?14.BÖLÜM: MİSTİK GÜÇ

4390 Words
Baris elimi tutarken ve bende onu annesini takip eden ördek yavruları gibi takip ederken - dakikalar sonra bile - olanların şaşkınlığını üzerimden atamamıştım. Hayatımın açık ara en kötü gecesiydi bu, en kötü! Önce Kosey, şimdi de bu adam! Onunla gittiğime, beni bunun için ikna ettiğine inanamıyordum. Şimdi bu o kadar aptalca geliyordu ki... Hele ki piramidin içinde olanlardan sonra! Yine de pişman olmak için çok geçti artık. Bu düşünceyle Baris'in elimi tutan parmaklarına baktığımda yüzümü buruşturdum. Aslında yapmak istediğim kendime iyisinden bir dayak atmaktı. Belki o zaman aklım başıma gelirdi. Tanrı aşkına! Gerçekten! Baris'le NE halt yiyordum ben? Daha bugün tanışmıştık, ona da ne kadar tanışma denebilirse artık. Baris'in 'kim' olduğunu anlar anlamaz ödüm kopmuş, aklım başımdan gitmiş, bayılacak gibi olmuş ve tabanları yağlamıştım. Olanları yine ve yine hatırlayınca uzun uzun iç çekmeden edemedim. O bir yabancıydı ve ona güvenip güvenemeyeceğimden emin olamamak beni huzursuz ediyordu. Konuşması için beklemiştim. Kendi kendine konuşmaya başlar diye umut etmiştim ama görünüşe göre pek konuşkan biri değildi. Bilmiyorum. Belki de hâlâ bana kızgındır? İstesem bile yapmam demişti ama o kimdi ki ona koşulsuz şartsız inanacaktım? Bir şey söylese miydim acaba? Konuşup da onu yine öfkelendirecek bir şey söylemekten çekiniyordum. O da hiç konuşacak gibi görünmüyordu. Dakikalar sonra cesaretimi topladım ve arkasından seslenerek yavaşça adını söyledim. "Baris?" Yürümeye devam etti. Beni duymadı sanırım. Öncekinden daha mızmız bir şekilde "Baris?" dedim bir kere daha. Bu sefer duymaması mümkün değildi çünkü sesimi yükseltmiştim. Ancak Baris yine durmadı. 'Ah, kahretsin. Beni duymadığı falan yok bunun. Sadece duymazdan geliyor!' diye düşündüm kendi kendime. "Hey! Seninle konuşuyorum!" diye bağırdım ona. Sesim tahmin ettiğimden daha sert çıktığı için minnettardım. "Konuşabilir miyiz? Hemen! Bu! Saniye!" Ama hey, işe yaramıştı işte. Baris bir anda durduğunda hızımı alamadığım için burnumu kürek kemiklerinin arasına çarptım. Acıyla homurdanarak geri çekilirken Baris elimi bıraktı ve yüzünü bana çevirmek için döndü. "Konuşalım o zaman." dedi. Ona bakmak için başımı kaldırdım ve bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama ona bakmayı sevdiğimi fark ettim. İtiraf edeceğim, Baris oldukça yakışıklıydı. Kendine iyi baktığı kesin. Bekle, bir dakika. Onu çekici mi buluyordum ben? Bana ölesiye öfkeli görünürken bile mi? Görünüşe göre evet çünkü muhteşem, altın irisleri gür, koyu kirpiklerle çevriliydi ve kirpiklerinin gölgesi elmacık kemiklerinin üzerine düşüyordu... Ah,​ Tanrım... Bakışları bir kılıç gibi benimkileri deliyor ve yerin yedi kat dibine girmek istememe neden oluyordu. Baris şimdiye kadar bana iyi davranmıştı ama içinden bir ses bunun çok uzun sürmeyeceğini söylüyordu. Çok, çok öfkeli görünüyordu. Elimi hafifçe ovdum. "Ne? Neden bana öyle bakıyorsun?" diye sordum, bunu biraz garipseyerek. "Canım senin derini canlı canlı yüzmek istiyor da ondan." Dayanamayıp ürperdim. Ciddi olmadığı, sadece bana olan öfkesini ifade ettiği belliydi ama yine de bunu söylemesinin yeri bu ıssız arazi miydi? Beni geriyordu. "Neden?" diye sordum salak rolü yaparak. "Ne yaptım ki ben? "İstediğin kadar hiçbir şey olmamış gibi yapabilirsin ama bu tavır seni içine battığın pislikten kurtarmaz." "Şey... Ben..." Sıcak bir his içimi yakarken dilimin ucunu sertçe ısırdım. Ardından derin bir iç çektim. "Bana gerçekten kızgınsın, değil mi?" "Sana ne diye kızgın olacakmışım ki?" Boynumu kaşıdım. "Biliyorsun işte..." "Hayır, bilmiyorum. Ne düşündüğünü anlamak imkânsız." Benimle ne tür bir oyun oynuyordu? Açıkça söylememi mi istiyordu? Gözlerimi kaçırdım ve kocaman, ürkütücü gözleri olan bir gece kuşuna baktım. Baris'in bakışlarıyla buluşmaya cesaretim yoktu. Geveledim ağzımda. "Şey... Hırsızlık yapmam... Yalan söylemem... Bir de seni mızrakla yaralamaya çalışmam vardı tabii..." Olanları tekrar hatırlayınca yüzümü sertçe buruşturdum. Bunlar kulağa hiç de iyi gelmiyordu doğrusu. Sonra birden aklıma geldi. Huzursuz bir his midemi bulandırdı ve bende başımı çevirerek şaşkın şaşkın Baris'e geri baktım. "Burada ne arıyorsun? Beni takip mi ettin?" Baris konuşmak için ağzını açtı ama elimi kaldırarak hemen sözünü kestim. "Hayır. Dur. Cevap verme. Bilmemeyi tercih ederim. Bana sadece şunu söyle. Sen​ gerçekten 'O' musun? Baris? Yani, evet, o garip lahidin üzerinde öyle yazıyordu ama..." Sanırım zihnimin bir yerlerinde bunun sadece iki insanın aynı ismi taşımasından ibaret olduğunu umuyordum ama kimi kandırıyordum ben? Baris bir şey demek yerine bana bakmaya devam edince huzursuzca yerimde kıpırdandım. Ne garip. Sesini duymak istiyordum. Sanki sesini duymak bu ıssız yerde bir yabancıyla, özellikle de onun gibi biriyle olduğum gerçeğini değiştirecekmiş gibi! Duymak istediğim şeyin ne olduğunu bildiğini biliyordum ama belli ki karşısındakini rahatlatmak için yalan söyleyen biri değildi. Başını hafifçe sallayarak cevap verdi: Evet. Gerçeği bilmeme rağmen "Hayır, olamaz." diye sızlandım. "Niye şaşırıyorsun? Kim olduğumu bilmiyor muydun?" "Evet, ama sen... Bu..." dedim güçlükle devam ederek. Elimi yüzümde gezdirdim ve ona tekrar bakmadan önce uzun bir iç çektim. Tanrım. Nasıl olurdu bu? Nasıl mümkün olabilirdi? Aklım bunu almıyordu. Bir enkazın altından çıkar gibi "Peki ya o? O kim?" diye sorarak devam ettim. Soğuk ve bıçak gibi bir his tenime batıyordu. Kosey'i bariz bir nefretle anmıştım. "Onu tanıyor musun?" Baris dişlerini sıktı, bir cevap vermedi. İfadesi buz gibiydi, ki bu da​ almak istediğim cevabı veriyordu: Onu tanıyordu. Fakat nereden? Ben​ bunu düşünürken Baris yola devam etmek için döndü. Onu takip edeceğimi düşünüyor olmalı ki bu defa elimi tutmamıştı fakat yanılıyordu, olduğum yerde durmuş, arkasından bakakalmıştım. Ufak bir sessizlikten sonra onun duyabileceği kadar yüksek bir şekilde "Tanıdığını biliyorum." diye mırıldandım. "O da seni tanıyordu. Seni pek sevmiyor, değil mi? Neden?" Omzunun üzerinden bana bir bakış attı. Belli ki sürekli soru sorup durmam onu rahatsız ediyordu. Dudaklarını araladı. Sonra geri kapattı. Bir an cevap verecek sandım ama yapmadı. Onun yerine başıyla yolu işaret etti. Tek yaptığı da buydu. Sonra yürümeye devam etti. Keşke şu 'sessiz' tavrını bir kenara bıraksa diye geçirdim içimden. Tamam. Yetmişti artık. Görmezden gelindiğim için zapt edemediğim bir öfkeyle tüm duygularım taştı ve parmaklarımla saçlarımı tararken önümdeki kuzgun saçlı adamın sırtına dik dik baktım. Bir ayağımı hışımla yere vurdum ve çok geçmeden ipin ucunu kaçırarak ses tellerim bağırmaktan acıyıncaya dek bağırdım ona. "Aman Tanrım! Seninle konuşuyorum! Hiç değilse sana bir şey sorduğumda, bana CEVAP ver!" Bana dönmeden ya da yürümeyi kesmeden konuşarak, "Bağırmayı kes. Zaten olduğundan daha rahatsız edici oluyorsun." dedi sinir bozucu bir sesle. Bende "Bana ne yapıp yapamayacağımı söyleyemezsin sen!" diye karşılık verdim aşırı yüksek çıkan bir sesle. Benim öfkeme karşın Baris ölümcül bir sakinlikle yanıt verdi: "Öyle bir söylerim ki. Hareket et. Sabaha kadar burada durmak istemiyorum. Özellikle tartışmaktan başka bir şey yapmazken." "Sen​ kendini ne sanıyorsun? Efendim falan mı? Seni onun bunun çocuğu!" Ne yazık ki, Baris bu defa duymazdan gelmedi. Sanırım ses tonum yüzündendi. Bir anda arkasını döndü ve ellerinden birini uzatıp parmaklarını çenemin ucuna doladı. Beni kendine çekerken yüzümü kaldırıp ona bakmamı sağladı. O da bana bakmak için başını eğmişti. Bunu o kadar ani bir şekilde yapmıştı ki, direnememiştim bile. Şimdi yüzü yüzümün hemen önündeydi. "Ne ağzı bozuk bir kızsın sen." dediğini duydum. Sözleri kulak zarımı delip geçerken şaşkınlıkla güldüm. Evet. İnsanları böyle kızdırmaya bir an önce son vermeliydim. En azından bu adamla değil, diye ekledim kendi kendime. Gerginlik midemin derinliklerinde köpürüyordu. Ama o kadar da kötü değil gibi. En azından tutuşu yumuşaktı ve parmakları canımı yakmıyor, sadece gözlerinin içine bakmam için beni zorluyordu. Bakışlarını yüzümde gezdirdi. İçimden bir ürperme geçti. Tam beni bırakmasını söylemek için ağzımı açmıştım ki, yüzümde gezinen gözleri gözlerimi buldu ve dikkatle bakarak, hafif bir merakla "Neden yaptın bunu?" diye sordu... Cevap vermek yerine kaşlarımı çattım ve sessizce, ateş saçan gözlerle ona bakmaya devam ettim. Kalbimin olduğundan daha hızlı attığını hissedebiliyordum. Baris, bir süre yüzüme baktı ve sonra yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Kendimi aptalın önde gideni gibi hissetmeme neden olan bir tepkiydi bu. "Para için miydi?" diye sordu. Bingo! Bunu böyle basitçe tahmin etmesi beni şaşkınlığa uğrattığı için ne diyeceğimi bilemedim. "Evet." dedim en sonunda. "Ne olmuş yani?" "Seni ahmak!" diye azarladı beni. Çenemi biraz daha kendine çekince başım geriye düştü. "Para için az daha canından olacaktın!" "Böyle olacağını nereden bilebilirdim? Hem o para oldukça fazlaydı. Ben biraz şeyimdir..." Hışımlı çıkışıma rağmen sesim bir mırıltı eşliğinde yok oldu. Ağzıma bir tane çakmak istiyordum. Neyim? Paragöz mü? Boş versenize. Benden avukat falan olmazdı. Vücudum yenilgiyle gevşerken, kendimi, "O parayı gerçekten istemiştim." derken buldum. Sonra sertçe irkildim. Bunu sesli mi söylemiştim? Görünüşe göre evet çünkü ben bunu deyince Baris'in yüzündeki ifade kısa bir an için değişmişti. Bir an için onu okumak çok kolaydı. Ne de olsa cevabımdan ne kadar tiksindiğini ve nefret ettiğini gösteren bir ifadeydi bu. Bunu görmek beni huzursuz etmişti. Oysa bana böyle bakan ilk kişi o değildi ki! Daha önce Tony'de de görmüştüm aynı bakışı; Tapınaktaki odada, tüm itirazlarına rağmen o baş belası taşı çalmaya çalıştığımda... Bunun farkı neydi sanki? Umursamamaya çalıştım, umursamamam gerektiğini düşündüm. Fakat sonrasında Baris'in dediği şey donup kalmama neden oldu. "Değerlerini böyle satmak..." Genzinden bıkkınlık dolu bir inilti boşaldı. "Ne kadar acınası." Yüzüne baktığımda ciddi olduğunu görebiliyordum. Cidden böyle düşünüyordu ve ciddi olması, bir şekilde alay etmesinden daha kötüydü. Tüm eklem yerlerim zangırdadı. Öfke ve umutsuzlukla yanaklarım yanmaya başladı. Kolay kolay utanan biri değildim ama hayatımda hiç bu kadar utandığımı da hatırlamıyordum. Açıkçası yaptığım hatalardan pişmandım. Keşke yapmasaydım dediğim o kadar çok şey olmuştu ki... İç çektim. Zor bir gün geçirmiştim ve yaşayabileceğim tüm duygular zihnimin içinde birbirine geçmişken düşünmek bile beni öldürüyordu... Dudaklarımı araladım. "Değerlerimi satmak mı? Biliyorum, şu anda bana kızgınsın ama sence de bu biraz ağır olmadı mı? Değerlerimi falan satmadım ben." "Satmadın mı?" diye sordu. Elbette satmamıştım! Değil mi? İtiraz etmek için ağzımı açtım. Sonra emin olamayarak geri kapattım. Geri paslanan ve belli ki cevap veremediğim sorum yüzünden öfke içimden geçti. Cesur bir bakışla ama bakışlarımın tam aksi bir biçimde kararsızlıkla titreyen bir sesle, "Robin Hood'u duydun mu?" diye sordum. "Hiç duymadım." Devam et, der gibi söylemişti bunu. Bende devam ettim. "Eskiden İngiltere'nin en cömert, en iyi kalpli adamıydı. Aynı zamanda da bir soyguncuydu." Robin Hood'dan bahsederken ne demek istediğimi anlamış gibiydi. Düz bir sesle "Bir hırsız," diye tekrar ettiğinde irkildim. Güçlü ses tonu omurgamdan aşağı bir ürperti inmesine neden olmuştu. Bundan hiç hoşlanmadığım için de iyiden iyiye öfkelenmiştim. Derin bir nefes aldım ve sakinleşmek için dişlerimi gıcırdattım. Bunu Baris'de fark etti. Sesi yumuşadı. "Açıkçası, bu bana pek iyi bir gelecek planıymış gibi gelmiyor. Benim geldiğim yerde böyle bir şey için elinden olurdun. Ve sen bana hayatınla ilgili yapmak istediğin şeyin bu olduğunu mu söylüyorsun? Hadi, devam et. Eminim işler senin için yolunda gider." "Bi-bilmiyorum." diye kekeledim ona doğru. Çok daha güçlü bir ses tonuyla devam ettim. "Hem sana ne ki bundan? Hayatımla ne yapmak istediğim neden seni ilgilendiriyor?" "İlgilendirmiyor." Gözlerimin içine o soğuk ve iğneleyici bakışlarıyla baktı. "Sadece konuşuyoruz. Neden kızıyorsun?" "Çünkü saçmalıyorsun, nedeni bu! Söylediklerin benim için hiçbir şey ifade etmiyor!" Sıcak, ateş gibi bir his tenime battı. Kimi kandırmaya çalışıyordum acaba? Onu mu yoksa kendimi mi? Çünkü ikisi de pek işe yaramıyor gibi görünüyordu. Baris'in dudaklarından hayal kırıklığına uğramış bir iç çekiş yükseldi. "Bu çok saçma. Neden tartışıyoruz?" Bir an sonra tutuyor olduğu çenemi yumuşak bir şekilde serbest bıraktı, iç geçirmeden edemedim, bunu yaptığını neredeyse unutmuştum. Parmak uçlarımla çeneme dokunurken Baris'in güzel yüzüne soğuk gözlerle baktım. "İkimizin de sakinleşmesi gerekiyor. Her ne kadar beni bu pisliğe sen bulaştırmış olsan da, sana yardım etmek istiyorum." İçim buz kesmişti. "Tüm bunların benim yüzümden olduğunu bildiğin halde bana yardım mı etmek istiyorsun?" "Elbette," dedi geçiştirircesine. Çok ama çok şaşırmıştım. Kendimi tutamadım ve soğuk bir şekilde güldüm. Bu verebileceğim en garip tepkiydi herhalde ama elimde değildi. "Nesin sen? Aziz falan mı? Açıkçası, neden bana yardım etmek istediğini anlamıyorum. Neden beni Kosey'den kurtardığını bile anlamıyorum. Daha önce dediğin gibi, ben bir hırsızım ve 'senden' çaldım." Bunu hatırlamak onu bir an duraksattı. Yüzünde müthiş bir öfkenin izleri belirdi ama sonra sakin bir biçimde "Bir önemi yok." dedi. "Nasıl olmaz?" dedim dehşet içinde. Omuzlarını silkti. "Baris, bence sen..." "Bir şey söyleme." Gözünü benim üzerimden ayırmıyordu. "Bir önemi yok. Gerçekten. Hadi, gidelim buradan." Ellerimi sıkı birer yumruk yaptım. Nefes bile almıyordum. Onunla gitmek istemiyordum. Ama seçenekler neydi ki? Burada, bu ıssız yerde tek başıma kalakalmak mı? Yenilgiyi kabul ederek iç çektim ve daha iyi bir seçeneğim olmadığı için başımı yavaşça salladım. Ondan sonra, ıstırap verici bir sessizlik içinde yola devam ettik. Fabrikanın çıkış yolunda duran, ağaca çarpmış aracın yanına geldiğimizde Baris'in yanında durdum ve başımı yana yatırarak arabanın durumuna şöyle bir baktım. Daha önce fark etmemiştim ama araçta o kadar da hasar yok gibiydi. Yamulan, boyası soyulan kaputu ve paramparça olmuş far lambalarını saymazsak tabii... Derin bir nefes aldım ve aklımdakileri dile dökerek "Düşündüğüm kadar darbe almamış. En azından motor hâlâ tek parça halinde. Bence çalışır." dedim. İçimden 'Yani umarım' diye ekledim. Otostop çekmek istemiyordum ve istesem bile buradan bu saatte geçen herhangi bir arabaya binme fikri kulağa en güvenli seçenekmiş gibi gelmiyordu. "Ben kullanırım." Bunu duyunca yerimden sıçradım ve sürücü koltuğuna geçmek için kapıyı açan Baris'i şaşkınlık içinde izledim. Daha sonra kaşlarım çatıldı ve büyük bir şüpheyle sordum ona. "Araba kullanmayı biliyor musun ki sen?" Cevap vermeden önce parmaklarının arabanın kapısını sıkıca kavradığını fark ettim. "Ya sen? Sen​​ ​biliyor musun?" diye sordu bana. "Şey... Ehliyetimi alalı dört sene oldu. Yani, evet." "O zaman bende biliyorum." Pekâlâ. Bununla ne demek istediği hakkında zerre fikrim yoktu ama ne var biliyor musunuz? Umurumda da değildi. Aslında yapmak istediğim başka bir şey vardı ama bir türlü yapmaya cesaret edemiyordum. Ki bu da beklenmedikti. Pek çekingen biri değildim ben. Umutsuzca alt dudağımı ısırdım ve 'Cesur ol Eva!' diyerek kendi kendimi teşvik etmeye çalıştım. Zaten öyle ya da böyle bunu yapmam gerekecekti. Ne yazık ki, bunu bilmemim yapmama bir faydası olmuyordu. Kelimeler dilimin ucuna kadar geliyor, sonra vazgeçip o kelimeleri geri yutuyordum ve söylemeliyim ki bu çok sinir bozucu bir şeydi. Yine de Baris hayatımı kurtarmıştı, değil mi? O olmasaydı o fabrikada neler olabileceğini düşünmek bile beni delirtiyordu. Belki de bu yüzden bunu yapmam gerektiği düşüncesinden kurtulamıyordum. Doğru ve adil görünmüyordu. Suçluluk ve farkındalık... Bu iki duygu beni ezip bitiriyordu. "Söylemek istediğin bir şey mi var?" İfademi o da fark etmiş olmalıydı. Sesim boğuluyormuş gibi çıktı. "Özür dilerim, tamam mı? Böyle olsun istememiştim." Sonra derin bir sessizlik oldu. Baris'in dudakları yavaşça aralandı ve kapandı. Vay be. İlk defa ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Bir an sonra "Ne için özür dilediğini anlamıyorum." diye itiraf etti. Sesi şaşkınlıktan kalınlaşmıştı. Üzüntülü bir sesle "Her şey için..." dedim. "Hepsi benim suçum. Bana inanmayacaksın belki ama niyetim bu değildi." "Hayır. Özür dileme. Buna gerek yok. Ben..." Her ne diyecekse, vazgeçti. Kirpiklerini indirdi ve bir şey düşündü. Tekrar bana bakmak için gözlerini açtığında yüzünde tuhaf bir ifade vardı - istemediği bir şeyi itiraf etmek zorundaymış gibi. "Seni korumak zorundaydım. Başka bir seçeneğim yok benim, ama gerçekten benden özür dilemek istiyorsan arabaya bin ve kemerini bağla. Bu yeterli olur." 'Bu herif kesinlikle çok, hem de çok tuhaf,' dedim kendi kendime ama şu işe bakın, anlaşmaya başlıyorduk! İtiraz edici tek bir kelime sarf etmeden sürücü koltuğunun yanındaki yolcu koltuğuna geçmek için arabanın etrafından dolandım. Emniyet kemerini bağladıktan sonra ellerimden birini kaldırıp zonklayan şakağıma dokundum. Bir fincan kahveye ihtiyacım vardı, ya da iyi bir enerji içeceğine... Her an olduğum yere yığılıp kalabilirdim. Baris kapıyı açıp yanımdaki koltuğa oturduğunda ister istemez gerildim. Mümkün değildi ama varlığını umursamamaya çalıştım. Zaten kontakta olan anahtarı çevirdi ve şükürler olsun ki, motor sorunsuz bir şekilde çalışmaya başladı. Araba geri geri gittiğinde bütünleştiği ağaçtan ayrıldı ve korkunç bir gürültü koptu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken kaputtan birkaç parçanın dökülüp toprağa karıştığını gördüm. Yüzümü buruşturmadan edemedim. Baris ise buna karşın sessizliğini korudu ve arabayı döndürerek tekrardan asfaltın üzerine götürdü. "Şurayı takip et." diyerek yolun üst tarafını işaret ettim, yan tarafta başka bir geçiş yolu vardı ve Tanrı bilir, nereye çıkıyordu. Güvensiz bir sesle "Yanılmıyorsam yukarıda şehre giden bir otoban olacaktı." diye devam ettim. "Şehirde mi yaşıyorsun?" Benim hakkımda bir şeyler öğrenmekle ilgileneceğini düşünmemiştim. "Ben buralı değilim." dedim dürüstçe. "Orada, yerel bir pansiyonda kalıyorum. Biraz uzak olsa da gidebileceğim başka bir yer yok." Baris arabayı tam da​ tarif ettiğim yöne doğru sürdü ve istemsizce rahatladığım için omuzlarım düştü. Uykum vardı aslında ama yanımda duran bu adama hâlâ tam olarak güvenmediğim için kendimi uyanık kalmaya zorlayarak bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim. Saatler sonra çorak arazinin yerini yer yer binaların ve yerel dükkanların olduğu bir kasaba aldı. Yamuk kaporta yüzünden insanların dönüp arabaya baktığını görebiliyordum. Kasabadaki tabelalardan birinde Kahire'ye otuz yedi mil kaldığı yazıyordu. Oraya dönmenin beni hem mutlu ettiğini hem de yeniden endişeli hissettirdiğini fark ettim. Emma oradaysa bu iyiydi çünkü şu anda ondan başka kimseyle konuşmak istemiyordum ama aynı zamanda da kötüydü çünkü ona tüm bu olanları nasıl anlatacağımı hiç bilmiyordum. Ben bile ne olduğundan emin değildim! Hem bu adamı nasıl tanıtacaktım ki ona? Arkadaşım diye mi? Hafifçe güldüm. Kız kardeşim pek​ kurnaz olmayabilirdi ama aptal da​ değildi, bunu yemezdi. Şans bu ki, tam da kasabadan çıkmak üzereyken bir trafik lambasına yakalandık. Önümüzde bir yaya geçidi vardı. Saat epey geç olmasına rağmen en az on küsur insan önümüzden karşı tarafa geçtiğinde tüm bu insanların bu saatte ne yaptığını merak etmeden edemedim. İçlerinde yatma saati çoktan geçmiş olan küçük bir oğlan çocuğu bile vardı. Kırmızı ışığın süresine baktım: Elli saniye. Parmaklarımı camın kenarında tıkırdatarak sürenin dolmasını beklemeye başladım ama saniyeler saatlere dönüşmüştü sanki. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. En sonunda dayanamadım ve gözlerimi yaya geçidinden geçen insanlardan ayırmadan Baris'e sordum. "Bana ne olduğunu anlatmayı düşünüyor musun? Umarım düşünüyorsundur çünkü düşünmekten kafayı yemek üzereyim." "Ne olduğunu biliyorsun." dediğinde kaşlarımı sertçe çatarak ona baktım ama o yoldaki insanlara bakıyordu. Neler olduğunu bildiğimi söylüyordu ama ben hiç de öyle düşünmüyordum. Her şey o kadar garipti ki... "Haydi ama. Ne kadar kötü olabilir?" diye sordum. "Bayağı kötü." dedi. Duymak istediğim şey kesinlikle bu değildi. Kuru bir sesle "Şu taş," diyerek en baştan başladım. O sırada yeşil ışık yandı. Baris vitesi değiştirirken ona bakmadan önce eline baktım. "Sırf o taşa bir an, sadece bir an dokunduğum için mi oldu bunlar?" Başını evet anlamında salladı. Ne garip, diye düşündüm kendi kendime. Üstelik garip olan tek şey taş, Baris ya da Kosey değildi. Biri kafama sert bir şeyle vurmuş gibi aniden Emma'nın yerine geçerek piramide gittiğim o günü hatırladım. Gereksiz ayrıntıları çabucak geçerken sadece bir tanesinde takılı kaldım; Falcı kadın! Ah, kahretsin! Karnıma yumruk yesem daha az acıtırdı herhalde. Hızla avuç içime baktım. Yemin ederim, kusacak gibi oldum. Sonra konuşacak gücü bulabilmeme bile şaşırdım. "Doktor haklıydı. O ateşten sağ çıkmam mümkün değildi. Kalbim durdu ve yeniden atmaya başlamasının sebebiyse..." Yani, evet, sonsuz uykuya yatmanın yanında kalbimin bir an durup sonra yeniden atmaya başlaması neydi ki? Ama bunun o ürkütücü taş yüzünden olması feciydi. O garip bunağın 'Genç yaşta öleceksin.' derken bunu kast ettiğini de hiç düşünmemiştim doğrusu. Bir de kadına inanmayıp onu dolandırıcı yerine koymuştum. Bazen ne kadar da umursamaz olabiliyordum. Sessizliğim karşısında Baris "Bu seni korkutuyor mu?" diye sordu. "Hayır. O aşamayı geçeli çok oldu." dedim dürüst olmayı tercih ederek - Kosey sağ olsun. "Ne yani? Ben..." diye devam ederken sesim panikten çatladı. "Lanetlendim gibi bir şey mi?" "Bu öyle bir şey değil." "Oh, şükürler olsun!" Koltukta arkama yaslandım ve lanetlenme düşüncesi karşısında gümbürdeyerek atan kalbimin üzerine elimi koydum. Ne de​ olsa izlediğim korku filmlerinde bu tür şeylerin sonu hiç iyi bitmiyordu. Aslında ne lanetlere ne de ona benzeyen şeylere inanırdım. Bilimsel metotların kadınıydım ben ama şu durumda lanetlenmiş olsam bu bana Dünya'nın Güneş'in etrafında dönmesi kadar doğal gelirdi. En çok merak ettiğim soruyu sordum sonra. "Peki neden beni kurtardın?" Anlamış gibi görünmüyordu. "Ölmene izin mi vermeliydim?" "Hayır, elbette hayır, ama nedenini anlayamıyorum." Çünkü belli ki beş para etmez biri olduğumu düşünüyorsun. Bu son kısmı eklemedim tabii, çok gülünç görünürdüm. "Bu senin için niye bu kadar önemli?" Baris dalgınlaştı, kısacık bir an için başını çevirip bana anlamlı anlamlı baktı. Bunu yaparken bir şekilde arabayı yolda tutmayı başarmış, tekerlekleri bir santim bile kaydırmamıştı. Ben aynı şeyi deneyecek olsam, herhalde araba şimdiye dört takla atardı. Baris tekrar yola bakarken aynı zamanda da​ benim için bir açıklama bulmaya çalıştı. "Sen​ bir hırsız olabilirsin ama dürüst olacağım, bu bir nevi de benim suçum. Bekçi taşını senden ve senin gibilerden uzak tutmam gerekirdi. O taş cebine indirebileceğin herhangi bir şey değildi. Bu çok berbat çünkü küçük, marifetli ellerini ona uzattığın anda mistik bir gücü kendine çektin. Artık yapacak bir şey yok. O senin içinde." "Bekle, bekle, bekle! Dur, bir dakika! İçimde büyülü bir taş mı var?" Bu kulağa o kadar delice geliyordu ki, gülecek halde olsaydım bir ağız dolusu gülerdim. "Kahretsin! Onu geri alamaz mısın?" diye sordum hemen. "Alabilirim ama seni öldürmeden bunu yapmanın mümkün olduğunu sanmıyorum." Bu oluyor olamazdı. Tüm bunlar, bu anlattıkları, fantastik bir filmden kesit gibiydi. Dahası ona zerre kadar inanmak istemiyordum. Az önce olanlar dandik bir televizyon programının ayarladığı bir kamera şakası bile olabilirdi ama aynı zamanda da biliyordum ki, hiçbir şaka o garip sanrıları görmemi sağlayamazdı. Ayrıca bahsettiği şu mistik güç de neydi? Sorsa mıydım? Gerçi bunu hiç de öğrenmek istemiyordum. Bu iş daha ne kadar ürkütücü bir hâl alabilirdi acaba? Ben bu gezegendeki en şanssız kızdım resmen. Tamam, kabul ediyorum, hırsızlık yaptığım için belki bunları birazcık hak etmiş olabilirdim fakat cidden, ölüm müydü bunun cezası? Belayı kendime nasıl bu kadar çekebilmiştim anlamıyordum. Ama anladığım bir şey vardı, Baris'in söylemesine gerek olmadan bildiğim bir şey... Bundan tiksinmiş bir şekilde sordum. "Ve Kosey'de bu gücü mü istiyor? Göğsümü oyup taşı almak istediğini söylemesinin nedeni bu mu?" "Kalbini söküp çıkarırsa kalbin yeniden bekçi taşına dönüşür." Vay canına... Bana karşı acımasız derecede dürüsttü ve bu da fazlasıyla moralimi bozuyordu. Dayanamayarak "Ama bu çok saçma!" diye isyan ettim. Yumruğumu avcuma sertçe bastırdım. "Neden beni bu pisliğe bulaştırdı? O lanet taşı gidip kendisi alamaz mıydı?" "Kosey tam olarak... İnsan değil. Bende değilim. Bizler yarı-bekçi sayılırız. Kosey taşa bin kez dokunsa bile bir işe yaramazdı. Oysa insanların teni, gücü kendine çeken bir mıknatıs gibidir. Sanırım bu yüzden senin gibi birini buldu. Gerçi herhangi bir insanın piramidin içine o kadar girebileceğini düşünmemiştim. Hepsi bu da değil, bilmen gereken bir şey daha var." "Ah, Tanrım!" diyerek yüzümü ellerime gömdüm. Nefesim boğazımda tıkandı. Tek bir şey, tek bir şey daha duymak istemiyordum ama yine de "Söyle gelsin." dedim. "Sen ölürsen, bende ölürüm." Ne dediğini anlamak için bir dakika soluksuz durmam gerekmişti. Bir sürü şey söylemişti ama son dediğinde takılı kalmıştım. Büyük bir şaşkınlık içinde yüzümü ellerimden kaldırdım ve gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. "Ne... Ne dedin sen?" "Ben​ ​sana fiziksel ve zihinsel olarak bağlıyım. Ufak yaralanmaların bir önemi yok ama eğer ölümcül bir şekilde yaralanırsan bunu aynı şekilde hissederim ve eğer ölürsen bende seninle birlikte ölürüm. Zihinsel olarak ise... Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum ama tıpkı senin Antik Mısır dilini anlayabilmen gibi. Bunu yapabilmenin tek sebebi benim o dili biliyor olmam." Son cümleyi İngilizce olarak söylememişti ama dediği gibi, bir an olsun düşünmeden ne dediğini anlayabilmiştim. Benimle kendi dilinde konuşuyordu. Birden kafama dank etti. "Yani, sen İngilizceyi..." "Senin sayende konuşabiliyorum," diye tamamladı boşluğu. Bu nasıl bu kadar akıcı bir şekilde dilimi konuşabildiğini ve araba kullanmayı bildiğini açıklıyordu. Buna ne denirdi bilemiyordum. O yüzden hiçbir şey demedim. Gözlerimi ön camdan ileriye diktim ve şehrin ışıklarının yolun ucundan bize göz kırptığını gördüm. "İstersen sende Antik Yunan dilini, Latinceyi, Eski Çinceyi ve birkaç dili daha konuşabilirsin." "Bunlar sanrılarda gördüğüm insanların dilleri," diye mırıldandım. Ben bunu deyince Baris'in direksiyonu tutan parmakları öyle gerildi ki, boğumları bembeyaz kesilirken kulağıma bir çatırtının sesi geldi. Uyguladığı güç yüzünden direksiyon simidinin derisi hafifçe çatladı. Onu böyle kızdıracak ne söylediğimi bilmiyordum. Aklından neler geçtiğini anlamamın da o söylemediği sürece imkânı yoktu. Devam ettim bende. "Yani... Onlar bir zamanlar gerçekten yaşayan insanlardı. Bu yüzden tüm bu dilleri biliyorsun, değil mi? Onlar da taşa dokundu, tıpkı benim gibi..." Yumruk yaptığım ellerimi​ torpidoya geçirdim. "Lanet olsun! Tüm bunlar küçük bir taş yüzünden mi oluyor!" "Belki de sana ait olmayan şeylere dokunmayı bırakmalısın." Sesi hem buz gibiydi hem de boynumun arkasının karıncalanmasına neden olacak kadar iğneleyiciydi. "Belki de," dedim aynı anda hem onunla hem kendimle konuşarak. Bana anlattığı her şeyi sindirip kabullenmek için kendime biraz zaman verdim. Sonra soracağım şeyi sorma cesaretini bulmak için derin bir nefes aldım. "Peki ya Kosey? Bana hâlâ onun kim olduğunu söylemedin?" Baris o kadar uzun süre sessiz kaldı ki, bir an bana hiç cevap vermeyeceğinden korktum ama yaptı. "Bir zamanlar firavunun tek oğluydu." "Yani bir prensti." diye açıkladım, bunu ondan çok kendime söyleyerek. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirirken öğrendiğim bu bilgi yüzünden gülmeden edemedim. "Şimdi neden bu kadar kibirli olduğunu anlıyorum. Her zaman istediğinin olmasına alışkındı, değil mi?" "Evet." dedi sadece. Bekledim ama başka bir şey söylemeyince bu konu hakkında benimle konuşmak istemediği izlenimine kapıldım. Bende konuyu tam tersi yöne çevirdim. "Ya sen? Sen​ kimsin? Sana neden güveneyim ki?" "Az önce 'Sen ölürsen, bende ölürüm' demedim mi?" "Ne olmuş yani? Hakkında hayatımı kurtardığın dışında hiçbir şeye sahip değilim." Baris şaşkınlıkla ve aynı zamanda da müthiş bir öfkeyle "Ne? Sen-" dedi ama devam etmek yerine derin bir nefes alarak kelimeleri sertçe yuttu. Direksiyondaki parmaklarını kıpırdatarak öfkesini kontrol etmeye çalıştı. İçinde olduğu bu duruma inanamıyormuş gibi kafasını iki yana sallıyordu. "Kesinlikle düşündüğümden daha büyük bir sorunsun sen." "Ama senin sorunun değilim. Seni tanımıyorum bile. Bak. Hayatımı kurtardığın için teşekkürler ama o korkunç heriften kurtulduk ve şimdi eve geri dönüyorum. Dönüyorum derken diğer kıtada olan kendi evimden bahsediyorum. Ciddiyim. Bu ülkeyle işim bitti. Bir daha asla buraya geri dönmeyeceğim." "Korkarım bu Kosey'i durdurmaz." dedi zalimce. Buna cevap vermedim çünkü derinlerde bir yerde aslında bende öyle düşünüyordum. Hatta bu düşünceyle mideme kramplar giriyordu. Baris'e yandan endişeli bir bakış attım. Oysa o çok sakin ve kontrollü görünüyordu. Hatta bana "Adın ne?" diye bile sordu. Karşılığında ise şaşkın şaşkın homurdandım. Doğru ya, ona hâlâ adımı söylememiştim. Olan onca şeyden sonra bu aklıma bile gelmemişti. Baris, buyurgan bir sesle "Bana adını söyleyecek misin?" diye sordu. Boğazımı temizledim ve "Tabii. Elbette." dedim. Hemen sonra da "Evala." diyerek tanıttım kendimi. Birinin ismini ilk defa duyduğunuzda olduğu gibi, yumuşak bir sesle, "Evala," diye tekrarladı. İsmimi onun sesinden ilk defa duyuyordum. Tüm bu olanlar yüzünden bu biraz garip olsa da çok da kötü değildi. "Sadece Eva​," diyerek düzeltme ihtiyacı hissettim. "Tam adımı kullanmana gerek yok. Çevremdeki herkes bana böyle seslenir." "Güzel bir ismin var, Eva." Bu o kadar normal bir konuşmaydı ki, karşılık olarak ne diyeceğimden emin değildim. Uzun bir süre suskun kaldım ve şehrin girişindeki bir kafenin kapkek şeklindeki kocaman, ışıltılı tabelasının yanından geçerken sakince nefes aldım. "Bilmem gereken başka bir şey var mı, Baris? Kosey sorup durmama rağmen hiçbir şey anlatmadı." "Biliyor musun, bunu duyduğum için şaşırmadım." Şimdi gözlerinde tuhaf bir ifade vardı, derin ve sessiz bir şey. Şaşkın bir halde dudaklarım aralandı. İşte canımı sıkacak bir şey daha söyleyecek, diye düşündüm kendi kendime. Zaten tam da düşündüğüm gibi oldu; Baris, "Abim pek konuşkan biri olarak bilinmez." dedi omuzlarını hafifçe silkerek. Bunu duyduğumda ciyaklayarak yerimden sıçradım ve sanki bu onun suçuymuş gibi Baris'e baktım. Gözlerini hâlâ yoldan ayırmasa da beni rahatlatmak için hafifçe tebessüm etti. Oysa imkânı yok rahatlayamazdım. Kulaklarım uğulduyor, her yerimde küçük küçük karıncalar geziniyordu. Yo, hayır. Bu mümkün değildi. Mutlaka yanlış duymuş olmalıydım. Baris Kosey'den bahsederken 'ABİ' demiş olamazdı... Olamazdı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD