduğunda, ilerdeki silüeti görebiliyordu. Gözlerini kırpmamaya gayret ederek basamakları yeniden çıkıp koridora girdiğinde, kendisini gördüğü takdirde yanması gereken sensörlü lamba yanmamıştı. Oysa lambaya görünmeyecek kadar kısa değildi. Yine de uzun boyuna rağmen harekete geçmeyen sensöre elini sallamaya başladı. Bakışları bir an için lambaya gidip geldiğinde, ilerideki silüet de yok olmuştu.
Tamam, saçma bir geceydi. Ve Sima korku filmlerindeki gitmemesi gereken yere giden o aptallardan olmayacaktı.
Tam ardına dönüp yoluna gideceği sırada lambaların titreştiğini fark etti.
Şuan gerçekten, bir korku filminde olabilir miydi?
"Kim var orada?" diye seslendiği sırada kendine gelip, bir film karakteri olmadığına dair kendini bir kez daha telkin ettikten sonra hızla o yana yürümeye başladı. Hayaletler ya da zombi tarzı saçmalıklara inanmazdı. Eğer koridorun sonundaki şey her neyse, kendisini kendi kanında boğacak bir katil değilse, sorun yok demekti. O yüzden tüm cesaretiyle o yana doğru biraz daha yaklaştığı sırada, birden bire kolunun çekilmesiyle bacaklarının titremesine mani olamayarak bir çığlık kopardı. İçeri çekildiği yerde ağzı çığlığını engellemek üzere kapatıldığında, açılan loş ışıkla hiç görmemeyi dilediği o gözlerle karşılaştı.
Kalbi öylesine bir delilikle atıyordu ki yerine sığmıyor gibiydi. Ve şuan, kelimenin tam anlamıyla tüm bedeni zangır zangır titriyor, bacakları pes etmemek için kendi çapında bir savaş veriyordu.
Ağzını kapalı tutmaya devam eden iri adam üzerine eğilip saçlarını koklayarak:
"Korkuttum mu?" diye sorarken, Sima'nın elleri önündeki kaya misali sert olan göğüsleri itelemekle meşguldü. Beline sıkı sıkıya sarılmış olan adam kendisini bıraksın istiyordu ama bıraktığı an ayakta kalabilecek miydi, orası meçhuldü.
Ağzını kapatan el sakince inip, sakallar boyun girintisine batmaya başladığında titreyen bacaklarına rağmen var gücüyle karşı koydu. En azından, denedi.
"Uzak dur benden!" diye itelediği adam eğleniyor gibi bakınmaktaydı. Evet, sanırım bu güçsüz karşı koymalar hoşuna gidiyordu.
"Sürekli aynı şeyleri tekrarlamaktan sıkılmadın mı?" diye sordu aynı, eğlenen yüz ifadesiyle bakınarak.
"Sen laftan anlayana kadar, söylemeye devam edeceğim." dedi Sima dişlerini sıkarak. Son zamanlarda bunu o kadar çok yapıyordu ki çenesi ağrımaya başlamıştı. Buna bir çare bulsa iyi olacaktı. Zira bu laftan anlamayan koca ayak, daha çok sabrını sınayacak gibiydi.
"Sen yaptın dimi?" dedi sonra aniden. Bu defa iteleyen elleri yumruk halini almış, itelediği bedeni dövüyordu.
"Sen yaptın. Şimdi de karşıma geçmiş utanmadan konuşabiliyorsun."
"Seni uyardım." derken bileklerinden birini kavradı Ejder. Sıkı tutuyordu, sıkmıyordu.
"Bir kere uyarırım, not et bunları, lazım olacak gibi." diye devam ederken, diğer bileğini de tutmuş, bedenini duvar kenarına hapsederken hareket özgürlüğünü kısıtlamıştı.
"Allah senin belanı versin!" diye çıkıştı Sima. Ömrünün bu adama bela okumakla geçmesinden korkuyordu. Başa dönebilseydi, onunla hiç karşılaşmamayı yeğlerdi. Hatta o U dönüşü tabelasını bile görmeyecek kadar uzaklaşırdı. Ejder ise Sima'nın pişmanlıklar yaşadığı o dönülmez yola girdiğinden çok daha önce kendisini görmenin hazzını yaşıyordu. İkisinin de göğsünde, aynı yerde bulunan yaralar ise, onların kaderlerini birleştiren yegane izdi. Çok küçük olmamakla beraber basit bir sızıdan çok başka bir boyut kazanan bu iki iz, şimdi tek bir vücut olmak için Ejder'in çırpınışlarının kaynağıydı.
Onu işaretlemişti bile.
Sima, bir başkasının yaklaşmasına, hele ki dokunmasına izin vereceğini zannediyorsa, eğlence var demekti.
"Belli ki çapkın arkadaşımız yaşıyor. E tabii, kendi işini kendin yapmazsan öyle olur." diye konuşurken, son cümlesi kendisine yaptığı sesli düşünce tarzında bir uyarıydı.
"Ona bir daha dokunursan..." diyerek işaret parmağını sallamaya başladı Sima. Sıfır mesafeye rağmen yaklaşabileceğini nereden bilebilirdi.
"Naparsın?" diye sordu Ejder. Bu sahneyi bir yerden anımsıyordu.
Dejavu?
Sessiz, ne yapabileceğine dair düşünceleriyle baş başa kalan Sima'nın kulağına fısıldayarak sorusunu yineledi:
"Naparsın? Onu korumak için, ne yapabilirsin?"
"Rahat bırakacaksın onu." diye iç çekercesine konuştu Sima. Kendine gelmeye çalışır bir hali vardı.
"Karşılığında ne alacağım?" diye sorarak geriye çekilen adama:
"Hiçbir şey!" diye tısladı. Çenesi anında tutulurken kendi eli de o pençeye tırnaklarını geçirmişti.
"Onu benden sen mi koruyacaksın." diye sakince soruşuna aynı sakinlikle cevap verdi.
"Ben koruyacağım."
Başını aşağı yukarı sallayarak tuttuğu çeneyi bırakıp geri çekilmişti Ejder.
Vaz mı...
Hayır hayır, kesinlikte vazgeçmezdi.
Bakışlarından belliydi. Ölümü andıran bir uçurumdu o bakışlar.
Ve kesinlikle, vazgeçecek gibi bakmıyorlardı.
"Korursun." dedi başını sallamaya devam ederek. Tavırları alay etmekten çok uzaktı. Kaşları çatık olan Sima aynı ifadeyle bakarken, Ejder girdikleri odanın içine doğru:
"Korursun." diye yineleyerek adımladı. Gerisinde kalan Sima hızla açtığı kapıdan dışarı çıkmak üzere bir adım atmıştı ki, kapı önünde gördüğü Erdi ile kalakaldı. Laubali bir şekilde gülümseyerek el sallayan Erdi, şimdi de içeriyi işaret ediyordu.
El mecbur gerisin geri içeri girerek kapıyı kapattı Sima.
Kapı kulpunu sıkarak yutkunup aldığı derin nefesle başını kaldırdığında, kabusu arkasında durmuş, kendisini bekliyordu.
Rahatlamak için aldığı yeni bir solukla adımlarını odanın içine yönlendirdiğinde, koca adamın rahat, deri koltukta yayılarak oturduğunu fark etti. Eliyle karşısındaki koltuğu gösterdiğinde, kollarını göğsünde birleştirerek bir köşede dikilmeye başladı Sima.
"Onu koruyabileceğini düşünüyorsun, doğru mu anladım." diyen adama karşı gözlerini devirdiğinde:
"Doğru anlamışım." diyen sesini duydu.
"Sorum şu." diyerek ellerini birleştirmiş öne eğilerek tüm ciddiyetiyle kendisine bakıyordu. İlk defa öfkeli değil gibiydi ve ciddiyetinde de bir sinir görünmüyordu.
Dalga da geçmediğine göre...
Neyin nesiydi bu tavırlar?
"Nasıl yapacaksın?" diye sorusunu sorduğunda da, yeniden aynı rahat tavırla geriye yaslandı. Bedeni oturduğu koltuğu doldururken, gözleri düşünceli bir şekilde yutkunan Sima'daydı.
"İstersen sana yardım edeyim." diye birden bire oturduğu yerden fırladığında, yerinde sıçrayarak geriye çekildi Sima.
Genç kadını hızlı bir şekilde yakalayarak ardına geçip beline sarılan Ejder, sakallarını yüzüne sürterken eğlenen bir tavırla konuştu.
"Senden uzak durmasını sağla, sağ kalsın." dediğinde belini sıkıca kavrayan kolu iteliyordu Sima.
Duyduğu son kelimelerle çırpınmayı bıraktığında, omzunun üzerinden attığı bakışları Ejder'in kara gözleriyle buluştu. Saniyeler içinde ciddiyetle dolup taşan adam onu kendine çevirip de duvara yasladığında, Sima hâlâ düşünüyordu.
"Elimi kana bulamaktan çekinmem Sima." diyen adamdan çok daha uzakları buldu bakışları.
Bir anlaşma mı teklif ediyordu?
"Sende bunu, çok iyi bilirsin." diyerek, elinin tersini göğsüne sürttü. Kapanmış kesik, ve yeri belli olan yanık izinden değil, çok daha ötesinden bahsediyordu.
Hikayenin başladığı yerden...
Dudakları ıslak bir öpücüğü boynuna bahşederken, gözlerini yumdu.
İşte bu da, karşılıklı bir imzaydı.
...
BİRKAÇ GÜN SONRA...
"Tamam, rahatım ben tamam." diyerek arkasına koyulan tonla yastıkla geriye yaslanmaya çalışıyordu Egemen. Hastaneden henüz çıkmıştı ve ciğerini birkaç santimle es geçen yaralanmayı unutmuşa benziyordu.
Ki, Sima buradayken buna şaşırmamak gerekirdi.
Çaprazdaki tekli koltukta oturmuş, torununa gülümseyen genç kadın ile, aynı kadına hayran bakışlar atan torununa bakıyordu Gülşen hanım.
"Bir yastık daha koyayım mı?" diye hop oturup hop kalkan Rümeysa'ya eliyle oturmasını işaret eden Egemen:
"Yahu rahatım diyorum, sende otur da manzaram bozulmasın." derken Sima'dan yana göz kırpıyordu. Gülerek başını eğdi Sima. Çok iltifat almıştı ama, bu kadar eğlencelisine ilk defa şahit oluyordu.
"A a, laflara bak laflara, gören de iki gün önce ölen bu değildi zannedecek."
"Sen bir de onu gör." deyip yeniden göz kırptığında, çalan telefonuyla gülüşü yarıda kesildi Sima'nın.
Ekrandaki numarayı tanıyordu ki, artık arayanın bir ismi bile vardı.
BELA arıyor...
Bu günkü ilk arayışı değildi. Ne yazık ki son olacağa da benzemiyordu.
Tahmininden uzak öfkesinin üzerinde durmayarak meşgule attı Sima.
Ejder ise defalarca kez aramasına rağmen açılmayan telefonu kaldırıp duvara fırlatmıştı.
Sima ile tanıştığından beri bu kaçıncı telefondu?
"Doğru tahmin." diye elleri cebinde rahat tavrıyla odasına girdi Erdi.
"Orada, onlarla."
Uyarmıştı.
Hemde iki kez.
Buna rağmen hâlâ laf dinlemiyor muydu?
Üstelik o suratsız herife elle tutulur bir ceza bile vermemişti. Buna karşın hâlâ laftan anlamayan güzel kadını ona zarar verdiğini düşünerek, kafasının dikine mi gidiyordu?
Yumruklarını sıkarken boydan pencerenin önüne gelip, tek kolunu duvara dayayarak bulunduğu siteye baktı.
Burası onun için harika bir yuva olacaktı. Zira bu muhteşem dizayndan yakalanmadan kaçması, imkansızdı.
"Sinan." dedi omzunun üzerinden Erdi'ye bakarak.
Atı oyuna sürmenin vakti gelmişti. Nasılsa Truva atına, herkes güvenirdi!
...
Ertesi gün öğle sıcağında bürodan çıkıp kucakladığı tatlı poşetleriyle hasta ziyaretine gittiğinde, tahmin ettiğinden çok daha fazla bir sevgiyle karşılaşmıştı Sima. Bu evde hep sevilirdi ama, bu sefer ki gözleri dolduracak kadar güzeldi.
"Seni görmek çok güzel." diye gülümseyen Gülşen hanıma sunabildiği en tatlı ifadesiyle karşılık verdiğinde, hasta beyin de sesi duyulmuştu.
"Ohoo, unutulduk mu ne?"
"Kıskanma." diye mutfaktan çıkan Rümeysa'ya da sarılarak yerine oturduğu an, Rümeysa'nın tekrar ortadan kaybolmasıyla çalan kapıya döndü.
"Ben bakarım." diye evin kızı olduğunu belli ederek gelen çalışanı geri gönderip kapıyı açtığı an, bakmamayı tercih etmenin çok geç olduğunu bizzat canlı kanlı görüyordu.
"Sinan?" diye soran gözlerle karşısındaki genç adama bakarken, sanki haftalar evvel iyi bir dayak yememiş gibi karşısında dikilen Sinan, davetsiz misafir olarak içeri girmişti.
"Herkese merhaba." derken tanımayan bakışları önemsemiyordu.
"Sinan?" diye arkadaşı ile aynı şaşkınlığı yaşayan Rümeysa'yı da es geçip, Gülşen hanımın elini öpmek üzere uzandı.
Buruşuk elinin üstüne centilmen bir edayla nazik bir öpücük kondurup geri çekildiğinde, iki genç kadın birbirine bakıyordu.
Onun burada ne işi vardı?
"Sinan ben, Rümeysa ile Sima'nın yakın arkadaşıyım."
Yakın!?
"Duydum, çok üzüldüm. Çok geç olmadan, geçmiş olsuna gelmek istedim."
"Teşekkürler." diye kendinden yana uzatılan eli sıkıp karşı koltuğu işaret etti Egemen.
Birazdan tatlılar servis edildiğinde, sehpaya çıkardığı telefonundan yana heyecanlı bakışlar atıyordu Sinan.
Gürültğyle çalmaya başlayan telefonunun ekranındaki ismi okuyamasa da şüpheye düşen Sima genç adamın arkasından bakarken, onun da kendinden yana kaçamak bir bakış attığını gördü.
Ardına takılmayı düşündüğü an Gülşen hanımın açtığı konuyla yerine çakılmıştı.
Fakat Sinan, sanki onu anlamış gibi bahçeye açılan balkondan başını uzatıp:
"Sima, bir bakar mısın?" diye ses etti. Fazla sakin adımlar atarak, fazla sakin bir halde yanına vardı Sima.
Uzatılan telefondaki sesin, içine işleyerek kanına karışan bir endişeye mahal vereceğini bilmeden...
"O telefon, süs eşyası mı?" diye soran sesle gözleri Sinan'ı bulmuş, başını iki yana sallarken yüzüne oturan tiksinir ifadeyle baştan aşağı genç adamı süzmüştü.
Hâlâ nasıl olabiliyor da ona yaltaklık ediyordu?
Gururu da mı yoktu?
Yoksa tahmin edemediği üzre, korkuyor muydu?
"Değil yüzünü görmek, sesini bile duymak istemiyorum. Ne zaman anlayacaksın bunu?" diye kendiside bir soru yöneltip Sinan'a arkasını dönerken, karşıdaki sesin güldüğünü duydu.
Bir ses aynı zamanda ancak bu kadar çekici ve dayanılmaz olabilirdi.
"Anlamakta bazen zorlanabiliyorum. Buraya gelip yakından anlatmaya ne dersin?"
"Seninle aynı ortamda kalmak mı? Hıh!" deyip başını iflah olmaz birine laf anlattığını belli edercesine iki yana salladı.
"Gece dışarda kalmak bile daha cazip geliyor."
Keyifli bir kahkaha daha attı Ejder. Sesi kulaklara bayram ettirir cinstendi. Yine de umursamadı Sima. Duyduğu ses tüm karizmasına rağmen, en büyük ve tek düşmanına aitti.
O yüzden bu sesle sarhoş olmaktan çok öte, kendine biraz daha gelebiliyordu.
"O kadar emin konuşma. Gün gelecek, bana doğru kendi isteğinle koşacaksın."
Bu sefer gülen Sima'ydı.
Ejder'in, hayaliyle kavrulduğu o tatlı dudaklarından şuh bir kahkaha koyverdiğinde, çalan kapıyı değilde, dakikalar sonraki çığlığı duymuştu.
Elindeki telefon ve peşinden ağır adımlarla gelen Sinan ile içeri geçtiğinde, Rümeysa yere düşmüş kutunun içindeki şeye dehşetle açılmış gözleriyle bakıyordu.
Sima da aynı yere bakarak biraz daha yaklaştığında, kulağındaki telefondan gelen sesin sahibi konuşmaları duyup, son sözlerini söyledi.
Sima da dahil ev ahalisi ise, elleri ağızlarında hayret ve tiksinir bakışlarla yerdeki kutuya bakıyorlardı.
İğrenç denebilecek bir koku ve görüntüye sahip olan kurtlanmış bir ciğer ile aynı ciğerin üzerine saplanmış bıçaktaydı gözler.
Bıçak yalnızca Sima'ya tanıdık gelirken, ağzını kapatan elini sızlamaya başlayan göğsüne götürdü.
Telefon ise, hediyeyi gönderen kişinin son sözlerini duyurmak için hâlâ kulağındaydı.
"Az önce gün dedim sanırım. An, diyecektim. An gelecek, kendi isteğinle geleceksin. O an da, şuan Sima. Şimdi söyle bana, sen mi gelirsin, yoksa ben mi gelip seni alayım?"