?12.BÖLÜM (PART 2): ÖLÜMCÜL KARŞILAŞMA

2692 Words
Alber beni Patrick'i daha önce gördüğüm ofis odasına götürdü. Yine orada, aynı yerdeydi. Onu bıraktığımdan bu yana hiç kıpırdamamış gibiydi. Beni fark edince, hafifçe gülümsedi. "Eva, Eva, Eva..." dedi ağır ağır, sinirlerimi bozmaya yetecek kadar keyifli bir sesle. Alber'de hemen arkamda, çıkış kapısının olduğu yerde duruyordu. Kaçamazdım da yani. Bu yüzden olduğum yerde huzursuzca kıpırdanmaktan ve şansıma lanetler homurdanmaktan başka bir şey yapamadım. Gözlerimdeki garipliği fark ettiyse de, Patrick bu konu hakkında hiçbir şey demedi. Belki de lens taktığımı düşünmüştür. Gerçi hiçbir lensin bu garipliği verebileceğini düşünmüyordum. Sonuç olarak, Patrick tüm laubaliliğiyle devam etti. "Seni yeniden burada görmek ne güzel. Son görüşmemizden bu yana uzun zaman geçti, canım." "O kadar da olmadı. Sadece dört gün. Ve bir daha bana canım deme." "Oturmaz mısın?" Elinin içiyle koltuğu işaret etti. Bu jesti ilk tanışmamızı hatırlatmaktan başka bir şey yapmamıştı. Kollarımı göğsümde çaprazlayarak ve onun sahte nezaketine aynen eşlik ederek "Böyle iyiyim, teşekkürler." diyerek reddettim onu; Kapıya ne kadar yakın, o kadar iyi - ne olur ne olmaz, koşmam gerekirse diye. "Mmm..." diye mırıldanan Patrick, şarap bardağının üzerinden bana boş bir bakış attı. Bende masanın üzerinde duran ve inanılmaz güzel bir dış tasarıma sahip olan şarap şişesine bakıyordum. Görüşmeyeli puro içmekten vazgeçmişti demek. Şişenin üzerinde 1964 - Red yazıyordu ve yıllanmış kırmızı şarabın tadına bakma şerefime hayatımda sadece bir kere nail olduğum için- ki o o kadar eski bile değildi- kim bilir tadı nasıl da harikaydı. Ah, galiba ağzım sulanıyordu. Bu gece olanlardan sonra biraz gevşemek için o şaraba ihtiyacım vardı. "Taş nerede? Aldın, değil mi?" diye sordu aniden Patrick. Tasdik ettim. "Taş?" Oysa neden bahsettiğini gayet tabii biliyordum. "Salağa mı yatıyorsun? Bizim için çalman gereken şeyden bahsediyorum. Fazla vaktim yok küçük kız." Bir yudum daha almak için aceleyle şarap kadehini kaldırdı. "Getirdin, değil mi?" Biraz hayretle yüzüne baktım. Direkt konuya girecektik demek. Ne fena! Ne yapıp edip buradan kurtulmam lazımdı. "Hangi taş?" diye geveledim ağzımda, sanki taşın ne olduğunu hatırlamakta zorlanıyormuş gibi. Aslında tek yapmaya çalıştığım biraz zaman kazanmaktı fakat bu düşündüğümden de ters tepti. Mekanik ve bir şekilde bana tanıdık gelen bir ses duydum. Saniyenin onda biri kadar bir sürenin ardından soğuk bir namlu saçlarımın arasından başımın arkasına dokundu. Omzumun üzerinden Alber'e sert bir bakış attım. Bir silah! Vay canına. Bu adamlar harbiden çok ciddilerdi. "Ah, şimdi hatırladım! Şu taş..." Partick'e geri bakarken parmaklarımı birleştirdim ve mânâlı mânâlı gülümsemek için kendimi zorladım. "Şey... Bulamadım ben onu. Kusura bakma." "Kendi iyiliğin için umarım öyle bir şey yapmamışsındır." "Bak... İstediğini yaptım, tamam mı? İçeri girdim ve şimdi söylemem gerek, bu hiç kolay olmadı. Az daha yakalanıyordum. Üstelik orada taş falan da yoktu." Öyle rahat konuşmuştum ki, bir an Baris'in söyledikleri kulağımda yankılandı; Bence bu kadar kolay yalan söylemen çok çirkin bir şey, demişti. Davranışlarım yüzünden suçluluk hissetmek alışkın olmadığım bir şeydi ve bu sıradan, basit cümle yüzünden bedenimdeki tüm kasların kasıldığının farkındaydım. Kusura bakmasın ama gerçeği söylemeye ve ölmeye hiç niyetim yoktu. Tüm hayatım boyunca kendime bel bağlamışken bu kesinlikle kabul edemeyeceğim bir riskti. "Biri ben oraya varmadan önce onu almış olmalı. Yazık oldu, çünkü o parayı gerçekten çok istiyordum." diye sürdürdüm kendimi. Oysa kelimeler dudaklarımdan çıktığı anda bunun sonunun iyi olmayacağını biliyordum. Patrick hızla başını kaldırdı. "Seni beceriksiz, koca budala!" diye gürledi, ki bu düşündüğümden bile daha yumuşak bir tepkiydi. Neredeyse gülmeme neden oldu. "Budala mı?" "Senden istediğim tek bir şeyi bile yapamıyor musun yani?" Tam ona aynı ağzı bozuklukla bu işin hiç de kolay olmadığını söyleyecekken garip bir şey oldu; Yüreğimin derinliklerinde bir yerde sonsuz bir nefret uyandıran o sesi duydum. Alber ve Patrick dışında birinin daha odada olduğunu fark etmemiştim. Başka bir şeye odaklanamayacak kadar belaya battığım içindi sanırım. Ses, bir erkeğe aitti ve "O hâlâ bir hanımefendi.​ Biraz kibar ol, Patrick. Gerçi iyi palavra sıkıyor." diyerek bizi bölmüştü. Baston yutmuş gibi birden dikeldim. Ah, HAYIR. Bu olamaz. Şimdi olamaz. Bana olamaz. Ama oluyordu işte! Ayak sesleri yavaşça yaklaştı ve içine düştüğüm bu cehennemde bir önemi yoktu ama söylemeliyim ki, daha önce hiçbir ayak sesi böyle gerilmeme, endişelenmeme neden olmamıştı. Daha ona bakmadan nasıl bir adamla karşılaşacağımı biliyordum. Sonra döndüm ve onu gördüm. Bu çehreyi, bu yüzü, bu parlak kehribarları andıran gözleri görür görmez de kafamın içindeki her bir düşünce susuverdi. Başım cidden beladaydı çünkü bu oydu; Baris değil... Diğeri... Kosey... Ve bu bir şekilde gelenin Baris olmasından bile daha kötüydü... Kosey'in birdenbire ortaya çıkışı beni öyle alt üst etmişti ki, kalbim yerinde durmuyordu. Ne de olsa 'Kosey' Patrick'in odasında görmeyi umacağım en son kişi bile değildi. "Sen!" dedim gözle görülür bir nefretle. Uzanıp elimi iki eliyle yakaladı ve donakaldığım için karşılık veremez bir haldeyken parmaklarımı kaldırıp dudaklarına götürdü. Eklem yerlerime bir öpücük kondurana kadar Kosey'in ne yaptığını anlayamadım. Öyle hızlı hareket etmişti ki! Tenime değen dudakları sıcaktı ama ürpermemin nedeni ne bu sıcaklık ne de çekici yüz hatları değildi. Bu katıksız korkuydu. Yeniden o sanrıları görüyordum sanki! Ama içimde bir yerlerde bunun diğerleri gibi bir sanrı olmadığını biliyordum. Bu seferki Kosey gerçekti. Kanlı canlı bir şekilde karşımda duruyor ve birkaç yüzyıl önceden kalma bir beyefendiymiş gibi parmaklarımı öpüyordu. "Merhaba, Eva." Adımı söyleyiş şekli yüzünden Helen, Katherine ve diğerleri aklıma gelince, doğal olarak, terörden başka bir şey hissedemez oldum. Adeta iğrenerek, elimi elinden çektim ve az önce öptüğü parmaklarımı tutup korumak istercesine göğsüme bastırdım. O an topuklamamın tek sebebi başımın arkasına dayanmış bir silah olmasıydı. Mucizevi bir şekilde sesim tahmin ettiğimden daha sakin çıkarken "Dur, tahmin edeyim." dedim Patrick'e. Birden tüm taşlar yerine oturmuştu. Gülmek, çığlık atmak ya da aptallığım yüzünden yerin dibine girmek arasında gidip geliyordum. Neyse ki bende müthiş bir gurur vardı da, böyle utanç verici tepkiler veremiyordum. "Daha önce müşteri diye bahsettiğin adam bu mu?" "Hemen hemen." Bu durumda, kendimi çaresiz ve aptal hissetmemem çok, çok, çok zordu. "Pekala." dedim düşüncelerimi hemen yanımda duran Kosey'den uzaklaştırmak için. Sonra sırf lakırdı olsun diye konuşarak, başımı iki yana salladım. "Bugün bundan daha kötüye gidemez herhalde." "Taş diyorduk?" diye yineledi Patrick. Sanırım gidebilirmiş. Patrick'i umursamadan tekrar Kosey'e baktım. Zaten bana bakıyordu. Bakışlarını okuyamıyordum ama sanrılarda gördüğüm kadar yabani ve saldırgan görünmüyordu. Aslında oldukça... Sakindi. Bu iyi haberdi sanırım. Öylesine, sohbet eder gibi bir havayla "Hey!" dedim. Sonunda yüzünde bir ifade belirdi- merak. Beni dinlediğini belli etmek için başını yana doğru salladı. "Seni bir yerden hatırlıyor gibiyim." diye sürdürdüm gözlerimi gözlerinden kaçırmadan. Neden bahsettiğimi biliyormuş gibi, Kosey'in solgun pembe renk dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme filizlendi. Delici bakışları benden Patrick'e doğru döndü. Tıpkı hatırladığım gibiydi; Küstah, kibirli ve son derece sinir bozucu. Lanet herif, Patrick'e bile sanki ondan aşağı bir şeymiş gibi bakıyordu. Ama hayatta iyi şeyler olmuyor da değildi; Tıpkı şimdi ki gibi! Patrick ona odadan çıkmasını söyleyince, Alber homurdana homurdana silahını kafamdan indirerek odadan çıktı. Silah tehlikesi artık ortadan kalktığı için kuşkuyla Kosey'in güçlü ve fit vücuduna baktım. Ne de olsa bu odadaki en büyük tehdit oydu. Onu bir şekilde atlatabilir miydim acaba? Sonuçta Baris'i atlatmıştım ve o... Birden aklımda filizlenen tehlikeli bir düşünce beni huzursuz etti. Burada olanların Baris ile bir bağlantısı olabilir miydi? Bunu bilmeme imkân yoktu ki, ama lanet olsun, bu ikisi birlikte mi çalışıyordu? Eğer öyleyse bu iş gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu ve Tanrı aşkına, bunun sadece bir 'iş' olması gerekiyordu! Ölüm kalım meselesi değil! "Baksana." dedim ağır ağır. Hitap şeklim yüzünden Kosey bana dönüp kaşlarını kaldırınca, bakışları yüzünden ellerim iki yanımda yumruk şeklini aldı. "Neler oluyor burada?" Sessizlik. Sonsuzluk kadar uzun bir sürenin ardından konuşarak "Karmaşık bir mesele." diye cevap verdi. "Beni mi bekliyordun?" diye soracak oldum, kaygı içinde. Aradan geçen her saniye yüreğim daha da daralıyordu. İfadem sarsılırken Patrick bir şeyler daha dedi. Her ne dediyse, duymadım ama Kosey duydu ve Patrick'in olduğu tarafa ilgisiz, kısa bir bakış attı. "Bu kadar sinirlenmene gerek yok Patrick. Bana kalırsa Eva istediğin ne varsa yapmış." Patrick bir şeyler demek için ağzını açtı ama ondan daha hızlı davranarak dehşetle soluyup araya girdim. "Bekle, bekle! Sen... Böyle olacağını biliyor muydun? Beni kasten mi seçtiğini söylüyorsun?" "Bu kocaman ülkede seni bulmamın ve tamamen ahlaktan yoksun, takıntılı bir hırsız olmanın tesadüf olduğunu mu sanıyordun?" Bu kadar şaşırmış olmasaydım, bu dediği kesinlikle beni çileden çıkartırdı. "Evet, evet. Çok gururlandım. Teşekkür ederim," diyerek alay etmekten kendimi alamadım. "Ama bunun benimle ne ilgisi var?" "Bir alakası yok. Sen sadece bir araçsın." "Araç mı? Bu da ne demek oluyor? Neden bahsediyorsun sen?" Sakin olmaya çalışıyordum ama Kosey buradayken ve tam karşımda Azrail gibi dikilirken bu çok zordu. Silkelenerek, "Senden korkmuyorum, tamam mı?" diyerek meydan okudum ona. Önce şaşırdı, sonra ona meydan okumamdan ürkütücü bir şekilde keyif duyarak kıkırdadı. Bir ara Patrick'e bir bakış attığını fark ettim ve belli belirsizce, çenesiyle kapıyı işaret ettiğini... Patrick omuzlarını silkti ve yayvan adımlarla odadan çıkıp beni Kosey denen bu adamla baş başa bıraktı. Bir an arkasından 'Hayır! Ne olur beni onunla yalnız bırakma!' diye bağırmak istedim. Kosey'e nazaran, kesinlikle Patrick'i tercih ederdim. Zaten sakinliğim Kosey "Sadede gelelim." diyerek bana dokunmak için elini uzatana kadar sürdü. O bunu yapınca tüm vahşi içgüdülerim tetiklendi. Savaş ya da kaç. Tüm mesele bundan ibaretti çünkü ölürüm de bana dokunmasına izin vermezdim! Savaşı seçerek cebimdeki İsveç çakısını çekip çıkardım ve çakının bıçak kısmı dışarı fırlarken elimi tüm kuvvetimle önümde savurarak geri çekildim. Her ihtimale karşı bıçağı göğsümün hizasında tuttum. Kosey avucunu kaldırdı ve baş parmağından serçe parmağına kadar çizik attığım eline baktı. Sonra da bana ve elimdeki bıçağa... Ne olduğunu anladığında ifadesi şaşkınlık ve saf öfkeden ibaretti. Muhtemelen ona saldırmaya cüret etmeme inanamıyordu. Bunu itiraf etmekten gurur duymuyordum ama derisinin yırtıldığını ve yere birkaç damla kan aktığını görmek içimde sadistçe bir zevk uyandırmıştı. Bunu kesinlikle hak etmişti. Kaşlarımı kaldırdım ve tek silahım olan çakıyı daha sıkı tutarken "İşte," dedim çakıyı kaldırıp ona göstererek. Pahalı, kristal avizenin altında bıçağın Kosey'in kanıyla lekelenmiş gümüşi, soluk metali parladı. "Bunun bu gece işime yarayacağını biliyordum." "Ne yapacaksın? Bana mı saplayacaksın onu?" Kosey bunu o kadar sakin bir şekilde söylemişti ki... Muhtemelen bunu deneyen ilk kişi değilimdir, diye düşünmeden edemedim. Ama şaşkındım ve şimdi buna kafa yoracak durumda da değildim. O yüzden kendimden emin bir şekilde "Gerekirse evet." dedim ve hemen devam ettim. "Ne tür bir psikopat olduğunu biliyorum, tamam mı? O yüzden seni öldürmekten ya da ciddi şekilde yaralamaktan çekineceğimi hiç sanmıyorum." Sonra çok sakin bir şekilde, sanki bu çok normalmiş gibi, Patrick'in masasına yürüdü ve masadan aldığı temiz bir peçeteyle elindeki kesiği temizlemeye başladı. Kosey'in her bir hareketini izlerken - çünkü hâlâ bana saldıracağından korkuyordum - aslında ne kadar yavaş ve zarif bir şekilde hareket ettiğini fark ettim. Belli ki bana saldırmayı planlamıyordu. En azından şimdilik. "Sana inanmıyorum." dediğini duydum ve bu bana çok gülünç geldi. Ne yani? Onu zaten bir kere kesmişken, onu öldüremeyeceğime mi inanıyordu? Kosey kesiği temizledikçe beyaz peçetenin ön yüzü kırmızıya büründü ama derin bir kesik olmasa gerek, kanama birkaç saniye içinde kendi kendine durdu. Tüh, diye düşündüm kendi kendime. Ölümcül olmasa da bundan daha derin bir kesik açtığımı ümit ediyordum. "Oh, ama inanmalısın." diye sürdürdüm. "Bu sadece blöf." dedi. "Senin içinde öldürmek yok. Bunu görebiliyorum." Kendi kendime güldüm. Çünkü yoktu, haklıydı. Sonra çirkeflikle alakası olmayan, kısık ve çatlak bir sesle, fısıldayarak konuştum. "Bak. Burada ne haltlar çevirdiğini bilmiyorum, umurumda da değil, ama bir adım daha atarsan, seni öldürürüm. Yaparım, yemin ederim." "Ve cinayetten yirmi yıl yersin. Güzel plan." "Hayır!" diye itiraz ettim. Yüz çizgilerim sertleşirken hislerimi gizlemeye çalışarak bıçağı daha sertçe tuttum ve hırçın, titrek bir sesle, birden patlayarak, "Bu cinayet sayılmaz, tamam mı?" diye devam ettim. "Buna nefsi müdafaa derler! Bu suç bile değil ki!" "Ya?" Ona doğrulttuğum bıçağa şöyle bir baktıktan sonra dudaklarında kendini beğenmiş, sevimsiz bir gülümseme oynadı. Yerinde kıpırdandığında ve bana döndüğünde üzerime atlayacak sandım. Şükürler olsun ki, öyle bir şey yapmak yerine, sadece parmak uçlarını yüzünün diğer hattında tembel tembel gezdirdi. "Sen bencil ve kurnaz bir kadınsın. Bunu sana vereceğim ama beni tanısaydın bana bıçak çekmeden önce iki kez düşünürdün. En son bunu deneyen kişinin çenesini kırdım." "Ne var, biliyor musun? Sanırım yine de şansımı deneyeceğim." Bu dediğimde komik olan ne vardı bilmiyorum ama onu neredeyse yüksek sesle güldürdü. Yine de keyiften yoksun, soğuk bir gülüştü bu. "Denediğini görmek isterim doğrusu. Ne de olsa burada sadece sen ve ben varız. Faydasız ve tamamen ümitsizsin." İçim buz kesti çünkü kalbimin en derinliklerinden gelen ses de bana aynısını söylüyordu. Faydasız ve ümitsizdim. Bir de aşırı aptal ve bakarkördüm. Fakat gururum bunu belli etmeme müsaade etmeyecek kadar yoğundu. Cevap olarak bıçağı biraz daha ona doğrulttum ve ne yapmak istediğimi belli etmemeye çalışarak bir iki adım geriledim. Buradan hemen çıkmam, bu meseleden hemen yakayı sıyırmam gerekiyordu. Ya şimdi ya da hiç... Çünkü belli ki bu adam ağzından laf alınması kolay biri değildi ve belli ki bana işkence etmekten ürkütücü bir şekilde zevk alıyordu ve biraz daha burada oyalanırsam ölecektim! Kosey birden uzanıp ona bıçağı doğrultan bileğimi kavradığında tam da bunu düşünüyordum. Lanet olsun ki, beni hazırlıksız yakalamıştı. Sırtım arkamdaki duvara sertçe çarparken kendimi birden güçlü kollar tarafından zapt edilmiş bir halde buldum. Vahşi bir çığlık dudaklarımdan koparken müthiş bir deja vu hissettim çünkü Baris'de piramitteyken beni aynen böyle zapt etmişti fakat Baris'in beni yerimde tutmak için kullandığı hafif ama ısrarcı çabasının aksine Kosey'in tutuşu hem oyunbaz hem de son derece kaba sabaydı. "Kosey! Seni PİÇ! Bırak beni!" "Affedersin. İzin ver de, şöyle yapalım." Bileğimi nezaketsiz bir hareketle çevirerek söylenmelerimin ve homurdanmalarımın arasında parmaklarımı yarım daire şeklinde hareket ettirdi. "Böylesi çok daha iyi, değil mi?" Durduğu zaman çakının sivri ucu ona değil, bana dönüktü. Geri çevirmeyeyim diye ellerinden biri bileğimi bir kelepçe gibi kavramıştı. Diğer elini de hareket etmemem için omzuma bastırıyordu. Hayret içinde kalakaldım ve bu bir saniye sürdü. Hemen sonra geçmişin gölgesine kapıldım ve göğsüm aldığım keskin nefesin etkisiyle inip kalktı. Nasıl paniklemezdim? Daha önce defalarca kez Kosey'in öldürmeye nasıl akıl almaz bir soğukkanlılıkla yaklaştığını görmüştüm. İşte şimdi işim bitti, diye düşündüm kendi kendime. Üstelik beni alt etmesi beş saniye bile sürmedi! Ve bu bugün ikinci defa oluyor. Önce Baris, şimdi de bu. Dövüş sporları pek benim tarzım değil, biliyorum ama yine de iyi bir koşucuyum ve bu durum, ne olursa olsun, gurur kırıcı. Elbette ki gururum endişelenmem gereken son şey bile değildi. Son bir gayretle bileğimi Kosey'in parmaklarından kurtarmaya çalıştım ama tabii ki bunu yapmama izin vermedi. Parmakları bileğimin etrafında sıkılaştı. Başımı sertçe salladım. Bağırıp yardım istemek için içimde inanılmaz bir arzu vardı. Yine de mantıklı tarafım hâlâ çalışıyordu ve ne Patrick'in ne de adamlarının bana yardım etmeyeceğini bildiğimden kendimi koyvermemem gerektiğinin farkındaydım. Kosey'e bakmak için çenemi kaldırdığımda başım arkamdaki duvara yaslandı. O da başını eğmiş bana bakıyordu. Uzun, abanoz siyahı, dalgalı saçları alnından bana doğru sarkarken gözlerinin hatırladığımdan daha sert ve yabani olduğunu düşündüm. Belki de​ sanrılar yüzündendi; Belki de ifadesi... Ama dudaklarında yumruk atarak kırmak istediğim, kibirli bir zaferin kalıntıları vardı. Pislik herif. Benimle oyun oynuyordu. "Gördün mü? Senden çok daha güçlüyüm." diyerek zaten herkes için çok net olan bir gerçeği dile getirdi. Cevap vermedim; bunun yerine gözlerimi yüzüne dikerek sessizce ona bakmayı sürdürdüm. Sessizliğim onu gıcık etti ve hafif bir baş sallamayla bakışlarımı karşılarken kehribar rengi gözlerinde ürkütücü bir parıltının filizlenmesine neden oldu. "Ama aksi olsaydı bile fark etmezdi, değil mi? Sen bir katil değilsin. Normalde bunu kabul etmeyecek kadar mütevaziyimdir ama ben öyleyim." Aman Tanrım! Dudaklarından dökülen kelimeler ruhumu bir bıçak gibi kesiyordu ve gözlerim geçmişten gelen bir korkuyla iri iri açılmışken bile bunu sahiden 'söylediğine' inanmak istemiyordum. 'Ama ben öyleyim.' "Biliyorum!" diye bağırdım boğukça bir sesle. Hemen ardından olanlar yüzünden, ama daha çok içine düştüğüm cehennem yüzünden hissettiğim hırsla gözlerim parladı. Öfkem öylesine yoğun bir hale geldi ki, bu öfke içimi sıcaklıkla doldurup bedenimi titretti. Dudaklarımdan garip bir ses, neredeyse bir hırlama çıktı ama Kosey bunu umursamadı ve duygusuz bir ifadeyle devam etti. "Sanrılar yüzünden, değil mi?" "Demek sanrıları da biliyorsun!" Beni duymazdan geldi. "O halde ne olacağının da farkındasındır." Ne yazık ki, bu noktada ifadem çatladı ve ne tüylerimin diken diken olmasına ne de korkumu belli etmeme engel olamadım. Galiba sesi yüzündendi çünkü sesi de en az ifadesi kadar kalpsizdi. Ve hâlâ birbirimize bakıyorduk. İkimiz de kıpırdamıyorduk. Ondan öyle çok nefret ediyordum ki, ciddi anlamda kıçını tekmelemek istiyordum. Sonra tenimdeki parmakları irkilmeme neden olacak kadar çok sıkılaştı. Bileğimi hareket ettirdi ve çakının sivri ucuyla tenimin altında küt küt atan ve korkuyla dolup taşan kalbimin üzerinde bir iki daire çizdi. Sadece gösteriyor, bastırmıyordu. Şaşırmıştım. Tam, ne yapıyor, diye merak ederken fısıldar gibi konuştuğunda kulaklarımda uğuldayan nabzıma rağmen ne dediğini tam olarak duymuştum... "O taşı göğsünden oyup alacağım, Eva." Ne?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD