?13.BÖLÜM: SAVAŞ YA DA ÖL

3853 Words
Sanki mümkünmüş gibi sırtımı duvara biraz daha yaslarken tüm dünyayı içime çekecek kadar derin bir nefes aldım. Yanlış duyduğumu umarak "N-ne?" diye kekeledim. İri iri açılmış gözlerimle, alnımı örten kâküllerimle, küçük burnumla ve toplu dudağımla porselen bebeğe benziyor olmalıydım. Ama gerçekten, duyduklarımı algılamakta zorlanıyordum. Ne diyordu bu? Göğsümden taşı oyup almak mı? Gördüğüm tüm o sanrıların içinde, yaptığı şey bu muydu yani? Midem üst üste üç porsiyon taco yemişim gibi bulanarak ağzıma geldi. Tüm korkuma rağmen Kosey'in gözlerine bakmak için kendimi zorlarken o gözlerde benimle alay ettiğine dair bir şey aradım ama yoktu. Sonra gerçeklik bana bir tokat gibi çarptı. Taşı göğsümden oyup alacağını söylerken ciddiydi! Bunu gerçekten yapacaktı! Ah, Tanrım... Çıldırmış bu! Gerçekten, gerçekten çıldırmış ve biraz daha bu hastalıklı oyuna devam ederse bende onun gibi çıldıracağım. "Dur, bir saniye dur..." Ama​ hiç de duracak gibi görünmüyordu. Aksine, hasta herif, benimle oynamaya devam etti. "Kimse sana hırsızlığın kötü bir şey olduğunu öğretmedi mi?" diyerek her şeyden benim sorumlu olduğunu yüzüme çarptı. Korkumdan utanamıyorum da. "Sana ait olmayan şeylere elini uzatırsan böyle olur işte." Buna bir şey diyemedim. Zaten ne diyebilirdim ki? "Bunu medeni bir şekilde halledemez miyiz?" diye sordum, bir an sonra. "Konuşalım ne olur." diye yalvardım. Tek istediğim elimi bırakmasıydı. Böylece lanet çakıyı kendimden çekebilirdim. Fakat Kosey'in dudaklarında korkumdan ne kadar haz aldığını gösteren bir kıvrım belirdi. "Kaçacak deliğin kalmadı mı, seni beş para etmez sokak faresi?" Gülünecek pek bir şey olmamasına rağmen dudaklarımdan bir kıkırtı çıktı. Bana doğrultulan ve benim tuttuğum bıçak tenime biraz daha yaklaşınca gülmeyi keserek dehşetle inledim. İhtiyatla süzdüm Kosey'i. Sert bakışlarınla bir an için huzursuzluk kıvılcımı belirdi. Bende en az onun kadar öfkeliydim ama şükürler olsun, ne yaptığımı bilemeyecek kadar değil. Hemen gülmeyi kestim. Kosey'in devasa vücuduna baktıkça onun sabrını zorlamanın korkunç bir fikir olduğunun farkındaydım. Hırıltılı bir sesle "Kosey? Kafayı mı yedin?" diye sordum. Buna küçük bir homurtuyla karşılık verdi. Bende hemen devam ettim. "Dinle, dinle... Benden pek hoşlanmadığının farkındayım. Tanrı biliyor ya, bende sana bayılıyor sayılmam ama mantıklı olmaya çalış, lütfen. Beni öldürmen için bir nedenin yok." Masum bir sesle, "Yok mu?" diye sordu ama ifadesinden bildiği belli oluyordu zaten. Kafasını iki yana salladı. "Yine de bunu yapmak istiyorum." "Ne? Hayır!" Konuşmamız daha öncekinden daha kötü bir hâl aldığı için şaşkınlığımı gizleyemeyerek olduğum yere yapışıp kaldım. Gözlerim ve ağzım kocaman açılmıştı. TAMAM. Nefes al Eva. Nefes al... Kahretsin. Bir şeyler yapmalıydım hemen. O anda bir mucize oldu ve Kosey'in bıçağı bana çeviren parmaklarının tenimde gevşediğini hissettim. Sanırım ona zarar verebileceğime gerçekten ihtimal vermiyordu. İşte bu! Tek bir şansım vardı ama yine de bir şanstı işte ve ben bu durumu lehime çevirebilirdim. Bıçağı daha sıkı kavrayıp hiç beklemediği bir anda tüm gücümle geri savurdum. Kosey bıçak yüzünü kesmesin diye benden birkaç adım uzaklaşmak zorunda kaldı. Şaşkınlıkla durdu ve bende o üzerime tekrar atlamadan önce bacaklarıma kuvvet verip kapıya doğru koştum. Kapıyı açtığım anda orada bekleyen Alber'le karşılaştım. Beni görünce yüz hatları öfkeyle çarpıldı. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diyerek uzanıp beni tutmaya çalıştı ama can havliyle geriledim ve "Bana dokunma!" diyerek İsveç çakısını omzuna sapladım. Tüm gücümü kullanmıştım. Bu yüzden bıçak dibine kadar tenine girmişti. Zavallı Alber, acıdan iki büklüm oldu. Kan hızla gömleğine süzülürken omzunu tutup kanamayı durdurmaya çalıştı. Bir an afallayarak ona baktım. Zorlukla nefes alıyordum ve parmaklarım da titriyordu. Birini gerçekten bıçakladığıma inanamıyordum. Kosey, rahatsız edici bir sakinlikle, "Vay canına," dedi. "Beni bıçaklayacağını söylerken ciddiymişsin." Omzumun üzerinden ona baktım ve o beni yakalamadan önce zamana karşı yarıştığımın farkında olarak koridor boyunca koşmaya başladım. Gelirken her ihtimale karşı çıkışın nerede olduğunu hafızama kazımıştım. O yüzden kaybolmam gibi bir durum söz konusu değildi. Tam da gitmem gereken yolun ilerisinden birkaç ses gelince olduğum yerde durdum ve panikle ne yapabilirim diye düşünerek etrafıma bakındım. Pencereyle göz göze geldim. Yumrularımı sıktım. Ah, bu çılgıncaydı! Biliyordum ama yine de pencereye doğru yürüyüp onu açtım. İkinci kattaydım. Oradan birinci kattaki balkonun çıkıntısına atladım ve düşüp tüm kemiklerimi kırmadan önce demir korkuluklardan sarkıp havuzun yanındaki zemin kata indim. Bir adam bahçe kapısının önünde, gri bir Range Rover'a biniyordu. Ona doğru yürüyüp çakıyı doğrulttum ve elimde olduğu kadar tehditkâr bir ifadeyle bağırdım. "Arabanın anahtarını ver!" Bana dönerek "Ne?" dedi şaşkın şaşkın. "Beni duyduğunu biliyorum." dedim ciddi bir sesle. "Ver şu anahtarları. Hemen. Şimdi." "Hey. Sakin ol..." Ona dik dik baktım. "Hayır! Sakin falan olamam ben! Arabanın anahtarını ver dedim! Buradan gitmem gerekiyor ve bunun için birilerini yaralamam gerekse bile umurumda değil! Gideceğim!" Adam, bir kez daha elimdeki bıçağa baktı ve bir an benimle dövüşmek istiyormuş gibi tereddüt etti ama bunun riske atmaya değer bir şey olmadığını düşünmüş olacak ki, hemen sonra elini motorcu ceketinin iç cebine atarak arabanın anahtarlarını bana fırlattı. Uzanıp anahtarı havada kaptım. Vakit kaybetmeden arabanın sürücü koltuğuna oturdum. Emniyet kemerimi şimşek gibi bir hızla taktım ve derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştıktan sonra vitesi değiştirdim. Arabaya keskin bir U dönüşü yaptırarak malikanenin açık olan bahçe kapısından çıktım. Öfke, şaşkınlık ve adrenalin yüzünden gaza öyle sert yüklendim ki, tekerlekler isyan edercesine inlediler. Bu lanet yerden uzaklaşırken arabayı toprak yolda manyak gibi sürdüm. Direksiyonu tutan parmaklarımın boğumları bembeyaz kesilmişti. Nereye gittiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu ama 'normal' insanların olduğu bir kasaba bulursam paçayı kurtardım demektir, değil mi? Açık farların izin verdiği kadar etrafıma bir göz attım ama öyle şansızdım ki çorak arazi boyunca tek bir ev bile görünmüyordu. Avcumu direksiyon simidine geçirdim ve bir lanet yığını savurdum, ki bu garipti, ne de olsa kendimi kaybetmek pek alışkın olduğum bir şey değildi. Kahretsin. Sakinleşmem gerektiğinin bende farkındaydım. Bunu bir türlü yapamamak da sinirlerimi iyice bozuyordu. Aslında, derinlerde bir yerde tek yapmak istediğim pansiyona geri dönmek ve Emma'yla konuşmaktı. Böyle hissetmem o kadar normaldi ki. Ne de olsa Emma benim tek ailemdi ve Tanrım, onunla konuşmak her zaman beni sakinleştirirdi. Üstelik her şeyi affedebilecek, merhametli bir kalbe sahipti. Olanlar yüzünden bana ne kadar öfkeli olduğunu saymazsak tabii! Yine de ona hayrandım; Her zaman içinden geldiği gibi davranmasına, hayata olan bakış açısına ve daima doğru olan şeyi yapmasına... Oof... Tony ona ne kadarını anlatmıştı acaba? Umarım bazı detayları es geçmiştir, diye geçirdim içimden. Doğrusu kardeşimin tarihi bir lahidi kırmak için tarihi bir mızrak kullandığımı bilmesini hiç istemezdim. O zaman şu anki kızgınlığının esamesi bile okunmazdı. Onu biraz olsun tanıyorsam, beni kolumdan tuttuğu gibi en yakındaki karakola sürüklerdi. Bu düşünce yüzünden direksiyon simidini biraz daha sıktım. Polisle uğraşmak istememek bir yana, onlara ne diyecektim? Tarihi eser kaçakçılarına yardım ettiğim için psikopatın biri göğsümden bir taşı çıkarmak istiyor mu? Hem bu da ne demekti? Taş... Benim 'içimde' miydi? Kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Bu kulağa o kadar delice geliyordu ki, bana bir koruma talep etmelerinin imkânı yoktu. Üstelik herhangi bir korumanın Kosey gibi bir adamı durdurabileceğine olan inancım da pek sağlam değildi. Herifin bana az önce nasıl davrandığını hatırlayınca omurgam dikleşip gerildi. Hasta olduğumda gördüğüm sanrıları düşünerek derin bir iç çektim. Helen, Katherine ve diğerleri... Hepsi ölmüş müydü? Bana olacak olan da bu muydu? Ah, hayır. Ölmeye hiç niyetim yoktu. Bu düşünceyle gaz pedalına biraz daha bastım. Motor yüksek sesle gümbürdedi ve ibre doksanın üzerine yükselirken sırtım yumuşak, deri kokulu koltuğa gömüldü. Uzunca bir süre gözlerimi çakıl taşlarıyla kaplı yoldan ayırmadan ilerlemeye devam ettim. Öte yandan duyduğum her ses - ne kadar önemsiz ya da alçak olduğu umurumda değil - beni geriyordu. Sürekli aynalardan arkamı kontrol edip duruyordum. Yine de dakikalar sonra bile kimse peşimden geliyor gibi görünmüyordu. Burada sadece ben, verimsiz topraklar ve ses çıkarıp duran birkaç gece hayvanı vardı. Yoksa onu atlatmış mıydım? Mümkün müydü ki? Dişlerimi nefretle gıcırdattım, vitesi değiştirdim ve Kosey'in yüzü gözlerimin önünde belirirken hız sınırını hiçe sayarak gaz pedalına biraz daha bastım. En son bu hızla sürdüğümde Teksas'ın uçsuz bucaksız arazilerinden birindeydim. Tabii bu birkaç yıl önce, ehliyetimi aldığım ilk zamanlardandı. O zamandan beri sürücülüğüm bir hayli iyileşmişti. Artık arabayı sarsmadan ya da istop ettirmeden sürebiliyordum. Farla aydınlanan çatıl taşlı yolun yerini bir süre sonra asfalt dökülmüş bir yol aldığında doğru yönde olduğumu anladım. Buradan Kahire'yi gidebilir, oradan da Balsamina pansiyona geçebilirdim. Bu durumda Emma'yla yüzleşmem gerekirdi ama bana sorarsanız Kosey yerine Emma'yı tercih ederdim. Zaman geçtikçe gevşemeye başladım. Şimdi araba daha yavaş ilerliyor, yolun kenarında yetişmiş dikenli bitkiler iki yanımdan akıp gidiyordu. Gözlerim yolun ortasında duran beyaz, küçük figüre odaklandığında birkaç dakikadır yoldaydım. Gözlerimi merakla kıstım. Figür birden hareket etti. Bekle. Hareket mi etti? Onun bir kedi yavrusu olduğunu fark edince "Ah, hayır." diyerek ona çarpmamak için direksiyonu çevirdim. Araba tüm çabalarıma rağmen yoldan çıktı ve yol kenarındaki bir ağaca gerçekten çok sert bir şekilde çarptı. Emniyet kemeri beni koltuğa geri çekerken yüzümü buruşturup zonklayan alnımı ovdum. Kapıyı ittirerek açtım ve zar zor dışarı çıkarken arabanın ön tarafını mahvettiğimi gördüm. Kaput yamulmuştu ama motordan duman ya da alevler çıkmıyordu. Bu, iyi bir şeydi sanırım. Kendi kendime arabanın çalışıp çalışmayacağını düşünürken bakışlarım ağacın arkasında kalan tabelaya kaydı. Gelirken gördüğüm fabrika tabelasıydı bu. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama eminim ki böyle büyük bir fabrikada birileri vardır. Arabaya son bir kez daha baktım ve birini bulamazsam eğer dönüp motoru kontrol edeceğime söz vererek fabrikaya çıkan küçük yolu yürümeye başladım. Elimden geldiği kadar acele etmeye çalışsam da fabrikaya varmam yaklaşık yarım saat sürdü. Gece olduğu için başta fark edemesem de belli ki burası terk edilmiş bir fabrikaydı. Böylece birilerini bulma hayalim suya düşerken geri dönmem gerektiğini düşündüm. Geri dönmeli ve arabanın çalışıp çalışmadığını kontrol etmeliydim. Döndüm. Yolun diğer ucundan uzun boylu bir gölgenin yaklaştığını görünce birini gördüğüm için sevinebilirdim ama içgüdülerim bana bunun için çok erken olduğunu söylüyordu. Gözlerimi kısarak isteksizce gölgeli figüre odaklandım. Seslenip seslenmeden önce onun bir risk olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Öyleydi. Kosey'di. Yaklaştıkça onu daha net bir şekilde görebildim. Gizemli bakışlara sahip, canlı gözlerinin doğruca bende olduğunu fark ettim. Sanki, buldum seni, der gibiydi. Sakin kalmaya çalışarak onu saç uçlarından ayak uçlarına kadar süzdüm. Daha önce Kosey'in ne giydiğine dikkat etmemiştim ama şimdi gecenin bir parçası gibi durduğundan fark edebiliyordum. Geniş omuzlarını ve kaslarla dolu bedenini örten siyah bir tişörtle birlikte giydiği kot pantolon ve spor ayakkabılar da aynı renkteydi. Kolunda parıldayan saatin kadranı da, kayışı da siyahtı. Varlığı öyle hakimiyet ve tehlike doluydu ki, onun bu kendinden emin aurası karşısında farkında olmadan birkaç adım gerilemiştim. Yüzüm ıstırap içindeydi ve bu adamla nasıl baş edeceğimi düşünürken terk edilmiş fabrikanın içine koşmaya karar vermem birkaç saniye sürdü. O an tek çarem bu gibi gelmişti. Duvara tutunup kendimi yukarı çekerken ve üstünden zemini betonla kaplı bahçenin iç tarafına atlarken Kosey'e bir kez daha bakmadım. Fabrikanın ana giriş kapısında asma bir kilit vardı ama biri, muhtemelen evsizler ve uyuşturucu bağımlılarıydı, kilidi zincirlerinden kırmıştı. İçeri girdiğinde ilk fark ettiğim kokuydu: Yanık ve kâğıt kokusu ile karşılık bir çeşit küf... Gözlerimi​ etrafta döndürdüm ve neredeyse hemen büyük, gaz varillerinin yanına yığılmış bir metrelik inşaat demirlerini gördüm. Bir tanesini alıp ucunu avcumun içine birkaç kere vurarak ağırlığını kontrol ettim. Sonra da içeri girip ana bölüm olduğunu düşündüğüm, her yerinde çelikten yapılma bir makineler ve ayaklı variller yerleştirilmiş alana çıktım. Burası yüksek tabanlı, çapraz kemerli bir odaydı. Yerde küçük küçük parçalara ayrılmış bir sürü kâğıt, duvarlarda da örümcek ağları ve artık çalışmayan elektronik panolar vardı. Peşinden gelen ayak seslerini duyunca hemen bir sütunun arkasına saklandım ve demir levyeyi iki elimle sıkı sıkı kavradım. Bu benim tek silahım, aynı zamanda da tek umudumdu. O manyağın fabrikanın içinde hareket eden ayak seslerini duyabiliyordum. Dönüp bakarsam beni göreceğinden korktuğum için kıpırdamadan durdum. Beni bulmamasını umuyordum ama seslerin geldiği tarafa bakılırsa tam da benim olduğum tarafa giriyordu. Ne kadar da şansızdım! Olduğum yerden uzun gölgesinin fabrikanın içinde hareket ettiğini görebiliyordum. Bir varilin arkasına eğilip kontrol etti ve beni orada bulamayınca kısık sesle kıkırdayarak ensemdeki tüylerin diken diken olmasına neden oldu. "Oyun mu oynuyoruz?" Sen ne tür bir pisliksin, diye bağırmak istesem de sesimi çıkarmadım. Olduğum yere çok yakın, başka bir makinenin arkasına baktı ve yürümeye devam ederken konuşmayı sürdürdü. "Elma dersem çık, armut dersem çıkma." Gözlerimi devirmeden edemedim. En son saklambaç oynadığımda sekiz yaşında falandım herhalde. Onda da hayati tehlikem yoktu. Fakat şimdi Kosey'in gölgesinin giderek bana doğru yaklaştığını görebiliyordum. Levyeyi biraz daha sıkı tuttum. Oyun mu oynamak istiyordu? Tamam. Oynayalım o zaman. "Sobe, seni piç!" diyerek levyeyi suratına savurdum. Bu onu öldürmezdi ama yüzünü iyice bir dağıtırdı. Belki o zaman birine böyle davranmadan önce iki kez düşünürdü. Ama işler pek de hayal ettiğim gibi gitmedi. Kosey, levye yüzüne çarpmadan bir saniye önce elini kaldırdı. Kol kasları gerildi ve levyeyi ortasından yakalayıp tutarak ona çarpmadan önce havada durdurdu. Gözlerini kısarak bana baktı. Evet. Bundan hiç hoşlanmamıştı. Bense şok içindeydim. Kıpırdamamıştı bile, çok güçlüydü. Kahretsin. Bu hiç iyi değildi. Göğsü titrek, keyifli bir nefesle inip kalktı. "Sen​ gerçek misin? Beni bununla mı alt edeceksin? Korkup kaçarım belki?" İfadem sertleşirken Kosey levyeyi kendine çekti. Beni hazırlıksız yakaladığı için tek silahım elimden kayıp giderken hiçbir şey yapamamıştım. Alıp yana fırlattığında levye çelik varillerden birine çarpıp tiz bir ses çıkararak yere düştü. Konuşmaya başlamasıyla bakışlarımı tekrar yüzüne kaydırdım. Tehdit eder gibi bir sesle, "Asıl sana sobe." diyerek üzerime yürümeye başladığında endişeyle yavaş yavaş gerilemeye başladım. Bunun yerine koşmaya başlamalıydım, biliyordum. Hem de hemen. Ama aklım durmuştu sanki. Kaçmak için döndüğümde tam ensemden tutup geri çekti beni. Eli büyüktü ve şimdi bile boynumun yarısından fazlasını kavrıyordu. Kıpırdamaya cesaret edemedim. Ondan sıcak dalgalar halinde yayılan tehdidi hissedebiliyordum ve eminim ki Kosey on saniye içinde boyun kırmayı biliyordur... "Hayır." dedi arkamdan, omzumun üzerinden. "Benden o kadar kolay kaçamazsın." "Neden?" diye sordum, belki de bininci defa. "Neden bunu yapıyorsun anlamıyorum." "Sana zaten söyledim, değil mi? Bu karmaşık bir mesele ama öyle olmasaydı bile sana bir şey anlatmazdım." Başımı geriye attım, ona ters bir bakış attım. Ne bir şeyler söyledim ne de bir şeyler hissettim ama sırf onu gıcık etmek için küfür etmek istiyordum. Yaptım da. Kosey'de karşılık olarak ensemi hafifçe ama hayretten ciyaklamama neden olacak kadar sıktı. "Küfürlü konuşmalara hiç gelemem. Hele de bana söylenmişse. Yerinde olsam dilime hâkim olurdum." "Ya sen bir..." Yan taraftan gelen bir gürültü kulaklarıma şiddetle çarptığında lafım ağzıma tıkıldı. Ne olduğunu anlamamıştım ama Kosey'de benim gibi bir sorun olduğunu fark etmiş gibiydi. Başını çevirip omzunun üzerinden sesin geldiği yöne baktı. Oyun oynayan tavrı birden yok olmuştu, kaskatı oldu ve "Kahretsin." dedi beni şaşırtan bir öfkeyle. Bir anda ensemi bırakınca tutuşunun aslında ne kadar güçlü olduğunu fark ettim. Beni bıraktığı anda sendelemiş, yandaki sütuna sarılarak durabilmiştim. Ona bakmak için etrafımda döndüğümde bir şey... Hayır, birisi... Kosey'in üstüne yabani bir hayvan gibi saldırdı. Onu kollarının üzerinden kavrayıp sertçe ittirdi. Kosey sırtını korkunç bir şiddetle duvardaki elektrik panosuna çarptı ve bu çarpma öylesine güçlüydü ki, çift taraflı cam önce yüksek sesle çatladı, sonra da binlerce parçaya bölündü ve bir saniye sağlam kaldıktan sonra paramparça oldu. Her yerde kıvılcımlar uçuştu ve kırık cam parçaları omuzlarından dökülürken Kosey'in saçları darbeyle dağılıp alnına düştü. Öfke, gözlerindeki kehribar rengi benekleri koyulaştırdı. Daha önce çakıyla yaraladığım elini omuzlarında parıldayan cam parçalarını silkelemek için kullandı. Canı hiç değilse biraz yanmış olmalıydı çünkü kaşlarının acıyla çatıldığını, dudaklarının da sert bir biçimde çizgi halini aldığını görebiliyordum. Ardından ters ve öfkeli bir tavırla, küçümseyici bir vurgu yaparak "Baris." dedi. "Başka kimi bekliyordun?" diye sordu bir ses, hemen yanımdan. Bu sesi daha önce de duymuştum. "Kimseyi." diye cevap verdi Kosey. Ardından çok yavaş bir şekilde, omzunda kalan bir cam parçasını daha aldı ve aynı yavaşlıkla yere attı. "Sadece şaşırttın beni. Görüşmeyeli hızlı hareket etmeyi öğrenmişsin." Bu ikisi belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Neredeyse nefes almayı unutmuştum. Koca koca açılmış gözlerimi Kosey'den Baris'e çevirdim. Burun deliklerim şişerek oksijeni içine çekti ve nefesimi yüksek sesle ağzımdan verince şaşkınlık dolu bir nida fabrikanın içinde yankılandı. Buradaydı! Buna inanamıyordum! Kosey yüzünden Baris'i gördüğümü neredeyse unutmuştum. Kulaklarım çınlıyor, göğsüm hızla inip kalkıyor, her yerimde küçük karıncalar geziniyordu. Gözlerim iki adam üzerinde gidip geldi. Daha önce Kosey​ ve Baris'i hiç bir arada görmemiştim. Şimdi görünce birbirlerine pek benzemediklerini fark ediyordum. Kosey, Baris'ten birkaç santim daha uzundu ve Baris'e nazaran daha kaslı gibiydi. Koyu renk saçları, keskin hatlarını zarif bir şekilde çevreleyen gür, kaba dalgalar halinde şekillenmişti. Baris ise Kosey'e kıyasla daha düz, daha koyumsu saçlara, daha zarif yüz hatlarına ve genel olarak daha soğuk ve sakin bir görünüme sahipti. Ve şimdi, bu ikisiyle baş başa mı kalmıştım ben? Kabul ediyorum, pek uslu bir kız değildim ve küçükken bile başımı sık sık belaya sokup dururdum; Sahte reçete düzenleyip satmak, kavga çıkarmak, okul sonrası cezalarına kalacak kadar derslere geç girmek gibi... Ama hiç şu anki kadar belaya batmışlığım olmamıştı; Böyle çaresiz ve ölüme bir adım uzakta... Kan dolaşımım hızlanırken arkamdaki sütuna çarpıp kayarak kalçamın üzerine düştüm. Yine de buna hiç gerek yoktu çünkü Baris'in varlığımdan haberi bile yok gibiydi. Derin bir nefretin yerleştiği yüzle Kosey'e doğru bir adım attı ve Kosey'de kavgaya hazır bir şekilde şöyle bir silkelenip çenesini dikleştirdi. "Benimle kavga mı edeceksin?" Ses tonundan durumla alay ettiği belli oluyordu. "Onun gibi bir hanımefendinin bunu görmesini istediğinden emin misin? Hakkında ne düşünür sonra?" Baris başını yana eğdi. Sessizliğini sürdürerek eski, derin bir öfkeyle kaplı gözlerle Kosey'in gözlerinin içine bakmaya devam etti. Kosey omuzlarını silkti, kayıtsız ifadesi suratından silinmemişti. "Sen bilirsin." "Kızdan uzak dur." "Hemen sinirlenme. Kıza bir şey yaptığım yoktu. Konuşuyorduk sadece." Sözleri beni sinir etmişti. Tam bir baş belası, diye geçirdim içimden. Bunun sonu kötüye varacaktı. Demedi demeyin. Sonra, sanki mümkünmüş gibi, işler daha da beter bir hâl aldı - Üçümüzün de yüzü aynı anda aynı tarafa döndü. Nefesimi tutup fabrikanın kapısından içeri giren sesi dinledim. Bu sesi tanıyordum; Polis sireniydi! Biri tesisteki sesleri duyup polise haber vermiş olmalıydı. Halen korkuyordum fakat bu düşünceden dolayı içimden gülmek geldi. Yine de bunu yapmadım. Bu son derece uygunsuz ve dikkat çekici olurdu. Ayrıca bunu yapacak kadar kuvvetim de kalmamıştı. Kosey, bölünmemizden hiç hoşlanmamıştı. İsteksiz bir sakinlikle, "Misafirimiz var gibi görünüyor." dedi. Yaa, dememek için kendimi zor tuttum. Hâlâ yerde, sefil bir halde olmama rağmen gözlerimi meydan okurcasına kısarak onun bakışlarına karşılık verdim. Dik dik birbirimize baktık. Kosey, "Başka zaman o zaman." diyerek Baris'e soğuk gözlerle son bir bakış daha attı. Başını bir veda hareketiyle eğdikten sonra döndü ve fabrikanın makineleri arasında gözden kayboldu. Kesinlikle manyağın tekiydi. En azından ondan kurtulmuştum. İçimden bir ses, şimdilik, dedi. Keyfini çıkarmaya bak, diye de ekledi. Ama hayat sürprizlerle doluydu, değil mi? Bana uzatılmış bir avuç görünce şaşkınlığım daha da arttı ve yerden kalkmadan çenemi kaldırarak Baris'in yüzüne aval aval baktım. Tek hissettiğim de bu değildi üstelik; Korku, panik, pişmanlık, nefret... Ama cidden, ne yapıyordu bu? "Sana yardım etmeme izin ver." dediğinde tekrar bana uzattığı eline baktım. Bu hiç beklenmedik, fazlasıyla resmi yardım teklifi karşısında çok şaşırmıştım. Hareket etmeye niyetimin olmadığını gören Baris kısık sesle bir şeyler homurdanarak üzerime uzandı. "Hadi. Gel buraya." Güçlü elleri kollarımı iki yandan sıkıca kavradı ve beni tek seferde çekip düştüğüm tozlu zeminden kaldırdı. Kalçam çarpmanın etkisiyle sızlayınca sersem bir şekilde homurdandım. Endişeyle kaşlarını çattı. "İyi misin?" Yüzüm halen asıktı. Sesim de sonbaharda yere dökülen yapraklar gibi yorgundu. "Sanırım." Yavaşça, çok yavaşça beni süzdü. "Bir yerin incindi mi?" "Hayır." diye cevap verdim. "Sadece gururum." Bir kalp atımı süresince bana baktı. Başını sallayarak, "Sanırım iyisin." dedi ve rahatlayarak yavaşça nefesini üfledi. Tuhaf, ama iyi olduğum için gerçekten de memnun olmuş gibiydi. Polis sirenleri ise artık iyice yaklaşmıştı. Yanıp sönen mavi - kırmızı ışıkların giderek daha da yoğun bir hale geldiğini görebiliyordum. Baris kapıya baksa da ben ona bakmayı bir an olsun bırakmadım. Sonra birden bana geri bakınca ve bileğimi tutup bedenimi kendine çekince kaskatı kesildim. Elimi çekiştirip kurtarmaya çalıştım ama o da Kosey gibi güçlüydü, bunu yapmama izin vermedi. Ah, Tanrım. Yoksa o da mı bana zarar vermek istiyordu? Ama düşüncelerimin tam aksi bir biçimde "Burası senin için güvenli değil. Benimle gel." dediğinde şaşkınlığım biraz daha arttı. "Yok hayır, seni tanımıyorum bile." "Bu anlamsız." dedi sabırsız bir şekilde gözlerimin tam içine bakarak. "Zaman kaybediyoruz." "İnan bana, bunu daha az umursayamazdım. Gördün mü bilmiyorum ama az önce o herif burada, benim üzerimden, küçük bir katliam organize etmek üzereydi..." Gerçek bana bir dalga gibi çarpınca elimi düz, kahverengi saçlarımın arasında gezdirdim. "Aman Tanrım! Aman Tanrım! Bu gerçekten oluyor! Ve sende..." Kalp atışlarım öyle hızlandı ki, onları kulaklarımın içinde hissedebiliyordum. "Senin... Burada ne işin var? Anlayamıyorum." "Senin için geldim." Donup kalırken o da ona bakmam için yüzünü yüzüme biraz daha eğdi. Saniyenin onda biri içinde her şeyi unuttum çünkü kahrolası, yüzü yüzümün hemen önündeyken çok yakışıklı görünüyor ve inanılmaz derecede hoş kokuyordu. Bileğim hâlâ parmaklarının arasındaydı. Belki de yine kaçıp gitmemden korkuyordu. "Ama şimdi neden burada olduğum önemli değil. Sesleri duyuyor musun?" Gözlerimi kırpıştırdım. Sesler mi? Ah, polis sirenlerinden bahsediyor olmalıydı! "Polisler birazdan burada olacaklar. Gitmeliyiz." "Ne? Biz mi?" "Evet, biz." İtiraz istemediği belli oluyordu. Çok beklerdi! Tereddüt ederek, "Fakat sen..." dedim ve suratımı asıp gözlerinin içine bakarak sıkıntıyla homurdandım. Bakışlarımdan ne demek istediğimi anlamış gibiydi. Bir an ne diyeceğini bilemiyormuş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. Dalgın bir tavırla gerildi. Sonra da yumuşak, ikna edici ve belli ki insanların dinlemesine alışkın olduğu bir sesle "Benden korkuyorsun, değil mi? Buna gerek yok. Seni incitmeyeceğim." diye söz verdi bana. Bir müddet bekledim. Temkinli olmaya ve sözlerimi iyi seçmeye çalışıyordum. Sonra da pürüzlü ve çatlak bir sesle, "İstesen bile mi?" diye sordum çünkü hatırladığım kadarıyla daha önce hırsızlık yaptığım ve yalan söylediğim için bana çok kızgındı. Ekledi. "İstesem bile yapmam." "Ah." dedim. Dürüst görünüyordu. Sözleriyle yumuşadığımı ve ona inanmak üzere olduğumu fark edince içimden aptallığıma lanetler savurdum. Ona inanmak istemiyordum, onu dinlemek istemiyordum. Hemen susmasını istiyordum fakat o devam etti. "Benimle gel. Ortalıkta böyle dolaşırsan Kosey seni kolayca avlar. Onun sağı solu belli olmaz." Kalbimde bir sızı hissettim. Alaycı bir ifadeyle, sanki göğsüm ve boğazım yanıyormuş gibi güldüm. "Avlar, ha?" Çenesinde bir adale seğirdi. "Benimle gel." diye tekrar etti, bana düşünme fırsatı tanımadan. Ses tonundan bir şey anlaşılmıyordu ama çok netti. Ona şüpheli bakışlarla baktım. Yüzündeki ifadede samimiyetsizlik aradım ama yoktu. Omuzlarımı düşürüp nefesimi bıraktım. Lanet olsun. Ona inanmayacaktım... Değil mi? Öfkeli gözlerimi yere dikerek birkaç saniye düşündüm. Beyin hücrelerimden birkaç tanesini kaybetmiş olmalıydım çünkü bu ihtimali inandırıcı bulmasam da gözlerimi gözlerine çevirerek, kararsız ve içime kaçmış gibi duran bir sesle, "Peki. Gidelim." dememin başka bir açıklaması yoktu. Ben bunu der demez Baris bileğimdeki elini indirdi, dokunuşu parmaklarıma doğru kaydı. Bir an sonra sıkı bir şekilde elimi tuttu ve iri iri açılan gözlerimi umursamadan dönüp fabrikanın kapısına doğru yürürken beni de peşinden götürdü. Ona ayak uydururken gözlerimi aşağı indirip birleşen ellerimize kısa bir bakış attım. Elimi tutması beni şaşırtmıştı. Hiç yeri olmasa da kendi kendime en son ne zaman bir erkeğin elini tuttuğumu düşündüm. Biriyle çıkmayalı yıllar olmuştu ama elbette ki bu o 'türden' bir dokunuş değildi. Öyle olduğunu hiç düşünmemiştim zaten. Belki de kendi başıma yürüyemeyecek kadar sarsılmış olduğumu düşünüyordur? Doğrusu, tökezlemem ve iki de bir Kosey peşimizden geliyor mu diye omzumun üzerinden bakmam yüzünden bende öyle düşünüyordum. Bunun korkunç bir seçim olmaması için içten içe dua ederek Baris'in tuttuğu uzun, kemikli parmaklarımı hafifçe kıpırdattım ve onunla birlikte fabrikanın kapısından çıktım. Asfalt yola bağlanan toprak patikaya doğru yürüdük. Bir yandan da piramitteki ilk tanışmamızı düşündüm. Ne gündü ama! Üstelik hâlâ tam olarak ne olduğunu bilmiyordum. Merakımın da tesiriyle gözlerimi Baris'in sırtına dikerek uzun uzun ona baktım. Hayır. Zarar vermek isteyen birine benzemiyordu ama sırf benzemiyor diye öyle olmadığını düşünecek kadar saf değildim. Yine de beni Kosey denen o adamdan kurtarmıştı ve her ne kadar ödümü koparsa da şimdiye kadar beni ciddi bir şekilde incitmemişti, değil mi? Kimdi bu Baris? Gerçekte nasıl bir adamdı? Ve Tanrı aşkına, ne diye ona inanıp peşinden gidiyordum ki? Saçmaladığımı düşündüm, sakinleşmek için kafamı kaldırıp yıldızlara baktım ve bir yıldız kayınca düşünmekten yorgun düşmüş bir şekilde bu gecenin bir an önce son bulmasını diledim...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD